7 Temmuz 2014 Pazartesi

Mezopotamya dönüşürken



Türkiye, Cumhûrbaşkanı seçimi nedeniyle iç siyâsete gömülmeye başlıyor. Zâten dünyâ okuması üzerinden düşünmek konusunda esaslı bir zihinsel tembelliğe sâhibiz. Anlaşılan o ki, seçim bahanesiyle en az bir ay boyunca, kamuoyları kafalarını kaldırıp dünyâ siyâsetine bakmayacak. (Oysa seçimin gâlibi neredeyse matematiksel bir kesinlikte belli durumda. Bunun kaldırılıp indirilecek bir tarafı yok.)
Diğer taraftan, hemen burnumuzun dibinde esaslı bir dönüşüm başladı. Târihsel adıyla Mezopotamya bloku yeniden yapılandırılıyor. Anlaşılıyor ki, Irak ve Suriye'de yaşananlar artık geri dönüşü imkânsız hâle getirdi. Yâni, siyâsal coğrafyalar artık eskisi gibi olmayacak. Bölünmeler ve yeni yapılar kaçınılmaz.
Bunun böyle olacağı, Arap Baharı'nda başlayarak aşağı yukarı belliydi. Bugüne kadar Mezopotamya blokuna yedirilmeye çalışılan renkler artık tutmuyor ve bu kadim blok tarafından kusuluyor. Blok içindeki, sıvamalarla gözden ırak tutulmaya çalışılan kritik damarlar işliyor ve kırılma ve kopuşların emârelerini veriyor.
Tablonun işaret ettiği ilk somut gerçek, artık bu coğrafyalarda Baas temelindeki parti-devlet modelinin işlemeyeceğidir. Dinamikler, Irak Savaşı'ndan başlayarak yavaş yavaş, bütün Baas modellerini bitirdi. Arap Baharı senaryoları bunun bir parçasıydı.
Şimdi bu açıdan Türkiye'ye bir bakalım. Elbette ki Tek Parti'li Türkiye, bir paralellik olsa da Baas modeli ile özdeşleştirilemez. Olanca kesintilerine ve sınırlılıklarına rağmen demokratik geleneği ile Türkiye, daha 1950'den başlayarak Baas benzeri parti-devlet modelinin geriletildiği ve sınırlandırıldığı bir ülkedir. Son on yılda ise vesâyet gelenekleri hızlı ve etkin bir tasfiye görüyor.
İran ise, Şahlık rejimiyle özdeşleşen otoriter yapılardan, Şia damarını açarak; adına 'İslam Devrimi' denilen bir süreç ile arındı. Geçiş çok sert oldu. İran'ın başına önce Saddam'ın Irak'ını tebelleş ettiler. Bu işi kotaranlar, en azından hesaplarının bir kısmında yanıldı. Bu savaş, militarist sanâyilerin kârlarına kâr kattı belki. İran'ı ekonomik açıdan zora soktu. Ama ideolojiyi güçlendirdi ve rejimi ayakta tuttu. Savaşın sonunda İran kendi hâline bırakıldı ve dünyâdan soyutlandı. Şu aralar, bir yandan önemli siyâsal ve ekonomik sorunlarla boğuşuyor, diğer yandan da Mezopotamya'daki etkinliğini arttırmaya çalışıyor.
Mısır'da ise belki Baas çökertildi, ama sürecin demokratikleşmesi de engellendi. Çekirdek kapitalist ülkeler Baas'ın çürümüş kadrolarını tasfiye ederken, sürecin Müslüman Kardeşler lehine işlemesine de müdahale etti. Mısır, şüphesiz Baas'dan daha sert bir yapıya sâhip olan, ama Baas geçmişi sözüm ona yıkanmış askerî yapılara terk edildi.
Türkiye'nin tercihi, demokratik Müslüman Kardeşler hareketinin yaygınlaşmasıydı. Bu model Türkiye'yi, Şii damara oynayan İran karşında, bölgede daha etkin bir konuma getirecekti. Ama bu senaryo işlemedi. Bunun nedeni elbette birinci derecede yine merkez kapitalist dünyânın bunu istememesidir. İkinci derecede de Müslüman Kardeşlerin kadrolarının acemîliği ve yetersizliği bunda rol oynadı.
Görülen o ki, Mezopotamya'da geçiş süreçleri tıkandı. Biricik idârî refleksi ezmek olan Baas devletleri yıkılınca, meydanı kaos dolduruyor. Blok, Şii-Sunni odağında kırılacak. Nasıl ve nereye kadar bir ayrışma, ya da dağılım olacak henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz, bütün bunlar yaşanırken, yakın dönemde Türkiye'nin iki önemli güç odağıyla esaslı bir rekâbete girişeceğidir. Odaklardan birisi beklenebileceği üzere, Şiilerin hâmisi konumundaki İran'dır. Diğer taraftan, Mısır rejimine tam destek veren ve bölgede Sünnî kartına oynayan Körfez Ülkeleri ve Suudi Arabistan, sâdece İran'a karşı durmuş olmuyor; Türkiye'nin de gücünü kırmaya çalışıyor. Bunu IŞİD ile başardılar. Ama bu kart, Kuzey Irak'daki Kürt duvarına tosladı. Gelinen aşamada, Rojawa'dan Kerkük ve Erbil'e Türkiye ile bölgedeki Kürtler arasında kaçınılmaz bir kader birliği ve ittifak oluşuyor. Bu kader birliği, Türkiye'nin çözüm sürecini başarılı götürmesiyle daha da pekişecektir. Bu gidişat içinde, herkesin hayrına olarak maksimalistlerin gündemden düşmesini beklemeliyiz. Et ve tırnak metaforu, bir söylem olmaktan çıkıp somut bir gerçeğe dönüşüyor.

Gelişmelerden anlaşılıyor ki, Mezopotamya'nın geleceği önümüzdeki süreçte birisi etnik, diğeri ise mezhebî düzeyde iki parametre üzerinde şekillenecektir. İlk parametre geniş çaplı bir Türk-Kürt ittifâkını, diğeri ise Sünnî–Şiî ayırımını doğuracaktır.
Sûriye ve Irak orta kuşak bölgesini, Suudi ve Körfez ülkelerinin desteği ile Sünnî-Arap birliği dolduracak gözüküyor. Şiî dünyâ ise, birbirinden coğrafî anlamda kopuk iki ayrı oluşuma gebe durumdadır. Bunlardan ilki Irak'ın güney, yâni Basra bölgesini kapsıyor. Diğeri ise Sûriye'nin sahil şeridini kapsayan Nastûrî birliği olmaya aday. Her iki bölgeyi İran'ın hinterlandı olarak görebiliriz. Ama Rusya'nın Nastûrî bölgesinde azımsanamayacak, muhtemelen İran'dan daha fazla bir etkisinin olacağı muhakkaktır.
Türk-Kürt ittifakı artık olmazsa olmaz bir oluşumdur. Ne Türkiye, ne de Kürtler için başka bir seçenek yok. Bir an için PKK açısından olaya bakalım: Bilindiği gibi PKK, terörün yoğunlaştığı dönemde Sûriye ve İran tarafından destekleniyordu. Yâni, arkasında yoğun bir Şiî desteği vardı. Bu destek Lübnan içlerine kadar uzuyordu. Oysa biliyoruz ki PKK'nın temsil ettiğini iddia ettiği Kürtlerin kahir ekseriyeti Sünnî-Şâfî bir inanç yapısına sâhiptir. Yeni gelişmelerde bu desteğin yürümeyeceği açıktır. İran'ın son günlerde PKK'ya yakınlaşmaya çalışması ama her defasında PKK tarafından reddedilmesi mânidardır. Şiî Maliki rejiminin baskıladığı ve bölgesel petrol kaynaklarını kontrol etmek ve kendi yararına kullanmak isteyen Kuzey Iraklı Kürtlerin, tercihlerini Şiî bloktan yana koyamayacakları da âşikârdır. Onlar da tercihlerini Türkiye'den yana yaptılar. Bu durum Türkiye'deki Kürtleri de kapsayan bir gelişmedir.
Diğer taraftan Türkiye, son yıllarda akıllıca bir atak yaparak Kürt bölgesini ekonomik anlamda, kendi etki alanına almıştır. Sâdece petrol sevkiyatı, ticâret değil, elektrikten suya kadar en temel ihtiyaçları açısından da Türkiye, Kuzey Iraklı Kürtlerin biricik çıkış alanıdır. Bunun karşısında Türkiye'nin dış ticâret açığının omurgasını oluşturan enerji harcamalarını minimize etmesi ve önümüzdeki on yılda, 2000'li yıllarda sağladığı take-off sürecini devam ettirebilmesi için Kürt petrolü üzerinde söz hakkı kazanması gerekmektedir. Bu elbette ki doğrudan ve tek yanlı olamaz. Dolayısıyla Türkiye'nin Kürtlerle bir şekilde ittifak etmesi gerekmektedir. Dostum tarihçi Dr. Sabahattin Şen bu konuları konuştuğumuz bir sohbette, durumu tarihsel bir ironi olarak gördüğünü söyledi. Hâsılı gelişme, bu bölgede bir zamanlar uygulamış oldukları Selçuklu ve Osmanlı siyâsetlerinin bir çeşitlemesi.
Türk-Kürt blôkunun başarısı Türkiye Cumhuriyeti iktidârı olarak AK Parti ve HDP'nin atacağı adımların bileşkesi olacaktır. Burada maksimalistler ve radikallerin ne kadar etkinsizleştirileceği ve ortak siyâsal aklın ne kadar devreye konulacağı önem kazanıyor. Kürt sorununu çözeceğim derken bir Türk sorunu doğurmamak dikkât edilmesi en temel konudur.
Türkiye'nin diğer önemli sorunu olan Alevî sorunu da gündemin bir parçası olarak tezahür ediyor. Alevî nüfûsun artık önemli ölçüde kentli ve genç kuşak bir dünyâsı var. CHP bu nüfûsun siyâsal desteği ile ayakta kalabiliyor. Önemli olan, bölgesel düzeyde mezhebî tehlikeyi bertaraf ederken, ülke içinde bu gerilimi tırmandırmamak. Bu tehlikeyi gidermek ve Alevî nüfûsu kazanmaya dönük açılımların ve somut düzenlemelerin bir an evvel yapılması gerekiyor. Özellikle bu sorunu kaşıyan ve derinleştiren Almanya'nın güncellenmiş ve Türkiye'nin burnunu sürtmeye adanmış Drang Nach Osten siyâsetlerini etkisizleştirmek için bu şart. Âlevî sorununun, Kürt sorunu kadar çözümü zor bir sorun olmadığını düşünüyorum. Ama savsaklanırsa, Kürt sorununa rahmet okutacak boyutlara gelebilir. Aman dikkât!
Irak'ın orta kuşağında şekillenen ve bugün Baas kalıntısı kadrolar, bölgesel aşiretler ve elbette ki IŞİD tarafından kurulan bir ittifâkın bileşkesi olan Sünnî-Arap blok henüz olgunlaşmış değil. Ama ben ilerdeki safhalarda sürecin yumuşayacağını ve IŞİD'in siyâseten gerileyip, savaşçı kadrolarının tasfiye edileceğini düşünüyorum. Nihâî olarak orada light bir Vahabiliğin yerleşeceğini bekleyebiliriz.
Batı Sûriye'de kurulması muhtemel olan Nastûrî Cumhuriyeti ise Rusya ve kısmen İran kontrolünde varlığını sürdürebilecektir. Basra Şiî devletinin ise İran desteği olmaksızın ayakta kalması mümkün değil.
A.B.D'nin durumdan henüz emin olamadığı görülüyor. Maliki'yi tasfiye ederek ve İran ile yumuşayarak eski statükonun devam etmesi için biraz daha direnebilir. Ama artık sürecin geriye çevrilebilir bir tarafının kalmadığı âşikâr. Zannederim ki, bir süre sonra, Pasifik siyâsetlerine odaklanmak isteyen A.B.D de durumu kabullenecektir.
İsrail'e gelince durum biraz daha ilginçleşiyor. Gelişmeler elbette ki İsrail'in işine geliyor. Ama önümüzdeki on yıl düşünüldüğünde İsrail'in umudu, Doğu Akdeniz petrol ve doğal gaz kaynakları. Bunun için, kaçınılmaz olarak Filistin sorununda adım atması ve özellikle de Türkiye ile ilişkilerini düzeltmesi gerekiyor. Bu Türkiye için de gerekli. Ben, doğrusu önümüzdeki dönemde bu yumuşamayı bekliyorum.
Süreç henüz tamamlanmadı. Lübnan ve Ürdün henüz sürece dâhil olmuş değil. Lübnan içten kaynıyor. Ürdün ise Suudilere yaslanmış durumda. Bu iki ülkenin stabil kalması son derecede önemli. Değilse tabloyu yeniden tartışmamız gerekebilir.
Lâfı Türkiye'ye getirerek değerlendirmelerimizi tamamlayalım. Türkiye'nin 2014-2015 aralığında siyâsal bir kaosa düşmeden süreci karşılaması gerekiyor. Gidişat şimdilik bu yolda. Son iki senedir birileri Türkiye'nin gardını düşürmek için çok uğraştı, ama olmadı. Dileriz bundan sonra da olmaz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder