23 Haziran 2017 Cuma

itiraf ama Diana`yi öldür emrini veren???

Temmuz 1961'de dünyaya geldi. Adı Diana Spencer'di. 1981'de yaptığı evlilikle Kraliyet Ailesi'ne girdi. Çünkü o artık Prens Charles ile evliydi. Bu evlilikten Prens William ve Prens Harry dünyaya geldi. Ancak peri masalı gibi başlayan bu hayat, 1996 yılında sona erdi. Prenses Diana, Charles'ten boşanmaya karar verdi. Gerekçe Charles'in ihanetiydi. Diana, Kraliyet Ailesi'nden ayrılsa da hayatı ile gündemden hiç düşmedi. Mısırlı iş adamı Dodi El Fayed ile yaşadığı aşk ise bu gündemin ilk maddesiydi. Ancak Diana ile El Fayed'in aşkı, bir kazayla sona erdi. Diana ile sevgilisi, 31 Ağustos 1997'de Fransa'nın başkenti Paris'te geçirdikleri trafik kazasında yaşamını yitirdi. Olay kaza gibi görünse de tartışması ve suikast iddiaları hiç bitmedi. Ve bu iddialara bir itiraf eklendi. Ölüm döşeğinde İngiliz ajan Diana'yı öldürdüğünü itiraf etti. 80 yaşındaki emekli MI5 ajanı John Hopkins, bir itirafta bulunarak gündemi değiştirdi. Doktorların birkaç hafta ömrü kaldığını belirttiği Hopkins, şunları söyledi:


MI5 ajanı, Diana'yı öldürdüğü için çok üzgün olduğunu söyledi.

TEK KADIN KURBANIMDI 
"38 yıl M15 için çalıştım. Hem makine mühendisi hem de mühimmat uzmanı olarak eğitildim. 1973-1999 yılları arasında İngiliz istihbarat servisi için Prenses Diana dahil olmak üzere 23 suikast girişiminde bulundum. Zehirleme de dahil olmak üzere suikast yapmak için konvansiyonel yöntemler konusunda kapsamlı deneyime sahiptim. Diana tek kadın kurbanımdı. Ayrıca o Kraliyet Ailesi'nde öldürdüğüm tek kişiydi. Prenses Diana'ya suikast için çok kararsız kaldım. Diana hayatının baharında ölmeyi hak etmeyen güzel, kibar bir kadındı..."



Prenses Diana, 1985 yılında Buckingham Sarayı'nda Kraliyet Ailesi ile halkı selamlamıştı. Eşi Charles'ın kucağında henüz 1 yaşında olan oğlu Harry, onun yanında ise 3 yaşındaki oğlu William vardı.



TAHTSIZ GÖNÜL
, 29 Temmuz 1981 yılında Prens Charles ile evlenerek Kraliyet Ailesi'ne girdi. Ancak bu onun için mutluluğun değil ölümün işaretiydi. Diana ile evli olması Prens Charles için yok hükmündeydi. Prens Charles, evli bir kadın olan Camilla Parker Bowles ile olan ilişkisine devam etti. Bunu öğrenen Diana BBC kanalına röportaj verdi. "Bu evlilikte biz üç kişiydik. Yani biraz kalabalıktı!" dedi. Bu röportaj boşanmayı da beraberinde getirdi. Özgürlüğüne kavuşan Diana, Pakistanlı kalp cerrahı Hasnat Khan'la aşk yaşayıp tüm dikkatleri üzerine çekti. Ancak aradaki kültür farkı Khan'ın ailesinin tepkisini çekti. İkili ayrılmaya karar verdi. Diana daha sonra Mısırlı İşadamı Dodi El Fayed ile büyük bir aşka yelken açtı. Ancak bu aşk, soru işaretleri ile dolu olan bir kazayla sonlandı
.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Cesurlar salaktir!Niyemi?oku...

AA





Kendini ihbar eden FETÖ üyesine hapis şoku


Aydın'da, Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet  Yapılanması (FETÖ/PDY) soruşturması kapsamında yargılanan, meslekten ihraç  edilmeden önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına yazdığı dilekçede "20 yıldır  örgütün içinde yer aldığını yazan" öğretmen Alper Ertürk, 7 yıl 6 ay hapis  cezasına çarptırıldı.
Aydın Adliyesi 2. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davanın 2.  duruşmasına, KHK ile kapatılmadan önce FETÖ'ye bağlı okullarda çalışan tutuklu  sanık Ertürk, yakınları ve avukatı katıldı.
Duruşmada, sanığın 18 Aralık 2014'te İstanbul Cumhuriyet  Başsavcılığına gönderilmek üzere sunduğu ve "Camia, cemaat gibi adlarla anılan  hizmet hareketinin içinde 20 yıldır bulunuyorum. Eğer camia bir örgütse, Zaman  gazetesi okumak, STV izlemek suçsa ben de kendimi ihbar ediyorum. Gereğinin  yapılmasını arz ediyorum." ifadelerinin yer aldığı dilekçe okundu.
Daha sonra savunma yapan Ertürk, FETÖ üyesi olmadığını ileri sürerek,  telefonundaki ByLock programını kullandığı yönündeki iddiaları da kabul etmedi.
Mahkeme heyeti, sanığa "silahlı terör örgütüne üye olmak" suçundan 7  yıl 6 ay hapis cezası verdi.

Adalet dedigin kime göre?


KKdan kan donduran itiraf

20 yıl önce SSK Genel Müdürlüğü yapan 'nun o günlerde Akşam Gazetesi Yazarı 'ya söylediği kan donduran itirafları ortaya çıktı.Akşam gazetesi yazarı Emin Pazarcı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun 20 yıl önce kendisine yaptığı bir açıklamayı bugünkü köşesine taşıdı.
'Kılıçdaroğlu'nun 20 yıl önce kan donduran itirafı' başlıklı yazısında Emin Pazarcı, bugün 'adalet' için yürüyen Kılıçdaroğlu'nun samimi olmadığını yazdı. 20 yıl önce Kılıçdaroğlu'nun SSK Genel Müdürlüğü döneminde yargılanan bir SSK çalışanın nasıl kayırdığını anlatan Emin Pazarcı, "Kemal Kılıçdaroğlu gerçekten adalet mi arıyor? Ben bundan emin değilim. Çünkü geçmişini biliyorum" dedi ve şunları kaleme aldı:
İŞTE EMİN PAZARCI'NIN BUGÜNKÜ YAZISINDAN ÖNEMLİ DETAYLAR;
20 yıl geriye gittim, araştırdım ve belgesini de buldum.1998 Yılı'nın başlarıydı. Kemal Bey de SSK Genel Müdürüydü. Kurumda skandal denilebilecek bir uygulamayı ortaya çıkardım. Gazetecilik görevimin gereğini yapıp, kamuoyuyla paylaştım…
O İSİM GÖREVİNE DEVAM EDİYORDU
SSK'nın Bilgi İşlem Dairesi'nde büyük bir garabet vardı. Kemal Kılıçdaroğlu, akıllara durgunluk verecek bir uygulamanın altına imza atmıştı. Daha önce SSK müfettişlerince "kurumu zarara uğratmakla" suçlanan ve "Bilgisayar ihalesinde bir firmayı kayırma" iddiasıyla hakkında ceza davası açılan F.A görevine devam ediyordu.
Üstelik, yeni bir bilgisayar ihalesi gündemdeydi. Kararı yine F.A verecekti. Olacak iş değildi, ama olmuştu. Kemal Kılıçdaroğlu, bu kişiyi görevden almamakta direniyordu.
Yazdım bunları. Tabloyu ortaya koydum…
YENİ AÇILAN İHALEDE KARARI YİNE O İSİM VERECEKTİ...
Ankara 21. Asliye Ceza Mahkemesi'nde görülmekte olan davanın sanığı F.A, mağduru ise SSK Genel Müdürlüğü idi. Ayrıca Genel Müdürlük, Asliye Ticaret Mahkemesi'ne bir de alacak davası açmıştı. F.A'dan "kurumu zarara uğrattığı" gerekçesiyle tazminat talep ediyordu.
Görüntüye bakınca, tam bir kuzunun kurda emanet edilmesi durumuyla karşı karşıyaydık. F.A, zararla uğratmakla suçlandığı, mahkemelik olduğu, kendisine tazminat davası açan SSK'nın Daire Başkanlığı koltuğunda oturuyordu. Üstelik, "zarara uğratmakla" suçlandığı SSK yeni bir bilgisayar ihalesi açmıştı. Kararı yine O verecekti.

F.A'DAN BAŞKA KİMSE YOK MU?
Büyük bir skandalla karşı karşıyaydık. Durum bu olunca, bir yazı yazıp dönemin Genel Müdürü Kemal Kılıçdaroğlu'na sordum:
"Kurumla iş yapan firmaları kayırmakla suçlanan ve yargılanan bir insanın hâlâ aynı görevde tutulması sizce doğru mu?"
Ve ekledim:
"Türkiye'de bu görevi yapacak F.A'dan başka kimse yok mu?
Kemal Bey, hemen telefona sarılıp aradı. Yazdığım yazıdan dolayı rahatsızlığını ortaya koydu.
Bana ne cevap verdi biliyor musunuz?..
"F.A zaten beraat edecek" dedi.
Evet, aynen bu ifadeyi kullandı. Kendinden çok emin bir şekilde, devam etmekte olan bir davanın sonucunu söyleyip, lafı evirip çevirmeden, hiç de çekinmeden "O zaten beraat edecek" diyebildi.
Bugün çıkıp "Hayır ben böyle bir şey demedim" diyemez. Çünkü, verdiği bu cevabı 24 Şubat 1998'de AKŞAM Gazetesi'ndeki köşemde yazdım. Yayımlandı ve kendisinden de hiçbir itiraz gelmedi.

ADALET BAKANI CHP'Lİ MOĞULTAY YARGIYA MÜDAHALEYİ İTİRAF ETMİŞTİ
Ben de verdiği o cevabın ardından, aynen şu satırları yazdım:
"Sustum… Tek bir söz bile söyleyemedim. Böyle bir cevaba karşı ne söylenebilirdi?"
Bugün "adalet" dövizi elinde, "adalet istiyorum" diye yollara düşen Kılıçdaroğlu, işte böyle bir portre. Daha düne kadar devam etmekte olan bir davanın sonucunu bile önceden açıklayabiliyordu.
Çünkü, o dönem adalette bir "mezhep hakimiyeti" vardı. Hakimler ve savcılar, liyakata göre değil, görüş ve inançlarına göre seçiliyorlardı. Dönemin Adalet Bakanı Mehmet Moğultay bunu itiraf etmişti. "Partizanlık yapıyorlar, adli kadroları yandaşlarıyla dolduruyor" eleştirilerine, şöyle bir cevap vermişti:
"Bakanlığa onları yerleştirmeyip de MHP'lileri mi alacağız."
Adliye mekanizması, nalıncı keseri misali hep belli bir yöne doğru yonttuğunda, mutluydu Kemal Bey. O düzende adalet istemek hiç aklına gelmedi. Öylesine rahattı ki, bu rahatlığı kendisine pervasızca açıklamalar bile yaptırabiliyordu!
Şimdi daha iyi anlamışsınızdır, niçin "Ben Kemal Bey'in adalet için yürüdüğüne inanmıyorum" dediğimi!
.

KÜÇÜK ÜLKENİN BÜYÜK SÖMÜRGE İMPARATORLUĞU Hollanda

Anavatandan 40 misli büyük topraklarda tatbik ettiği sömürgecilik, Hollanda’nın hümanist mazisine gölge düşürdüğü gibi; şimdilerde bu ülkede yükselen faşizm, hayret ve endişe ile takip edilmektedir.
Peyniri, yel değirmenleri, bisikletleri, laleleri ve Holştayn inekleri ile meşhur Hollanda’ya Osmanlılar, Felemenk (Flaman Ülkesi) derdi. Flamanlar, bir Cermen kavmidir. Avrupalılar ise Alçak Ülkeler (Fl.Nederland, İng.Netherlands, Alm.Niederlande, Fr. Pays-Bas) diye anar. Zira ülkenin büyük kısım deniz seviyesinden aşağıdır. Kanallar ülkesidir. Fransız işgalinde kanal kapaklarını açarak, işgalcileri suya boğmuş ve vatanlarını kurtarmışlardır. Deniz kıyısına yapılan setler sayesinde çok toprak kazanılmıştır. 
Hollanda, memleketi meydana getiren eyaletlerden yalnızca birisi ve en zenginidir. Ancak uzun zamandır ülkenin kalbi mesabesinde olduğu için İngiliz ve Almanlar, bu ismi kullanmıştır. Eskiden Aşağı Lotharingia denen ülkeye XI.asırda Hollanda kontu hâkim olunca, Hollanda tabiri ortaya çıktı.
 
Endonezya Prensi Dipo Negoro'nun Hollanda Generali De Kokck'a teslim oluşu - Nicolaas Pieneman'ın tablosu
Seçilmiş krallar
Felemenk eyaletleri, uzun zaman Habsburg İmparatorluğu’na bağlı yaşadı. Protestanlık yayıldı. Katolik Alman imparator, bu yeni mezhebi önlemeye çalıştı. Yüzbinlerce Flaman, meydanlarda yakıldı. Yine de Protestanlık Hollanda’da yerleşti. Belçika ise Katolik kaldı. Artık Habsburglar ülkeyi elde tutamadılar. 1581’de Birleşik Eyaletler adıyla müstakil oldu. 7 eyalet, devlet başkanını (sthathouder) seçerdi. Umumiyetle bu kişi Nassau-Orange hanedanından olurdu. Bugün de kral, bu ailedendir.
Hollanda kısa zamanda büyük devletler arasına girdi. 1713’e kadar da böyle tanındı. Nüfusun yoğun olduğu bir yerdi. Amsterdam 1590’a doğru 190 bin nüfusla Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biriydi. Deniz ticareti, bankacılık, mücevhercilikle zenginleşti. İstiklalini biraz da bu sayede elde edebildi. Amsterdam, Avrupa’nın borsası oldu. Amsterdam Bankası, Batı Hind Kumpanyası ile beraber, adeta devlet içinde devlet gücü kazandı. Hollanda korsanları, 1623-1636 arasında 545 İspanyol gemisini vurup, İspanya’ya ağır bir darbe indirerek mahvını hazırladılar.
Hollandalılar, Amerika’ya ilk gidenlerdendir. New York’un adı, eskiden Nieuw Amsterdam idi. Japonya’ya ilk ayak basan beyazlar da Hollandalılardır. Asya’da Portekizlilerin yerini aldılar. Güney Amerika’daki Surinam (Hollanda Guyanası), bunun kuzeyindeki Hollanda Antilleri, Güney Afrika’da Cape, Asya’da Seylan ve Endonezya adaları Hollanda sömürgesi oldu. 1700’de anavatan 32 bin km2 ve nüfusu 1,7 milyon iken iken; sömürgeleri, 1 milyon km2 ve 7,5 milyon nüfusa sahipti. Nüfusundan fazla sömürge sahibi olan ilk Avrupa devletidir.
 
Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin gemisi. Sağda Endonezya'da Hollanda sömürge askeri (1910)
Amsterdam-İstanbul hattı
Hollanda-Türkiye münasebetleri 1612’de Sultan I. Ahmed’e gönderilen sefir Cornelis Haga ile başlar. Ama daha evvel Osmanlılar, İspanyol Armadası’nı mağlubiyete uğratarak, hem İngiltere’ye, hem Fransa’ya, hem de Hollanda’ya rahat nefes aldırmıştı. Bu sebeple her üçü, varlığını biraz da Osmanlılara borçludur. Aksi takdirde burada İspanyol hâkimiyeti kaçınılmazdı.
Hollanda’da İspanya’ya karşı isyanın başladığı 1567’de isyanın lideri Willem Orange, Osmanlı padişahı Sultan II. Selim’den yardım istemişti. Padişah, ‘düşmanının düşmanına’ yardım vaadinde bulunmuş; ama 1571 tarihli İnebahtı Bozgunu buna imkân vermemişti. O sıralar ‘Liever Turks dan Paaps’ (Katolik olmaktansa, Türk olmayı tercih ederim) sloganı popüler olmuştu. Hatta bazı Hollandalılar, şapkalarına bu sloganın yazılı olduğu hilal şeklinde madalyonlar iliştirirdi.
Zeki elçi Haga, padişahın hocası meşhur mutasavvıf Aziz Mahmud Hüdai’yi ziyaret ederek, itimadını kazandı. Bunun vasıtasıyla padişahla görüştü. Felemenk’e ticari imtiyazlar koparmaya muvaffak oldu. Cebelitarık’tan itibaren tüm Kuzey Afrika, Mısır, Arabistan, Anadolu, Balkanlar, Ege Adaları, Karadeniz ve Kırım gibi Osmanlı coğrafyasında Hollanda gemileri kendi bayrakları altında ticaret yapabilecekti. İstanbul’daki İngiliz, Venedik ve Fransız sefirleri, bunu engellemeye çok çalışmışlarsa da muvaffak olamadılar. Zira Hollanda’nın himayesinin, Osmanlı dış politikasına yardımcı olacağını düşünen Sadrazam Halil Paşa, Haga’nın sağlam bir koruyucusu idi.
Akdeniz Ticareti
Bu imtiyazlar, Hollanda’ya Akdeniz’de canlı bir ticaretin kapısını açtı. Halep, İskenderiye, Kıbrıs, Mora, İnebahtı, Eğriboz, Mezistre, Venedik, Cenova, Zante, Livorno ve Sicilya’da peş peşe konsolosluklar kuruldu. Ticaretin diplomatik altyapısı hazırlandı. Bu imtiyazlar, Hollanda’ya siyasî bir güç kazandırdı. Hollandalılar, İstanbul ile iyi münasebetleri sayesinde, Avusturya ve Rusya savaşlarında, arabuluculuk vazifesini üstlenmişlerdir.
1620 yılında 200’den fazla Hollanda gemisi Akdeniz’de faaliyet gösteriyordu. 1625’te Akdeniz Ticaret ve Seyrüsefer Müdürlüğü (Dutch Levant Company) kuruldu. Bu devir, Hollanda’nın Altın çağı kabul edilir. Hindistan yolu bu vesileyle Hollandalılara açılmıştır.
             Hollanda Doğu Hindistan'ında kahve işçileri 1900'ler
Maziye düşen gölge
Hollandalıların hayat tarzında, inanç ve bilginin mantıklı bir birleşimini aksettiren Hollanda hümanizmi ciddi bir tesir yapmıştır. Rönesans’ın mimarlarından Erasmus’un vatanı Hollanda şehirlerinde, tarih boyunca nisbî bir tolerans ve hürriyet hâkim oldu. Siyasî ve dinî baskılar sebebiyle yurtlarından ayrılan çok kişi ve topluluklar Hollanda’ya sığındı. Bu hareket, XX.asırda da sürdü. Şimdi nüfusun %2’si Türk, %2’si Faslı ve %2’si Endonezyalıdır.
Bütün bu mazisine rağmen, sömürgecilik furyasına kapılmaktan kurtulamadı. Bir yandan sömürgelerini demiryolu ve saire ile imar edip hayat standartlarını yükseltmeye çalışırken; medeniyet misyonu adı altında sömürgeciliği meşrulaştırma çabasına girişti. Bu meyanda en büyük sıkıntı Endonezya’da yaşandı. Öteden beri müstakil sultanlıklar halinde yaşamaya alışmış Cavalıların isyanları kanlı bir şekilde bastırıldı. 1873’te başlayan ve 1903’e kadar devam eden Açe isyanında, yerli halktan çoğu sivil 70 bin kişi öldü.
 Endonezya'da bir Hollandalı Aile
Halifenin yardım eli
İstanbul, el altında Açelilere destek olmaya çalıştı; ama ekonomik ve politik zorluklar, buna tam manasıyla imkân vermedi. Hollanda, bu büyük kıtayı elinde tutacak askeri güce sahip eğildi. Bunun için mahalli halkla işbirliği yapması gerekiyordu.  Belli başlı kabileleri para ve başka yollarla elde etmeye çalıştı. Bir yandan da halkın, dünya Müslümanları ve bilhassa Hilafet merkezi İstanbul ile irtibatını kesmeye çalıştı. Endonezyalı Müslümanların hacca gidişi yasaklandı.
XX.asırda sömürgelerinin hepsini kaybetti. Şimdi elinde sadece Hollanda Antilleri kaldı. Avrupa’nın bu küçük ülkesinin, anavatandan 40 misli büyük topraklar üzerinde kurduğu sömürge imparatorluğundaki politikası, hümanist mazisine gölge düşürdüğü gibi; şimdilerde bu ülkede yükselen faşizm, hayret ve endişe ile izlenmektedir.

Viyanadaki Türk izleri

"İtalyanların ulusal yemeği nedir?" diye sorsanız, çoğunluk hiç düşünmeden "Makarna!" diyecektir. Aynı soru Fransızlara sorulsa, onlar büyük olasılıkla onlar "croissant" diye yazdıkları, bizim pastacılık literatürümüze de "kruvasan" olarak giren bir çöreğin adını söyleyeceklerdir. Paris'te sabah kahvaltısı da veren bir barın önünden geçtiyseniz, büyük olasılıkla fırından yeni çıkan, yağlı hamurundan yapılmış kruvasan ile taze çekilmiş kahvenin insanın başını döndüren koku beraberliği ile tanışmışsınızdır. Nitekim bir Fransız için sabah keyfi, çanak büyüklüğünde bir fincan sütlü kahveye batırılarak yenen hilal şeklinde, tereyağlı taptaze kruvasandan ibarettir. Kruvasanın şatobriyan, makaron, fuagra gibi bir Fransız icadı olmadığını kim iddia edebilir? Çoğu Fransız kruvasanın ilk kez kendi ataları tarafından yapılmış bir çörek olduğunu sanır. Fransızları ve Fransız hayranlarını hayal kırıklığına uğratacağımı bile bile işin doğrusunu açıklayayım: Kruvasan bir Fransız çöreği değil. İlk kez Viyana'da ortaya çıkmış ve onun ilk yapılışı Osmanlı savaşlarıyla geçen 17. yüzyıla dayanıyor. 

BİRÇOK EFSANE VAR 
Bugün Türkleri Avrupa Birliği'nde görmek istemeyenlerin genlerinde, o dönemde yaşayan atalarından kendilerine kadar ulaşan, Türklerin bütün Avrupa'yı ele geçirmelerine ramak kaldığı 1529'daki birinci ve 1683'deki ikinci Viyana kuşatmalarının korkusu gizli. Özellikle ikinci kuşatmada kent sadece abluka altına alınmakla kalmadı. Tepeden tırnağa silahlı Osmanlı ordusu Viyana'nın dünyayla bağlantısını kestikten sonra, top ateşiyle kent surlarında gedikler açmaya da başladı. Viyana halkı kıtlık ve yorgunluktan bitkin düşmüş, cephaneleri iyice suyunu çekmişti. Batı dünyasının karabasanı gerçekleşiyordu; Türk orduları Hıristiyanlığın doğudaki son önemli üssünü ele geçiriyordu. Ama Viyana düşmedi. Polonya Kralı Jan Sobiyeski yönetimindeki Alman-Polonya kuvvetleri Köprülü Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu geri püskürttü. Buraya kadarı gerek bizde, gerekse Avrupa'nın bütün ülkelerinde tarih derslerinde öğretiliyor. Ancak kruvasanın tarihçesi bu kadar kesin değil. Daha doğrusu bu hilal şeklindeki çörekle ilgili birden çok efsane var; kimse tam olarak gerçeğin ne olduğunu bilmiyor. Ben sizlere onunla ilgili akla en yakın öyküleri aktarayım, artık hangisini daha çok yakıştırırsanız, o versiyonu kabul edin. 

1. ÖYKÜ
Türkler Viyana'yı kuşattıklarında şehir surlarının altından bir tünel kazarlar, buradan gizlice içeri sızıp bir baskınla kenti ele geçirmeyi planlamaktadırlar. Viyana'nın sabaha kadar ekmek yapan fırıncıları gecenin sessizliğinde yeraltından sesler duyarlar ve nöbetçileri uyarırlar. Kuşatma kalktıktan sonra da fırıncılar bu olayın anısına Türk sancaklarındaki hilalden esinlenerek ay şeklinde çörek yapmaya başlarlar. 

2. ÖYKÜ

Kuşatma sırasında kenti kurtarmak üzere gelmesi beklenen Polonya ordusuna bilgi götüren Sırp casusu Kolçinski, Osmanlı ordusunun geri çekilmesinden sonra Viyana'da açtığı kahvehanede ilk kruvasanı yapar. 

3. ÖYKÜViyanalı pasta ustası Leo Navrantil kuşatma sırasında Viyana'nın ilk kahvehanesini açar ve burada hilal şeklindeki ilk çöreği üretir. 

4. ÖYKÜ
Kuşatmadan sonra Viyanalı fırıncı ustası Peter Wender, Osmanlı sancağındaki hilali alaya almak amacıyla onun hamurdan bir taklidini yapar. Ona bugün Avusturya'da kruvasan için kullanılmakta olan Kipferl adını verir. 

5. ÖYKÜ
Hilal şeklinde çörek Viyana'da değil, yakınlardaki Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de ilk kez yapılmıştır. Görüldüğü gibi, bizim yoğurdumuzun, beyaz peynirimizin üstüne konanlar gibi kruvasana da sahip çıkanlar çok. Kuşkusuz kruvasanın geçmişine ilişkin daha başka öyküler de var. Ancak hemen bütün öyküler kaynak olarak Viyana'yı gösteriyor ve Osmanlı kuşatması bu kenti hedef aldığına göre, Osmanlı tehlikesinin kalkmasına en çok sevinenlerin de Viyanalılar olması doğal. Nitekim sadece kruvasan değil, ortası haşhaş tohumlu bugün bizde de satılan ayçöreği, yine hilal şeklindeki değişik hamur çeşitleriyle yapılan kurabiyeler 17. yüzyıldan sonra Viyana'dan Avrupa'nın diğer merkezlerine yayıldı. Öte yandan kahve gibi kaliteli kruvasanların yapıldığı milföy hamurunu da Viyanalılar büyük olasılıkla Türklerden öğrenmişlerdi. Kuşatmanın kalktığı 1683'ten 1770 yılına kadar Fransızların kruvasanla ilgileri yok. 1770'de Avusturya İmparatoriçesi Marie Theresa'nın 15. çocuğu Marie Antoinette, Fransız Veliahtı Louis August ile evlendi ve Paris'e taşındı. 1774'te ise Kral XV. Louis çiçek hastalığından ölünce, Marie'nin kocası XVI. Louis adıyla tahta çıktı. Avusturya asıllı yeni kraliçenin hilal şeklindeki çöreği önce Fransa saray çevrelerine tanıttığı konusunda tarihçiler görüş birliği içindeler. Buna önce Türk çöreği denmiş, ardından büyüyen ay anlamına gelen croissant olarak adlandırılmış. Kruvasan sadece sarayda sevilmekle kalmamış. Sıradan halk da onun bağımlısı olmuş. Bugün Fransız kahvaltısının simgesi haline gelen bu çöreği kendilerine armağan eden Avusturyalı prensese Fransa halkı teşekkürlerini nasıl ifade etti dersiniz? İhtilalde onu ve kocasını giyotine çıkarıp ikisinin de kellesini keserek!.. Kruvasanı sevseler de Avusturyalı gelinlerini sevememişti Fransızlar. Ne diyeyim, insanlar bazen nankör olabiliyor... Fransızların ulusal çörekleri, hilal şeklindeki kruvasanın yanında içtikleri kahvenin Paris'e geliş öyküsünü ise artık haftaya ele alırız.
Viyana’dan söz açıldığında ya da bu güzel başkenti gezerken aklımıza ilk gelenler arasında her an havaya karışan, burun deliklerimize girdikten sonra ruhumuzun rafine zevk merkezlerini okşayan, bizi kendine çeken kahve ve kokusu yer alır. Oysa beş yüz sene öncesine kadar kahveden habersiz yaşayan Viyana’da geleneğin başlangıcını Osmanlı ordularının yaklaşık yüz elli sene ara ile iki kez şehri kuşatmasında aramak gerekiyor.
Arzu ederseniz önce kısaca kuşatmalara değinelim. Çünkü çocukluğumuzdan beri bize öğretilenlerde bazı yanlışlık ve eksiklikler var. Okuldaki tarih derslerimizi anımsayın. Viyana Kuşatmaları her zaman ‘Osmanlı’ya tüm Avrupa yolunu açacak kilit’ olarak anlatıldı. Oysa Viyana’yı alsaydık, sonrasında Avrupa’da hangi noktaya kadar ilerleyebilirdik, düşünmek gerekiyor. 1529’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından gerçekleştirilen Birinci Viyana Kuşatması ile, 1683 yılında IV. Mehmet ile gerçekleştirilen ikincisini, kahramanlık edebiyatını bir kenara koyup akademik yöntemlerle değerlendirelim.
Osmanlı yönetiminde, planlama ve politik kurguların en azından Duraklama Dönemi sonlarına kadar gerçekten benzersiz olduğunu görürüz. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman gibi bir deha, danışmanları ile verdiği önemli kararlarda her türlü değişkeni dikkate almakta idi. Viyana bir şekilde alınsaydı bile büyük bir olasılıkla fetihler daha Batı’ya doğru devam etmeyecekti. Çünkü Kanuni Avusturya Arşidükü Ferdinand’a yalnızca bir ders vermek, Osmanlı’nın gücünü göstermek için Viyana’ya gelmişti. Daha Budin merkezli Macaristan’daki askeri yapıyı sağlamlaştırmadan Viyana ve devamına yürümek stratejik ve lojistik açıdan doğru olmayacaktı.
Osmanli Ordusu Kahlenberg TepesindeOsmanlı Orduları Kahlenberg Tepesi’nde
Zaten umulandan çok daha sağlam bir direniş ilk kuşatmayı başarısız kılmış ve Ordu-yi Hümâyûn İstanbul’a dönmüştü. İkinci kuşatma ise buna ön ayak olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kendi yaşamına mal olmuştur. Bu başarısızlık psikolojik savaş taktikleri açısından da, Osmanlı Ordusu için çok büyük kayıptır. Bugün Avusturya’nın başkentinde ‘Her Viyanalı Türkleri durdurduğu için gurur duyar’ denir. Doğrudur, kuşatmanın dayandığı duvarlar günümüzde Osmanlı gülleleri ile yan yana duran ve benzer cümlelerin yazılmış olduğu plaketlerle doludur. Yıllar önce de bir Viyana tramvayında yaşlı bir hanımın torununu uslu durmazsa, gelecek olan Türklere vermekle tehdit ederek susturmaya çalışıtığına kulak misafiri olmuştum.
platesViyana Duvarlarında Kuşatmanın 300. Yılı Plaketi  ve Osmanlı Gülleleri
Bu kuşatmalar beraberinde doğru yanlış efsaneleri ve hikayeleri de beraberinde getirmiştir. Örneğin son çare olarak Osmanlı ordusundaki lağımcıların patlayıcı yerleştirmek üzere gece sur altlarını kazmaya başlamaları, bu gürültüleri duyan ve yerin altında sabah ekmek yapan fırıncıların durumu komutanlara haber vererek kahraman olmaları anlatılanların başında gelmektedir. Kuşatma öncesi pide gibi düz hazırlanan ‘Croissant’ (Krosan Çöreği) Viyanalı fırıncılar tarafından kuşatma sonrası kahraman ilan edilen Polonya Kralı Sobieski’ye Osmanlı Sancağı üzerindeki hilali andıran şekli ile sunulmuş ve sonrasında tüm Avrupa’ya ‘Viyana Çöreği’ (Viennoiserie) olarak yayılmıştır. Hatta eşi XVI. Louis ile giyotin kurbanı olan Viyanalı Marie Antoinette, tam adı ile Maria Antonia Josepha Johanna de Habsbourg-Lorraine, Fransa’ya gelin giderken bu alışkanlığı da yanında götürmüş ve Fransızları bu tat ile tanıştırmıştır. Düşünüyorum da aslında tuzlu Bagel bile, şeklini simitlerimizden almış olabilir.
Croissant Viennoiserie Viyana Ay ÇörekleriCroissant Viennoiserie (Viyana Ay Çörekleri)
Kuşatmalarla ilgili bir diğer söylence de müzikle ilgili. Geri dönerken ağırlıklarını bırakan Osmanlı Ordusu’nun ganimetleri arasında Mehter Takımı simballeri, kös davulları, hatta üçgen ziller (triangle) bulunmakta. Bu aletler kuşatma sonrası Batı Müziği’ne girmiş. Aslında ağır, taşınması zor simbal ve davullar anlaşılabilir de, küçücük ve hafif üçgen zilin cebe konularak geri götürülebileceğini düşününce gülümsemekten kendimi alamıyorum.Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin zimmetli demirbaşını bırakmak hoş değil.
Sözü artık kahveye getirecek olursak, gerçekten de Osmanlı Ordusu geri dönerken diğer tüm gereksiz ağırlıklarla beraber çekilmemiş kahve çuvallarını da bırakmıştır geride. Surların dibindeki kahve çuvalları da göstermiş olduğu kahramanlıklar nedeni ile kuşatma sonrası Ukrayna asıllıPolonyalı Jerzy Franciszek Kulczycki’ye verilmiştir.
Ukrayna - Polonyali Jerzy Franciszek KulczyckiUkrayna – Polonyalı Jerzy Franciszek Kulczycki
Kulczycki’nin kahramanlığı da ilginç aslında. Ukrayna’da doğan ve Belgrad’da bir süre çalışan bu genç akıcı bir Türkçe öğreniyor. Daha sonra Viyana’da yaşamaya başlayan bu tüccar, şehir kuşatmanın sonlarına doğru açlıktan kırılırken bir gece Türk giysileri ile surlardan gizlice dışarı çıkıyor ve Mehter Marşları mırıldanarak şehrin hemen dışındaki Kahlenberg Tepesi üzerinde konuşlanmış Osmanlı Ordusu’nun uzağında bekleyen Lorraine Dükü Charles’a ulaşıp son haberleri alıyor. Dük’ten çok yakında büyük bir Haçlı Ordusu’nun kuşatmayı kırmak üzere yardıma geleceğini öğreniyor ve hemen geri dönüp bu bilgiyi Viyana’ya ulaştırıyor. Tam şehrin anahtarını Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya vermeyi düşünen Şehir Konsül Heyeti de, savunmaya son güçleri ile devam etme kararı alıyor.
Kuşatma sonrası bu tüccar da, kendisine verilen çuval çuval kahve ile Avrupa’nın üçüncü, Viyana’nın ilk cafesini Schlossergasse’de açıp adını ‘Hof Zur Blauen Flasche’ yani ‘Mavi Şişenin Altındaki Ev’ koyuyor. Bu arada Cappuchin rahip arkadaşı Marco d’Aviano da acı kahveyi bal ve süt ile tatlandırıp köpürttüğünde elindeki karışımın rengi kendi elbisesini andırdığından, hemen isim babalığı yapıyor ve  Kutsal Roma İmparatoru I. Leopold’e sunulan bu özel sunuma ‘Cappuchino’ denmeye başlıyor.
CappuchinCappuchino’ya Adını Veren Viyana Manastırı ve Rengini Veren Cappuchin Rahibi 
Kulczycki iyice tanınmaya başladığında işi abartıp büyük bir pazarlama taktiği ile kahveyi Yeniçeri giysileri ile sunmaya başlıyor. Osmanlı’nın hiç kullanmadığı sütü de bol tutuyor farklı tatlar bulabilmek için. İşte o günlerden sonra kahve Viyana’nın adeta bir parçası oluyor.
Kolschitzky CaddesiViyana Merkezindeki Kulczycki Caddesi ve Yeniçeri Giysileri ile Kahve Sunumu
Karlı bir 20 Şubat 1694 sabahı Kulczycki yaşama veda etse de günümüzde tüm Viyana Café  sahiplerince ‘Pir’leri sayıldığından, anısı her sene Ekim ayında yapılan bir festivalle yaşatılıyor ve café camlarına resimleri asılıyor. Bugün Viyana merkezde yer alan Kulczycki Caddesi’nin başındaki bir binanın köşesinde de büstü yer almakta. Viyana’da iseniz en azından bir kere adeta sanat eseri gibi pastalar yapan, kahve için onlarca seçeneği menüsünde sunan tarihi café’lerden birine mutlaka gidin. En güzelleri arasında Sacher, yaya yolu ve lüks alışverişin merkezdeki kilise ile kesiştiği noktaya yakın Kohlmarkt’taki DemelBelediye Sarayı yanında Cafe EinsteinCafe Mozart, bohem havası ile Cafe Hawelka ve Central Cafe sayılabilir.
Günümüzde tarih bilen her Viyanalı, kahvesinden ilk yudumu alırken mutlaka bu ilginç, kahramanlıklarla dolu, renkli ve hüzünlü hikayeleri anar


İki bin on üç yılının bir bahar günü, Avusturya Bilim ve Teknoloji Enstitüsü'nde, öğle yemeğinde Murat Tuğrul'la bir araya geldik. Biyolojiden matematiğe, akademiden politikaya uzanan pek çok başlıkta görüş alışverişinde bulunduk. O gün başlayan arkadaşlığımızın devamında güzel bir ürün ortaya çıktı. Viyana Kahvelerinde Bilim Tarihi adlı e-kitabımız, Aralık 2015'te, Bilim ve Gelecek Kitaplığı bünyesinde okuyucularla buluştu.
Freud, Gödel, Boltzmann ve Schrödinger'le ilgili araştırmalar yaparken kentin kahveleri ve kahve kültürü üzerine de bilgi toplamıştık. E-kitap projesi tamamlandıktan sonra bu konulara yönelik kaynakları taramayı sürdürdüm. UNESCO tarafından 2011 yılında Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi'ne alınan Viyana Kahve Kültürü (Die Wiener Kaffeehauskultur) artık dünya çapında tanınmaktaydı.

Kuşatma, Osmanlılar ve kahve çuvalları

Mekke'de henüz 12. yüzyılda kahveler varken Avrupa'daki ilk kahvenin 1647'de, Venedik'te açılmış olması şaşırtıcıdır. Viyana'nın kahveyle tanışması ise 1683 yılını bulmuştur. 2. Viyana Kuşatması yalnızca kruvasanın ortaya çıkışının değil, aynı zamanda Viyana'da kahve döneminin başlamasının da sebebidir.

Mısır'ı fetheden Osmanlıların 1517'de bölgeden kahve getirdiği bilinse de 1. Viyana Kuşatması'nda (1529) ordunun buraya kahve taşıyıp taşımadığı konusunda maalesef bir netlik yoktur. Bilinen bir diğer şey, 7 Temmuz 1683'te Viyana'ya ulaşıp kenti ikinci kez kuşatan Osmanlı ordusunun bol miktarda kahve getirmiş olmasıdır.

Çevirmen Kolschitzky ve savaş ganimeti

Kuşatma nedeniyle Viyana'nın dünyanın geri kalanıyla bağlantısı kesilince Kont Rudiger von Starhemberg bir gönüllü aramaya koyulmuştur. Görevi gereği bu kişi Osmanlı askerlerine yakalanmadan yardım çağrısını ilgili yerlere ulaştıracaktır. Osmanlıların dilini ve geleneklerini bilen, çevirmenlik yapmış olan Georg Franz Kolschitzky (1640-1694)* gönüllü olur. Bir Osmanlı üniforması giyen Kolschitzky, 13 Ağustos'tan itibaren birkaç defa kuryelik yapar ve yakalanmaz. Sonunda Polonya Kralı Jan Sobieski komutasındaki kuvvetler Kahlenberg'de toplanıp saldırıya geçer. 12 Eylül'de bozguna uğrayan Osmanlılar geride 25.000 çadır, 10.000 öküz, 5.000 deve, tonlarca tahıl, bol miktarda altın ve çuvallar dolusu kahve bırakır.

Savaş ganimeti paylaşılırken Avusturyalılar kahveyle ilgilenmez. Kolschitzky kahve çekirdeklerini alır ve bir barakada Türk kahvesi servisine başlar. İddialara bakılırsa bir yer kiralamadan önce ev ev dolaşıp kahve satmış, Viyanalılara kahvenin nasıl yapıldığını öğretmiştir.

Kolschitzky Viyana kahvelerinin koruyucu azizi olarak onurlandırılmış** olsa da kimi kaynaklara göre kentteki ilk kahveyi açan kişi, İstanbul doğumlu Ermeni ajan Johannes Diodato'dur (1640-1725). Hatta 4. Viyana'daki Johannes Diodato Parkı'nın girişindeki tabelada böyle bir bilgi yazılıdır. Kolschitzky'nin Osmanlı ordusundaki deneyimlerinin aksine, Diodato çekirdeklerin nasıl işleneceğini memleketinde öğrenmiştir.

18. ve 19. yüzyılda Viyana kahveleri

Kent merkezindeki Kramersches Kaffeehaus'un 1720'de, müşterilerinin okuması için gazete bulundurmaya başlaması bir ilktir. Sıcak yiyecekler ve alkol servisiyle birlikte gazetelerin varlığı büyük bir adımdır. 1808'de Napolyon'un yürüttüğü savaşlar kahve çekirdeği fiyatlarını artırınca iş yeri sahipleri yemeğe ağırlık vermiştir. 1814/1815 Viyana Kongresi'nin ardından gelişmeye devam eden Viyana kahveleri, Avrupa'da kaliteli bir hayatın somut göstergesi olmuş; Venedik, Prag, Zagreb gibi kentlerde bu tip kahveler yaygınlık kazanmıştır.

Piyano dinletileri, geniş odalar, kırmızı kadifeyle kaplı koltuklar, sandalyeler ve görkemli şamdanlar iyi bir kahvenin işaretleridir. Viyana'da kahvenin yanında su getirilmesi, kimi mekânlarda kâğıt oyunları ve bilardo oynanabilmesi, insanların rahatsız edilmeden saatlerce oturabilmesi buraları daha da özel kılmıştır. 1839'da kent merkezinde 80, kenar mahallelerde 50 tane kahve hizmet vermektedir. 1856'ya kadar kahvelerde sadece kasiyer olarak görülen kadınlar sonrasında ziyaretçiler arasında da yerlerini almıştır.

Michaelerplatz'a bakan Café Griensteidl 1890 yılı civarında edebiyatçıların toplanma yeri hâline gelmiştir. Jung Wien (Genç Viyana) isimli grupta Karl Kraus, Arthur Schnitzler gibi şöhretli isimler vardır. Yazarlar elbette tek bir mekânla sınırlı kalmamıştır. Öne çıkan diğer iki yer Café Central ve Café Herrenhof'tur. Café Museum ise ressamların ilk tercihidir.

Savaş ve sayılar

Küçük evlerde yaşayan Viyanalılar için kahveler bir nevi oturma odası ve buluşma noktasıdır. 1. Dünya Savaşı'nın ardından dans etme imkânı taşıyan kahveler de açılmıştır. Ekonomik krizin etkisini iyice hissettirdiği 1930'larda, rağbet gören ürünler kahvelerde gizlice takas edilmektedir.

Nazilerin 1938'de Avusturya'yı ele geçirmesiyle birlikte, özellikle 2. Viyana'da Yahudiler tarafından işletilen kahvelere el konulmuştur. O yıllarda Yahudi aydınları ve sanatçılarının ikinci evleri bu mekânlardır.

Viyana kahvelerinin eski moda olarak görülmesiyle beraber 1950'lerde bir kriz yaşanmıştır. İtalyan tarzı espresso barlar daha popüler hâle gelmiş, 1980'lere varıncaya dek pek çok geleneksel kahve kapanmıştır.

2. Viyana Kuşatması'nın ve kahvelerin 300. yılında (1983) bu kültür yeniden değer kazansa da 2012-2016 rakamları karşılaştırıldığında bir düşüş söz konusudur. 2012'deki kahve, kafe-restoran, espresso bar ve kafe-tatlıcıların yaklaşık sayıları sırasıyla 900, 800, 680 ve 120 imiş. 2016 sonundaki rakamlar ise yine sırasıyla ancak bu kez tam olarak şöyle: 809, 647, 385 ve 97. Görüldüğü gibi her kategoride, özellikle espresso barlarda ciddi bir kayıp var. Modern bir kafeden çok daha fazlasını ifade eden geleneksel Viyana kahveleriyse inatla ayakta durmaya çalışıyor.

Miras

Klasik müziğin başkenti unvanını taşıyan Viyana için uluslararası alanda mother of cafés şeklinde bir tanımlama daha yapılması şaşırtıcı değildir. Dünyanın dört bir yanından gelen turistler bu ifadenin farkındaymışçasına soluğu Viyana kahvelerinde almaktadır. Café Central'de Kurt Gödel'in formüllerini, Café Hawelka'da Nâzım Hikmet'in dizelerini bulmak isteyenlere davetimdir: Gelin, piyano eşliğinde bir kahve içelim… 
* Kolschitzky'nin Polonyalı mı Ukraynalı mı olduğu tartışması hâlâ devam etmektedir.

** Kolschitzky ile ilgili Viyana'daki ev, heykel vb. anılar Avusturya Bilimler Akademisi'nin aşağıdaki sayfasında listelenmiştir. 4. Viyana'daki ünlü heykeli, avluyu ve duvar çizimini gördükten sonra Johannes Diodato Parkı'na uğrayabilir, ardından Café Sperl'de kahvenizi yudumlayabilirsiniz.

Avrupa'nın kalbi sayılan şehirlerden Viyana'yı Osmanlılar iki defa kuşattılar. 1529 ve 1683 tarihli bu iki kuşatmadan netice alınamadı. Ancak Viyanalılar bunları hiç unutmadı. Her sene şehirlerinin Türklerden kurtuluşunu kutlamaktadırlar. Üstelik şehrin her yanında, o devirden kalma hatıralar vardır. Asırlarca Osmanlı hâkimiyetinde kalmış Balkan şehirlerinde bile bu kadar Türk izine rastlamak mümkün değildir
 

Sultan I. Mahmud'un elçİsİnİn resmİ bulunan saray
Osmanlıları yenen meşhur kumandan Prens Eugene, elde ettiği servet ile şimdi resim galerisi olan bu Viyana'nın sembollerinden  Belvedere Sarayı'nı yaptırmıştır. Duvarında Prens Eugene'i, Sultan I. Mahmud'un elçisi ile görüşürken tasvir eden bir resim asılıdır.
 

O GÜNÜ HÂL UNUTAMADILARViyana'ın en eski ve büyük parklarından olan Prater'de, 1920'lerden kalma bir dönme dolap hâlâ çalışmaktadır. Bunun müzesinde, Viyana tarihini tasvir eden resim ve biblolar vardır. En dikkat çekici olanı ise Osmanlı İmparatorluğunun 1683'teki II. Viyana Kuşatmasıdır. Kuşatmanın 200. yıldönümünde Stefan Katedrali'nde mermerden bir âbide yaptırıldı. Türkenbefreiungsdenkmal (Türklerden Kurtuluş Âbidesi) adlı anıtta  üzerinde Türklerden kurtuluşa yardımcı olan tarihî şahsiyetler tasvir edildi.
 

“ALLAH ALLAH”SESLERİ
Fırıncı Josef Schulz, kuşatma sırasında bir gece fırının bodrumundan ses geldiğini işitir. Bu, şehre doğru tünel kazan Osmanlı lağımcılarının “Allah Allah” sesleridir. Mesele anlaşılınca, bodrumu suyla doldurarak teşebbüsü engellerler. Baba Schulz böylece bir halk kahramanı olur. Fırıncıların bu kahramanlığı hatırına 1783'te Innungshaus yaptırıldı.
 

KALEYİ DELEN ÇERKEZ DAYI
Evliya Çelebi'nin anlattığına göre 1. Kuşatma sırasında surlarda açılan bir gedikten şehre dalan Osmanlı askeri Çerkez Dayı, neden sonra içeride tek başına olduğunu fark eder ve şehid olana kadar çarpışır. Kral Ferdinand bu büyük kahramanı şehid olduğu eve defnettirir. Gâvur Sokağı'ndaki (Strauchgasse) bu evin köşesinde Çerkez Dayı'nın kılıç sallayan bir heykeli bulunmaktadır.
 

UYANIK LEH KAHVEMİZİ KAPTI!
Osmanlı çadırlarında bulunan çiğ kahve çekirdekleri sayesinde, Viyanalılar kahve tiryakisi olmuş, Viyana da kahvesi ve kahvehaneleriyle tanınmıştır. Kuşatma sırasında tercümanlık maksadıyla Osmanlı hatlarına girip çıkan Leh Yahudisi Kolschitzky, herkesin deve yemi zannettiği çuval içindeki çekirdekleri tanıyıp satın alarak çeşitli tecrübelerden sonra süt ve şeker eklemek suretiyle bugün Melange denilen an'anevî Viyana kahvesini bulmuş; şehirdeki ilk kahvehaneyi açmıştır.
 

“TÜRKLER GELİYOR” ÇANI! 
Osmanlılardan kalma 200 kadar top ve diğer metal silahlar eritilip 1711'de Pummerin adı verilen büyük bir bronz çan yapılarak Stefan Katedrali'ne asıldı. Yaklaşan Osmanlı tehlikesi kiliselerde çalınan çanlarla haber verilirdi. Papa III. Calixtus'un emriyle 1456 tarihli Belgrad Kuşatması'ndan beri Avrupa'da Türk çanı adıyla bütün kiliselerde muayyen zamanlarda çan çalınmakta; muayyen dualar okunmaktadır. St. Stefan Katedrali'nin dışında kuzey duvarında bulunan Capistrankanzel adı verilen heykelde,  Türklerin gazabı hakkında vaazlar veren Johannes von Capistrano'nun ayakları altında ezilen bir yeniçeri tasvir edilmiştir. Fransisken rahipleri yaptırmıştır.
 
 

VEZİRİAZAMIN OTAĞI SERGİDE
Viyana'daki Arsenal Harp Tarihi Müzesi'nde kuşatmadan kalma sancaklar, tuğlar, tolgalar ve silahlar ile veziriazama ait olduğu sanılan otağ teşhir edilmektedir.
 

 
HİLALİ KRUVASAN YAPIP YEDİLER
Almanların kipferl (hilâl) dedikleri kruvasan da Viyana kuşatmasından kalmadır. Şehir kurtulunca, bunun sevinciyle pastacılar, Türklerden öğrendikleri milföy hamuruyla hilâl şeklinde bir çörek yapmış ve Viyana kahvesi yanında yenmesi âdet olmuştur. Alman prensesleri vasıtasıyla Fransa'ya getirilmiş; adına kruvasan (mukaddes haç) denilmiş ve buradan dünyaya yayılmıştır.

Türkler de Viyana’yı unutamadı
Viyana, hiç Osmanlı hakimiyetine girmedi. Ama nice Anadolu şehrinden fazla Osmanlı izini barındırıyor. Viyanalılar iki defa kapılarına gelen Osmanlıları hiç unutmadı. Ama Türkler de Viyana'yı yüreklerinden çıkaramadı.

Viyana, hiç Osmanlı hakimiyetine girmedi. Ama nice Anadolu şehrinden fazla Osmanlı izini içinde barındırıyor. Viyana’ya çeşitli seyahatlerin her birinde bu izlerden yenilerini keşfettik. Avrupa’nın bu en eski ve güzel şehirlerinden biri, Türk tarihinde bu kadar yer tutsun, olur şey değil. Şurası bir gerçek ki, Viyanalılar iki defa kapılarına gelen Osmanlıları hiç unutmadı. Ama Türkler de Viyana’yı yüreklerinden çıkaramadı. Meşhur Viyana kahvehanelerinde, Osmanlılardan öğrendikleri kahvenin mis gibi kokusunun peşinden eski sokakları dolaştık. Her köşebaşında bize ait nişanlara rastladık. Bunlardan bazılarını sizinle paylaşıyoruz...


 
SCHÖNBRUNN SARAYI
Avusturya İmparatorlarının yazlık sarayıdır. 1867’de Viyana’yı ziyaret eden Sultan Aziz burada misafir edilmişti.

 
VİYANA’NIN ÇAMLICASI: KAHLENBERG TEPESİ
Viyana’nın en güzel manzarasının seyredildiği tepedir. Kahlenberg’e eskiden “Sauberg (Domuz Dağı)”; komşusu Tuna manzaralı tepeye ise “Kahlenberg” denirdi. Jan Sobieski, bu iki tepenin ardından dolaşıp, Osmanlı ordusunun sağ kanadını mağlup etmişti. Taarruzun yapıldığı 12 Eylül sabahı buradaki Kapusen Manastırı’nda Sobieski’nin de katıldığı bir âyin tertiplenmişti. Şimdiki Kahlenberg’de Viyana’nın Türklerden kurtuluşu şerefine St. Joseph Kilisesi yapılmıştır. Duvarında Osmanlı ordusunu yenerek şehri kurtaran Polonya Kralı Jan Sobieski’ye şükran tabelası vardır. Şimdi Sauberg’e “Kahlenberg”, öteki tepeye ise “Leopoldsberg” deniyor.


 
TÜRKENSTEİN (TÜRK TAŞI)
Viyana yakınında Mauerbach ormanında Osmanlılardan kalma mezar taşları ve büyük bir tuğra vardır. Rivayete göre Belgrad’ı düşüren Avusturyalı kumandan Laodon, zafer nişanesi olarak buradan vali İbrahim Paşa’nın mezar taşını söküp Viyana’ya getirip arazisi içindeki bir duvara monte ettirdi. Sonradan tarihçi Hammer, yazıları okuyarak bu İbrahim Paşa’nın vali değil, elçi olduğunu tespit etti. Osmanlıca bilmedikleri için tuğrayı ters koymuşlardır.


 
TÜRKENSCHANZPARK (TÜRK TABYASI PARKI)
Kuşatma sırasında Osmanlı tabyasının bulunduğu yerde, İmparator Franz Joseph’in emriyle 1888’de güzel ve büyük bir park yaptırılmıştır. Girişte ay-yıldızlı süslemeler vardır. 1991 senesinde bu parkta Osmanlı üslubunda bir çeşme inşa edilmiştir.

 


 


 
TÜRKENRİTTHOF 
(TÜRK GEZİNTİSİ AVLUSU)
Kuşatmadan sonra her yıl burada Osmanlılardan kurtulmanın şerefine 24 Ağustos’tan (Aziz Bartelemi Yortusu) sonraki Pazar günü bir festival tertiplenir; Kara Mustafa Paşa’yı temsil eden birisi eşeğe ters bindirilip gezdirilerek güya Osmanlılar aşağılanmış olurdu. Taşkınlıklar sebebiyle Kral I. Leopold tarafından yasaklandı.

 
TÜRKENKOPF (TÜRK BAŞI)
Avusturya’da pek çok evin girişinde çatık kaşlı, pala bıyıklı, sarıklı bir Türk başı tasvir edilmiştir. Lenau Sokağı 3 numaradaki baş en dikkate değer olanıdır.


 
TÜRKENREİTER (TÜRK SÜVARİSİ)
Kuşatma sırasında Kara Mustafa Paşa’nın çadırının bulunduğu yerde, bu hatırayı yaşatmak üzere elinde pala sallayan sarıklı bir Osmanlı süvarisi heykeli yaptırılmıştır.

19 Haziran 2017 Pazartesi

Bayraktar IHA larla ilgili bir anektod

Bir gazeteci, hem de yıllardır teknoloji ve havacılıkla ilgili yazıp çizen, TV programları yapan bir gazeteci şöyle söylüyor.
“Biz uçak değil uçağın koltuğunu yapalım, başarıdır. Bu işler o kadar kolay değil. Motor konusunda çok başlardayız, ne  geliştirdiğimiz savaş uçağı için, ne İHA'lar ne de tanklar için motor yapamıyoruz. Başarımız yok.
Bu sözleri aklınızın bir köşesinde tutun. Zaten yıllardır duyageldiğimiz sözler, tutmakta zorlanmazsınız diye düşünüyorum.
Makine Mühendisi Özdemir Bey 1984’de bir makine üretim firması kurar. Kurduğu firmada makine üretir ama aklında bir yerlerde insansız hava araçları vardır. Üç oğlunu çok güzel okutur, öyle ki ortanca oğlu Selçuk, ABD’de insansız hava araçları üzerine ihtisas yapar.
Sonrasında yıllarca süren bir mücadele. Gecesiz, gündüzsüz, dağ, taş, kar, kış, uykusuz geçen zamanlar.
Bürokrasiyle uğraşırlar. Yıllarca, amansız, bitmek bilmeyen süreçlerle… İki saat boyuncainsansız hava aracını anlattıkları bir üst düzey yetkili, iki saatin sonunda “Peki bu uçak kaç kişi alıyor?” diye sorunca bile umutlarını kaybetmezler.

12 Haziran 2017 Pazartesi

Katar’a ambargo iyi oldu!



Irak’ta Saddam’ın nükleer bombaları vardı değil mi? Bu yüzden milyonlarca çocuk ve masum katledilerek öldürüldü. Bir ara hatırlayın “Türkiye DAEŞ’e destek veriyor” yaygarası çıkmıştı, üstelik bunu CHP ve HDP’ye söyletiyorlardı. Eski çamların bardak olduğunu görüp Türkiye’ye diş geçiremediler. Şimdi de Katar teröre destek veriyor öyle mi? Buna inanıp onuru olmayan hayatı yaşamak mı yoksa kapital canavara “dur” diyebilmek mi? Türkiye ikinci yolu seçti.Arapların başında Türkiye’deki gibi “halktan” yöneticiler olursa ilişkilerimizde sıkıntı olmaz, ama “Sisi” gibi Batı’nın seçilmiş diktatörleri gelirse işler değişiyor! Mısır’la ne idik, ne olduk? Türkiye ve İslam siyaseti üzerindeki ölü toprağını attı. Ambargolar vesilesiyle Katar “imtihanı” yeni ufuklar açacak.  
Ülkemizin görevi Avrupa ülkelerini Batı’nın ürettiği teröristlerden korumak değil. Türkiye eninde sonunda sınırları “beleşe” korumaktan vazgeçecek. 40 yıldır PKK belasını biz düşündük, DAEŞ’le biz mücadele ediyoruz, FETÖ’nün hileleriyle biz baş ediyoruz. Türkiye’nin hesapta olmadığı bir denklemde başına alacağı “belayı” artık İngiltere, Almanya ve artçıları ile şakşakçıları düşünsün!
DAEŞ’e yardım ediyor diye bir ülkeye savaş açılacaksa İngiltere’ye açılmalı değil midir?
 “Musibet” vak’aları hayırlara vesile olabiliyor. Katar’a ambargo er geç kalkacak. Maddi zararları olur, kredi notları havada uçuşur, üst düzey bir yöneticinin açıklaması ortalığı karıştırır, falan falan! Bildiğiniz “Klasik Roma” oyunları! “Hile” denen şey Batı’nın kıçında yuva yapmış, aldatmadan duramıyorlar. Bir gün birbirlerini de aldatacaklar ve AB dağılacak. O güne kadar “Katar” gibi irili ufaklı devletler Türkiye’nin öncülüğünde kendi birliklerini kurmuş olacak.
Sömürgelerini alınca Batı’nın elinde şimdiye nazaran pek bir şey kalmıyor. “Zenginlik” bizde ama “akılsızlar” gibi çaldırıyoruz, altımızı oydurup duruyoruz. En güzel balıklar Somali kıyılarından çıksın, fakat Somali’de çocuklar açlıktan ölsün! Bizim de Somali’den farkımız yoktu. 
Üst aklın “cânileri” ve “conileri” toplu katliamlar işledikten sonra öldürdükleri masum insanları da içine katarak Müslüman herkese “terörist” dediler. Topyekûn İslam Coğrafyası’na “ORTADOĞU BATAKLIĞI” dediler. Alçaklara bak sen! Topraklarımızı hem ateşe veriyorlar hem bataklık diyorlar. Hadi onlar namussuz algı yöneticisi, biz ne yapıyoruz? Şimdi orada iki dakika duralım!
Eskiden hiçbir şey yapamıyorduk, İRTİCA diyorlardı, YOBAZ diyorlardı, SIKMABAŞ, KARA SAKALLI, GERİCİ diyorlardı! Bunu diyenlerin “AZGIN AZINLIK” olduğu iyice ortaya çıktı.
Artık “bir şeyler” yapabiliyoruz. TC vatandaşları olarak devlete sözümüz “şu veya bu şekilde” geçiyor. Katar Devleti’ne Türkiye askerlerinin “halkların rızasına uygun şekilde” girip üs kurması yeni bir devrim! Kıbrıs’tan sonra en önemli askeri başarı. Orada askeri başarı elde ettik ama diplomatik kazanım sağlayamadık; masada kaybettik. Bu kez masanın başında İsmet veya Ecevit yok, Tayyip var!
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a kararlı tutumundan ve ideallerimize ışık tuttuğundan dolayı teşekkür etmek elzemdir. Nihayet bir Müslüman ülkeye “kan dökülmezden ve iş işten geçmezden evvel” asker gönderebildik.
Algıları yıkma zamanı! Terörü Batı’nın ürettiğini Batılı yöneticiler de biliyor. O vakit niye bizim gül bahçelerimiz tarumar oluyor? İşte bu devran kapanma yoluna girdi. 
AVRUPA ORTA VADEDE 
ÇOKKÖTÜ KARIŞACAK! 
O kadar terörist ürettiler ki? O gün, sakin ve hazırlıklı olmamız gerek. Suriyeli kardeşlerimizi aldık ama Avrupalıları almamız reel ve sosyolojik manada zor! Avrupa’da yaşayan yurttaşlarımız ufak ufak önlem düşünüp mümkünse Türkiye’den bir ev almaları faydalı olacaktır. Gerisi Allah kerim diyelim.
Biz Hz.İsa veya Hz.Musa’ya hakaret etmezken; çocuklarımıza İsa, Musa ismini koyup Hristiyan ve Musevi inanışına karışmazken; onlar hem dinimize karıştı hem de Peygamberimize hakaretlerde bulundular. Ak Partili, MHP’li, CHP’li, liberal, demokrat, bilmem ne, herkese “terörist” dediler. CHP işin farkında değil yahut farkında ama ülke umurunda değil! 
Birkaç terörist ismi sayabilir misiniz? Kim mesela; Abdullah Öcalan mı? Abdullah kimin ismi? Peygamberimizin babasının ismi! Onu kanlı çetenin başına kim seçti? Batı öyle algı yönetimi yaptı ki teröristlerin ismi Ali, Hassan, Muhammed, Hussein, Süleyman!.. Esas terörist John ve David gibiler olmasına rağmen!.. Önümüzdeki süreçte bu algı yönetimi büsbütün yıkılacaktır. “Uzak ve Yakın Batı Halkları” hayal kırıklığı yaşarken, İslam coğrafyası gerçekleri görerek yükselmeye devam edecektir.
Katar’a yapılan bu zulme karşı Türkiye’nin hem dengeleri gözetip, hem de kardeş ülkeye sahip çıkması doğru bir karardır. “Aman taraf tutmayalım, bunlar yarın barışır biz ortada kalırız” diyenlere aldanmamalı. Türkiye, Katar’a yarının kazancı için değil, dünün borcu için yardım ediyor. Dostluğu test edilmiş bir ülke kaypaklığı malum çevrelerin hatırına ortada bırakılamaz. Hatta Türkiye’nin Ortadoğu’da daha da etkin olması kendi çıkarınadır. BAE gibi ülkeler her fırsatta içişlerimize müdahale ederken onları sadece suçlamak yetersiz olur. Aynıyla karşılık verilmeli ki gücün gökdelenlerden değil gökten (Allah’tan) geldiği hatırlarına gelsin.