10 Haziran 2017 Cumartesi

Kuscubasi Esref hainmiydi ?

Eşref Sencer Kuşçubaşı (d. 1873, İstanbul - ö. 1964, İzmir) Kuşçubaşı Eşref adıyla da anılır. Çerkez boylarından Ubıhlara mensup istihbaratçı ve gerilla savaşçısıdır.

[[Abdülaziz|Çerkes Mustafa Nuri Bey'in oğludur. Harb okulunun son sınıfında iken Jön Türkler'le ilişkisi yüzünden II. Abdülhamit tarafından Hicaz'a sürgün gönderilmiştir. Sürgünde bulunduğu zindandan kaçıp, 2. Abdülhamit'in baş yaverinin oğlunu üç tabur korumanın arasından kaçırmayı başarmıştır. Arabistan'da 2. Abdülhamit'e karşı giriştiği isyan hareketi sırasında tüm Arabistan'ı dolaşmış, yerel şeyhlerle dostluk kurmuştur. Her an her yerde ortaya çıkabildiği için kendisine şeyh-it tuyyur -uçan şeyh- denilmiştir.

II. Abdülhamit meşrutiyeti ilan etmek zorunda bırakılıp, aralarında Kuşçubaşı'nın da bulunduğu pek çok kişiye af çıkarmasıyla birlikte isyanına son vermiştir. İsyan sırasında etrafına topladığı kendisine bağlı silah arkadaşlarıyla beraber, kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı istihbarat örgütüne katılmışlardır.

1911 yılında Trablusgarb'ta Enver bey ile birlikte direniş hareketlerini örgütlemiş, 1912 yılında 2. Balkan Savaşı sırasında Enver Bey, kardeşi Sami Kuşçubaşı, Cihangiroğlu İbrahim ve Süleyman Askeri ile birlikte Çorlu, Tekirdağ, Malkara, Hayrabolu ve Edirne'nin kurtarılmasında yer almıştır. Aynı yıl Süleyman Askeri ve yörenin ileri gelenleri ile beraber Batı Trakya'da ilk Türk Cumhuriyeti'nin kurulmasına katkıda bulunmuştur.

I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla birlikte 1914-1915 yılları arasında Teşkilat-ı Mahsusa'nın Arap Yarımadasından sorumlu başkanı olarak görev yapmış, Süleyman Askeri Bey'in ölümünü takiben Teşkilat-ı Mahsusa başkanı olmuştur (1915-1918).

I. Dünya Savaşı sırasında İngilizler'e karşı girişilen Süveyş Kanal Harekatı'nda (1916) öncü birliklere komutanlık etmiş, Hayber'de Faysal'ın (sonradan Irak Kralı olacaktır) 20 bin kişilik birliğine karşı 40 kişilik Teşkilat-ı Mahsusa birliği ile beş saatten fazla savaştıktan sonra yaralı olarak ele geçirilmiştir (1918). Bir savaş gemisi ve bir denizaltı eşliğinde Malta'ya sürgüne gönderilmiş, sürgünlüğü sırasında Arabistan'daki macerasını, yakalanışının ve sürgün hayatının ayrıntılarını anlatan bir eser yazmıştır. Yakalandıktan sonra Lawrence'a şöyle dediği iddia edilmektedir:
- "Lawrence, kazandığını sanıyorsun. Fakat henüz hiçbir şey bitmedi. Hükümetinin başına öyle musibetler salacağım ki, 2 asır uğraşsanız bitiremeyeceksiniz."

Kuşçubaşı'nın bu sözünün arkasında Teşkilat-ı Mahsusa'nın IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu)[kaynak belirtilmeli] yapılanmasını örgütlemiş ve desteklemiş olmasına inanılmaktadır.

İngilizler'le imzalanan esir değiş-tokuş anlaşması gereği serbest bırakılmış, deniz yoluyla Anadolu'ya dönmüştür. Malta dönüşü hemen milli mücadeleye katılmış, kendi yetiştirdiği Çerkez Ethem'le beraber Kuvva-yı Seyyare'de Yunan işgaline karşı savaşmıştır (1920).

Özellikle Adapazarı civarındaki Kuva-yi Milliye başarıları ona mal edilmiştir.

Kardeşinin adı Mustafa Kemal'e düzenlenen İzmir suikastinde geçer. Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi'nin kurucusu olduğuna dair söylentiler de vardır.

Lozan Antlaşması'nın Temmuz-1923'de imzalanması ile, Yunan ve İngiliz işbirlikçisi olması iddiasıyla, Çerkez Ethem'le birlikte 150'likler listesinde yer almış ve vatana girişi 1936 yılına kadar yasaklanmıştır. 1936 affıyla yurda girişi serbest bırakıldığı halde "Hicbir zaman af dilemedim, hain degilim ki affedileyim." demiş ve yurda donmemistir.

1950'de Demokrat Parti iktidara geldikten sonra Türkiye'ye dönmüştür. Yurda dönene kadar Mısır'da İskenderiye şehrinde ikamet etmiş olup bu zaman içerisinde herhangi bir istihbarat faaliyetine katılmamış olduğu tahmin edilmektedir. 1950-1964 yılları arasında Türkiye'de yaşamış ve beraber savaştığı silah arkadaşlarının mezarlarını dolaşmıştır. 1964'te vefat etmiştir. Kabri Söke-Kuşadası(Aydın) yolu Yaylaköy Caferli Granta Mezarlığı yanındadır.

ehmet Niyazi

Eşref Kuşçubaşı'na dair birisi bir kitap yazdı; şöyle bir karıştırdım; yazanın dünyadan haberi yok. Ülkemizde hürriyet var; kanunlar çerçevesinde herkes istediğini yazabilir. Koskoca profesör, gazete kupürünü gösterip "Bak işte belge" demiyor mu?
Gazeteye yaz, sonra onu belge diye göster. Böyle saçmalıkların hakim olduğu bir memlekette aslı astarı olmayan olaylarla niçin Kuşçubaşı anlatılmasın? Fakat bazı yazılarını zevkle okuduğum bir gazeteci, kitaba inanarak köşesinde değerlendiriyorsa, işin rengi değişir.

Eşref Sencer KuşçubaşıEşref Bey, babası itibarıyla Kafkasyalı, annesi itibarıyla da Orta Asyalıdır. Onun Kafkasyalılığı, Ömer Seyfettin'in, Rauf Orbay'ın, Ali İhsan Sabis'in, Refet Bele'nin ve benzerlerinin aynısıdır. Yani Türk milliyetçiliğini fişekleyen bir Kafkasyalılıktır. Babası saraya mensuptur. Lise çağında, o zamanki moda fikirlere kendisini kaptırır, hürriyetçi kesilir. İstanbul'dan uzaklaşması için Edirne Askerî Lisesi'ne nakledilir. Babası Arabistan'a sürülünce öğrenimini İstanbul dışında tamamlamak zorunda kalır.

Gençliğin verdiği romantizmden dolayı başı dertten kurtulmaz; mahkum edilir. Hicaz valisi Ahmet Ratip Paşa'nın oğlunu kaçırır. Çocuğu bırakması şartıyla af-ı şahaneye mazhar olur. Bu sırada Arapların bazı kesimlerinde de rejim aleyhtarlığı yaygınlaşır; Eşref Bey bunların aslında Osmanlı Devleti'ne, Türklere karşı bulunduklarını tespit eder. Mücadele etmek amacıyla bir gönüllü teşkilatı kurar. Miralay Rasim Bey bu organizasyona "Teşkilat-ı Mahsusa" adını verir. Osmanlı'nın tarih sahnesinden çekilmesiyle Müslümanların sahipsiz kalacağına inanan Şerif El Tunusi, Şeyh Sunusi, Şekip Aslan, İsmail Canbolat, Mehmed Akif ve daha pek çok ünlü de bunlarla birlikte hareket eder.

İtalyanlar Trablusgarb'ı işgal etmeye kalkarlar. Berlin'de askerî ataşeyken istifa edip dönen Enver Bey'le, Eşref Bey oraya gitmeye karar verirler. Bir noktaya geleceklerine inanırlarsa, Mustafa Kemal, Fuat, Kahraman Halit, Hayrettin Bey'ler de gidecektir. Mısır'daki Müslümanlar, Libyalılar ve bilhassa Şeyh Sunusi, umulan desteği fazlasıyla verince, çetin bir mücadele başlar. Enver Bey "Bingazi ve Çevresi Genel Kumandanı", Eşref Bey de "Milli Kuvvetler Genel Kumandanı" olur. Eşref Bey, ikna ettiği gençlerden oluşturduğu birliğe "Kuvay-ı Mübareke" adını verir. Osmanlı'nın Redif kuvvetlerinden sınırlı yardım alabilirler. Paraları vardır; fakat silah bulmakta güçlük çekerler. Baskınlarla savaş malzemelerini İtalyanlardan ele geçirirler. Kolay zafer kazanacaklarını umduklarından, gördüklerini değerlendirmeleri için İtalyanlar oraya romancılarını, şairlerini, müzisyenlerini götürmüşlerdir. Sert bir kayaya çarpmaları, dünyada yankılar yapar. Batılı gazeteciler Libya'ya akın ederler. Bir röportaj sırasında bir gazeteci Eşref Bey'e sorar: "Düşmanlarınızın ve sizin aynı kıyafetleri giymenizi anlamıyorum." Eşref Bey şu cevabı verir: "Aynı silahları da kullanıyoruz. İtalyanlar haber vermeden gelen istenmeyen misafirlerimizdir. Eşyalarını beraber paylaşıyoruz."

İtalyanlar Derne bölgesinde bir boşluk sezerler; Kasr-ı Harun mıntıkasından yapılacak çıkarmayı Osmanlılar zaten beklerler. Buranın kumandanı Mustafa Kemal Bey'dir. Mustafa Kemal Bey'in birliklerinin sağ yanını Kuvay-ı Mübareke'nin Avakır taburuyla Eşref Bey koruyacaktır. Kapışma anında havadan bombardımana uğrayınca, askerimiz tedirginleşir, bu tereddüdü yenmek için Mustafa Kemal Bey atını düşmanın üzerine sürer. Bu anda onları yeni bir İtalyan birliği kuşatmaya başlar. Ortalık toz dumana karışır. Düşmanı denize dökerler; ama Mustafa Kemal Bey'in gözüne kireç kaçar. Mısır'dan getirilen doktorlar ameliyat edilmesi gerektiğini söylerler. Bu ameliyatın üstadı İsviçreli profesör Fox'tur. Üç aydan önce randevu almak mümkün değildir. Eşref Bey'in ahbabı olduğundan hemen ameliyat edeceğini tahmin ederler; ki yanılmadıkları anlaşılır. Mustafa Kemal Bey'in yanında teyzesinin oğlu Fuat (Bulca) Bey'in bulunmasının yerinde olacağını düşünürler. Eşref Bey'in yanında mühür gibi her tür malzeme bulunmaktadır. İkisine pasaport düzenler. Meslek bölümüne de Mustafa Kemal Bey'in isteği üzerine gazeteci yazar. Onları yolcu ederken "Hazine-i Eşref'ten" esprisiyle bir torbada bin altın verildiği de kaynaklarda yer alır.
Eşref Bey'in Libya'daki rolünü merak edenler, Konçino Rivoli'nin "Ünlü Türk Haydutu" eserini okuyabilirler. Almanya'nın İstanbul Büyükelçisi Hans Von Wangenheim'ın raporunda "cinnet derecesinde vatanperver" olarak nitelendirdiği Eşref Bey'in maceralı hayatı asıl bundan sonra başlar

İki kurmay subay , kendilerine ittihat eden milli kuvvetlerin başındaki Eşref Kuşçubaşı ile durumu gözden geçirdiler. Bulgar ordusunun çöküntü başlangıcında olduğunu ; Buna mukabil büyük ve korkunç bozgunluklardan sonra ordunun maneviyatının yerine gelmeye başladığını gördüler. Kuşçubaşı hatıratında bundan bahsederken diyor ki ;Kendilerine teklifte bulundum , fırsat bu fırsattır . Edirne’ye kadar yürüyelim. İstirham ederim siz karışmayınız ; Görüyorsunuz ki ben sorumsuz milli kuvvetlerin başında olarak bunları yapıyorum. Gerekirse bunlar asi çetelerdir deyiniz. Enver Bey , Kuşçubaşının Hurşit Paşaya bunları bizzat söylemesini istedi . Eşref’i telefonda dinleyen Hurşit Paşa ; Allah yardımcımız olsun , Enver ve Hakkı Beyler oradalar görüşünüz bütün varlığımla sizinle beraberim. Yalnız çok ileri gitmeyiniz. Hükümet mütareke hükümlerini bozmak sorumluluğunu kesin olarak bozmak istemiyor. Bunu biliniz dedi. Bu telefon görüşmesinden bir süre sonra Harbiye Nazırı İzzet Paşa Enver Beyi arıyor ; aralarındaki telefon görüşmesinden Paşa’nın Enver Bey’e ne söylediği bilinmiyor , fakat Enver’in cevabı malumdur. Rica ederim Paşa Hazretleri , sizin ”haşarat” dediğiniz bu vatan evlatları hiçbir resmi mükellefiyetleri yokken bizim pafta pafta , belde belde verdiğimiz yerleri kanlarıyla sulayarak kurtardılar. Bunlar hakkında saygılı olmamız insani ve vatani borç olsa gerektir. Hükümetin sorumluluğunun manasının ben deniz de idrak etmekteyim . Akıncı kuvvetlerimize dur emrini verebilmek için evvela onların bizim sevk ve idaremizde olduklarını kabul etmemiz lazımdır . Biz böyle durumda mıyız ..? Onlar bu işe girişirken kendilerini sorunsuz ve bu sorumsuzluklarının şahıslarına ve hareketlerine yüklediği mesuliyeti kabullenmişlerdir .Tekirdağ ını da Çorlu’yu da , Muratlı’yı da onlar kurtardı . Şimdi buralarını terk mi edelim..? Eşref Kuşçubaşı diyor ki ; Bizim istemediğimiz , Ahmet İzzet Paşa’nın konuşması devam ediyordu . Enver Bey’in son cevabı şu olmuştur .”Emirlerinizi lütfen eşref Bey’in kendisine veriniz.” Bir süre sonra Başkumandan Vekili Paşa , Eşref Kuşçubaşıyı telefonla aradı . Enver beye söylediği gibi hükümetin mütareke hükümlerini bozmayı kabul etmeyeceğini , derhal durmalarını , olmadığı takdirde divan-ı Harbe verileceğini söyledi . Kuşçubaşının verdiği cevap da Enver Bey’in kinin aynı olmuştu . Bir Başkumandan vekili görüşünde ısrar ediyordu . Kolordu Kumandanı Hurşit Paşa’ya gönüllü kıtalarının derhal geri çekilmesi , ”Mukavemet” edeceklerin makam ve rütbeleri ne olursa olsun tevkifleri ve divan-ı Harbe verilmeleri için yazılı emir vermişti . Mesele bu kadarla kalmamıştı . Mütarekenin bozulmasından Bulgarlarla tarziye verileceğini ifade eden bit heyet de Lüleburgaz’a gelmişti . Enver Bey kendisi gibi düşünen ve kendisinin düşüncelerini samimi olarak kabul eden subay arkadaşlarıyla durumu tekrar görüştü . Bu görüşmeden sonra gönüllü kumandanlardan Sami Bey adındaki subay , Kolordu kumandanının huzuruna çıktı . Saygılı bir dille içini döktü ; Paşa Hazretleri ..! Siz mesul mevkide yüksek bir şahıssınız . Umumi durumu elbette çok iyi bilir , tedbirlerinizi ona göre alırsınız. Biz , sorumsuz , milli heyecan ve milli haysiyetin ortaya çıkardığı bir kuvvetiz . ,hareketimiz una dayanmaktadır . Kanunlarımız ve mevzuatımız bizim bu hareketimizi suç addediyorsa cezasını çekmeye hazırız . O halde bu emrin bizi neden ilzam edeceğini anlamıyorum . Ortada ”Aklı selim” var . Milletin menfaati ve haysiyeti var , bir de tarih var. Babıali baskınını düşününüz ..! Edirne’nin düşmana terk edilmesi yapılmıştır. (Enver Bey’i göstererek) başkasını bilmem efendim . Fakat kendileri , Edirne alınmadan hayatta olarak İstanbul’a dönerlerse ben , 3 aciz bir vatandaş olarak – her rast geldiğim yerde , kendilerine ”Nerede Edirne..?” diye soracağım. Şimdi de kıtalarımın başına gidiyorum. Arzu buyurursanız beni tevkif ediniz ..! Eşref Kuşçubaşı anlatmakta devam ediyor ; Enver Bey’i hiç bir zaman bu kadar sarsılmış görmedim. Yüzü sapsarı olmuştu. Bu anda Hurşit Paşa’da gözleri yaşla dolu , Enver Bey’e sordu; -Ne yapmak istiyorsunuz ..? -Şimdi İstanbul’a gideceğim Paşa Hazretleri ..! Enver Bey , yola çıkarken arkadaşlarına şu emri verdi . Tereddüt yok ..! Lüleburgaz’dan ileri yürümek için hazırlıklarınızı tamamlayınız. Ben bir dakika fazla İstanbul’da kalmayacağım. Hemen döneceğim ..! Orada bana ya evet veya hayır diyecekler . Fakat bu hayır neticeyi değiştirmeyecektir .Allah yardımcımız olsun .(KAYNAK ; Lausann , Stephan , Hastanın Başı Ucunda Kırk Gün , çev. Siraceddin Bey , İst .1331 . İfham Mtb.) 

Hurşit Paşa Kuşçubaşıya soruyor ;
”Planın hazırmı..? Bak oğlum..! Ne ben , ne kurmay başkanı sizin teşebbüsünüzden malumatımız yoktur. Siz Harbiye Nazırlığının kararı ve padişah’ın iradesiyle kurulmuş gönüllü kıtaların kumandanısınınız (Teşkilat-ı Mahsusa). Harekat sahasına da yine başkumandanlığın emri ile geldiniz. Şimdi size verilen yetkinin dışına çıkmanız kolordu olarak bizi ilgilendirmez.Bunları yarın şahsi sorumluluk endişesiyle değil ; siyasi hadiseler çıkarsa , davayı kendi aramızda halledebilmemiz için söylüyorum. Planınız sizi ilgilendirir. Bu işin resmi tarafı..! Şimdi kolordudan ne istiyorsunuz..?
Eşref Bey cevap veriyor; ”Planım hazırdır.Ben iki yol üzerinde deneme yapacağım. Bana nakliye araçları ile bir iki savaş gemisi verebilirmisiniz..?”
Bu soru üzerine Enver Bey söze karışarak ; ”Kolordunun emrinde Bafra gambotu ile Diraç torpidosu vardır.Ayrıca romorkörler de istemek mümkün,” dedi.Bu hazırlık ve teşebbüs haberi orduya aksettiğ zaman herkez memnun ve bahtiyar görünüyordu.
Eşref Kuşçubaşı hatıratında ;
Bütün bu olup bitenlerden İstanbul’un , bu arada başkumandanlığın malumatı varmıdır..?Bilinen şudur ki akıncıların hareketinden önce Enver bey telefonla Başkumandan ve Harbiye nazırı Ahmed İzzet Paşa ile görüşmüştür.Fakat bu görüşme tatlı geçmemiştir.Enver Bey durumu anlatmaya çalışmış , sakin mizacına rağmen şu cümleleri kullandığı işitilmiştir. ”Paşa Hazretleri , istirham ederim.Zat-ı devletlerinin maiyetindeki kurmayların portatif karyolalarının devşirilmesi, torbalarına girmesi zamanı gelmemişmidir..?”
BAŞKUMANDANLIK VEKALETİ MAKAM-I ALİSİNE
Maruzdur. Şifayen telakki ettiğim ve bilahare şifre ile tevsian tekit ve tehit edilen emere-i samileri ile , tahkik ettiğim meselenin iç yüzünü , şahsi kanatime terdifen arz ederim ;
1) Cihez-i askeriye için müeccel (uzatılmış) tediye vesikaları (bono) ile mübayaa edilen hububat ve bakliyat ile , iaşe teşkilatına muvazi olarak halk için vilayet mübayaat komisyonlarınca iştira edilen (satın alınan) zehair ve hububat arasında fiyat farkı mevcuttur ve bunların bedeli peşinen tediye edilmektedir. Bu komisyon valinin riyasetindedir. Vali , firması başta olarak , bazı tanınmış tacirlerin Anadolu ‘dan getirdikleri hububatın askeri vagonlarla nakledebilmektedir. Bu husus kendisine defaatle söylenilmiştir. Tekalif-i Harbiye vagonlarına yükleterek üzerlerine işaret-i mahsusa konulan ve güzergahtaki askeri ve sivil şimendifer memurların tatmini ile istasyonlarda bekletilmeden sevk edilen bu vagonların muhteviyatı ve emsalinin ardiyelerine nakledilmekte , buradan , vilayet iaşe komisyonlarının ihalelerine iştirak edilerek satılmaktadır.
2) İaşe teşkilatının z,ımni , bazen de sarih muvafakatı olmadan ve arzu edildiği zaman , gerek Rahmi Bey , gerek İsmail Hakkı Paşa tarafından yapılacak ciddi tahkik ve teftişle derhal meydana çıkarılabilecek olan bu ihtikar tarzı , İzmir ‘de günün mevzusu olarak müteaddid defalar şikayet edilmiştir. Nitekim İsmail Hakkı Paşa’nın zat-ı samilerinden sonra İzmir ‘ e gelmesi de , kanatime göre , mevzuya zat-ı samilerin burada agah olması endişesinden münbais olsa gerektir. Nafıa Vekaleti müsteşarı Muhtar Bey ise , işgal ettiği makam dolasıyla bu hadiselerin iç yüzüne elbette vakıf bulunuyordu. Kendisinin dövülmesi hadisesi ise ,burada şifahen arz ettiğim gibi , Katib-i Mesul Celal Bey’in şimendifer teşkilat ve kadrosunu Rumlardan ve muhasama halinde olduğumuz ecnebilerden kurtararak Türklerin eline intikal ettirmek gayesi ile giriştiği şimen difercilik mektebi açmak , Türk unsurlarını himaye ederek yetiştirmek gayretine karşı anlınmış müşterik tedbirlerin , bir genç üzerindeki şahsi infialinden ibarettir. Fakat bu ferdi hadisenin arka tarafında , Celal Bey’in gayesi olan şimendeferlerin tamamen Türk unsurlarına intikal ve milli bir idare kurulması halinde vagon suiistimallerin bertaraf edileceği endişesi olsa gerektir. Rahmi Bey’in , Muhtar Bey hadisesi dolasıyla da Celal Bey’e karşı vaziyet aldığını ve kendisini bu sebeple de Merkez-i Umumi ‘ ye resmi ve hususi şekilde şikayet ettiğini tespit etmiş bulunmaktayım.
3)Tahkiki emir buyrulan mevaddın aşağı yukarı hepsi , Celal Bey’in şahsı üzerine tekasüf etmektedir.Celal Bey , mevcut katib-i mesuller arasında en gençlerinden birisidir. Kendisi Bursa heyet-i murahhasasında muvaffakiyetle hizmet etmiş ve Merkez-i Umumi’nin kararının kendisi tarafından kabulü suretiyle İzmir katib-i mes’ullüğünü almıştır. Karşıyaka’da mütevazı bir evde oturmakta, aldığı tahsisat ile kutla-yemüt (ölmeyecek kadar) gecikmektedir. Bursa ‘ dan geldiğinden beri evine ve şahsına eşya dahi alamamıştır. Bir defa valiyi ziyarete gideceği zaman , pardesüsünü iksa etmiş (giymiş) olarak kordon üzerindeki gazinolardan birisine girmiş ve evinden ütülenmiş olarak gelen ceketini burada giyerek ziyaretini yaptığını şahsen tespit etmiş bulunmaktayım. Hakkındaki bütün bu şayialar ve isnadlar havsaların alamayacağı kadar büyük karlar temin eden ihtikarlar şebekesine karşı giriştiği cesaretli mücadele dolayısıyladır. Nadiren Bornova yolu üzerinde Sadrazam Kamil Paşa ‘ dan müntakil bir bahçede bir iki dostu ile sohbetten gayri ağır ve mesuliyetli vazifesiyle ciddi suretle meşgul olan bu zata karşı müctemi (toplanmış) görünen isnadların hakiki sebebi , onun ismet ve istikametidir. Hiçbir ifrata iştirak etmeyen , vakur bir aile babası olan ve suiistimalata karşı mücadeleye girişen Celal Bey’in katib-i mesullükten alınmasını bir ferdin değil , namus ve istikametinden inzihamı , buna karşıda suiistimacilerin zaferi olarak terakki edilmesini yerinde olacağını arz ederim .
4) Celal Bey’in himaye ettiğinden bahsedilen zevata gelince ; Bunlardan Giritli Raşit Bey , katib-i mes’ullükte muavindir.Ferruh bey , mukavelat muharriridir (Noter).Eski Belediye Reisi Tevfik Paşa ve Gureba Hastahanesi Eczacıbaşısı Ferit Bey İttihat ve Terakki ‘nin mücerreb (tecrübe olunmuş) şahsiyetleridir. Eğer Celal Bey’in dostluğunun iş bu zevatın menfaate müstenit harekatı mevcut ve bununla alakalı olsa idi servet ve refah şeklinde tecelli edeceği bedihi ( ispata ihtiyaç olmayan) idi. Ticaret odası İkinci Reisi Mustafa Bey ise kadimen ticaretle mütevekkil (meşgul) ve namusu ile tanınan bir zattır. Şayanı hayret olan nokta , gayri meşru servetleri hakkında şehrin en ücra köşesine kadar bin bir hadise anlatılmakta olan hakkında değil de ve onlara iğmaz-ı ayrı ( görmemezlik ) edenlerin bahsedilmeyerek , müstemirren (daima) Celal Bey hakkında isnadatta bulunulmuş olmasıdır. Çünkü vaziyetlerinin tahkiki istenilenler de Celal Bey’le dostluk tesis etmiş kimselerdir.
5) Celal Bey’le cihet-i askeriye arasındaki ihtilafa gelince ; İsmail Hakkı Paşa bu mevzuu tetkik etmek üzere İzmir’e gelmiştir. Fakat kendisi münhasıran Vali Rahmi Bey’in isimlerini verdiği tacirlerle görüşmüştür.Başka kimseyi kabul etmemiştir. Bizzat zat-ı samilerinden aldığı şifreli emirde benimle teması ve malumat alması emredildiği halde ben denizle de temasa lüzum görmemiş , gideceği sırada tesadüfi karşılaşma tertip etmiş , fakat mevzuya girmek istediği zaman benden bu meseleyi Enver Paşa Hazretlerinin yanında mürafaa suretiyle hallederiz , ”cevabını almıştır”. Bina berin hadiselerin hepsini bir noktaya icra ederek tetkik etmek ,hak ve hakikatin tezahürü için şarttır ;Bu noktada , suistimallere ve gayri meşru faaliyete karşı bilhassa millileştirmenin en ehemmiyetli mevzusu olan şimendiferlerin Türk unsurlarına intikaline karşı girişilmiş mücadelenin künhüne (hakikatine) nüfus edebilmektedir. Bu mücadelede muzır unsurlar içtima ve ittihat (toplu ve birlik halindedirler). Haddi zatında onlara karşı olamsı lazım gelen sivil ve askeri bazı makamlar da maalesef ya gaflet veya sevk-i menfaatle bu menfi grubun himayekarı olmuşlardır. Bu izahatımla ihtilafatın şahsi olmaktan ziyade zihniyet ve namus telakkileri üzerinde olduğunu arz etmiş bulunmaktayım.
6) Son olarak maruzatım şudur ; Celal Bey gayrivaki ve aslı esasdan ari isnadlar ve iftiralara rağmen , Rahmi Bey’in Merkez-i Umumideki nüfuz ve mevkiini siyanet (korumak) için tebdil edilecek olursa , İttihat ve Terakki Partisi İzmir Katib-i Mes’ullüğü’nü ilga etmek ve bu vazifeyi Rahmi bey uhdesinde vermek daha doğru olur. Çünkü , Celal Bey’in hakikatte bu kadar kuvvetli ve himmet sahibi ,müstakim ve cesaretli olmasına rağmen feda edilmesinden sonra gelecek zat , fırka katib-i mes’ulü olamaz.Rahmi Bey’in katib-i hususi olur.
Tensip buyurulduğu takdirde İzmir’e vekayii (vakaları) resmi şekilde ve mesleki selahiyetle tetkik ve tahkik için sivil ve askerlerden müteşekkil bir tahkik heyeti gönderilmesini arz ederim. Netice olarak tahtında müsterir (gizli) menfi gayeleri vatani dertler halinde makam-ı samilerine kadar iblağ edebilen küstaha ne cesarettende elem duyduğumun tasrihine müsade niyaz ederim. KUŞÇUBAŞI EŞREF (KAYNAK;CELAL BAYAR – Bende Yazdım 5.Cilt 
Eşref Kuşçubaşı anlatıyor;
Cemal Paşa’nın (Bahriye Nazırı) Fransa seyahatinden ,İtilaf Devletleri’yle ”İttifak Antlaşması” yapılmasına muvaffak olamadan dönmesi , hükümeti ciddi kararlar karşısında bırakmıştı. Avrupa ikiye bölünmüştü . Reval Antlaşması’nın imparatorluğumuzun varlığı üzerindeki menfi kararı devam ediyordu ve hatta İngiliz- Fransızlar , Rusya’yı , tereddütsüz kendi safına alabilmek için Osmanlı İmparatorluğu üzerinde istediği tavizleri teyit ve kabul etmişlerdi. 28 Haziran 1914′ de Saray Bosna cinayeti vuku bulduğu zaman , bu cinayetin bir dünya savaşına yol açacağını kimsenin tahmin etmediğini söyleye bilirim .Fakat bizim dahili durumumuz öylesine muğlak te zatlarla dolu idi ki , derlenip toparlanmamız için bir harici tesir ve tazyike lüzum yoktu .Devletin karşısında bilhassa ikisi , kronikleşmiş yara halindeydi ;
1) Her türlü hürriyeti su istimale hazır ,ölçüsüz bir muhalefet, 2) İmparatorluğun tamamiyet ve vahdetini gizli , açık vasıtalarla tehdit eden iftirakçı (ayırıcı) Türk olmayan unsurlar. Birincisi , umumi tehdit tedbirleriyle halledilecek siyasi hadise idi. Fakat ikincisi , daha güç ve halledilmesi çetin saflar arz eden öldürücü dertti ve Balkan Harbi’nin feci neticeleri , asırlarca devletimizin ekmeği ve nimeti ile beslenmiş bu nankör unsurlarının ihtirasını kamçılıyordu. Karşımızda ,hükümranlık haklarımızı tatbike her zaman muhalefet eden ve tebaamız olan azınlıklara karşı aldığımız en haklı ve meşru tedbirleri bile tahrik vesilesi sayan Rusya vardı. Avrupa kamuoyu da , bu konuda daima karşımızda idi . Balkan Harbi ile , savaş kabiliyetinin ve bilhassa kumanda heyetinin hazin seviyesi belli olan orduyu ıslah etmek için Enver Paşa ve bir avuç arkadaşı , didinip duruyorlardı. Teşkilat-ı Mahsusa ‘ da , ordunun yüreğine kadar girmiş politikanın ümitsizlik veren dosyaları yığınlar teşkil ediyordu .İkinci Abdülhamid’in ”idare eden ‘ sınıf lehine tesis ettiği hayat nizamının hasreti , kökten her türlü reform için engellendi. Hükümetin normal faaliyeti dışında , Merkez-i Umumi’ de ( İttihat ve Terakki Genel Kurulu ) ve Harbiye Nezareti’nde , bir emir vaki ‘in zararlarını önleyici tedbirler için çalışıyordu. Harbiye Nezaretindeki gizli toplantıların başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış menfi tesirlere bağlı gayri Türk (Türk olmayan) yığınakların tasfiyesi idi ki , bu tehlikeli hal, bilhassa Ege bölgesinde ciddi vahamet arz ediyordu.
HAZİN HAKİKATLER ;
Toplantılar , Mayıs, Haziran ve Ağustos 1914 ‘de devam etti. Enver paşa , kolordulara genç (kurmayları) , kurmay başkanı olarak göndermişti. İttihat ve Terakki’nin mutemed unsurları olan bu değerli , fedakar ,vatan sever unsurlar birer vesile ile İstanbul’a çağrılmışlardı .Diyebilirim ki toplantılardan kabineye dahil bazı zevatın bile malumatı yoktu. Hazin hakikatlerle karşı karşıya idik . Be tahsis İzmir ve havalisi , cidden büyük bir tehlike içindeydi . İkinci Abdülhamid’in tamamen gayri milli olan siyaseti , Yunan Magalar – ideasını öylesine pişirmiş , Etnik i – Eter yanın faaliyeti , öylesine dal budak salmıştı ki , kasten kıyılara ve stratejik noktalara teksif edilmiş olan Rum unsuru , bir anda ayaklanacak ve ordumuzu arkadan vuracaktı. Elimizdeki vesikalar , inanılmaz hazırlığın ne derece ilerlediğini gösteriyordu ; Nefsi Ayvalık ‘da 35.000 , Edremit ‘den İzmir’in Karşıyaka’sına kadar 100.000 , Urla yarım adasında 75.000 Rum vardı. Bunlardan Edremit ‘den İzmir’e kadar olanlar Midilli’ye , Urla ve İzmir Çevresi ise Yunan genel kurmayı tarafından nazari olarak Sakız’a bağlanmıştı. Askerlik çağına gelenler , bir vesile ile bu adalara gidiyorlar , orada eğitim görüyor , terbiye ediliyorlardı. Aydın ,Söke , Kuşadası ve demiryolu güzergahında olanlar ise Sisam adasın- da ki kolorduya bağlı idiler. Aydın çevresindeki doksan bin Rum , Sisam’daki Yunan kolordularının asli kıtalarını , bu mefruş kuvvetler teşkil ediyordu. Silahlar , sadece mavzerler değil , makineli tüfekler , el bombaları , külliyeti cephane , sıhhi malzeme hepsi aktarılmıştı .Ve ,daha fecisi , bütün bu suikastın , Meşrutiyetimizin Mebussan ve Ayan meclislerine aza olarak kabul ettiği Rum şahsiyetleri tarafından bilinmekte olduğunun daha sonra anlaşılmış olması idi. ”Gavur İzmir ” , sadece kıyasi bir tabir değildi .Biz orada , değil sahip , bekçi bile değildik . Enver Paşa’nın bir dünya savaşının yaklaşmakta olduğuna – belki hisle inancını belirten tipik hadise , işte bu günlerde vukua geldi . Toplantıların bitip , kolordu kurmaylarının yerlerine dönmelerini takip eden günde , beni de beraberine alarak Talat Paşa’nın evine gittik . Sabaha kadar süren müzakerelerden sonra şu neticeye vardık ; 1-Hain ve hayatsız ihtiraslar , memleketin istikbalini tehdit etmektedir. Bu gün için en ağır tehlike ,Ege bölgesindedir . Bu bölgenin kalbi de İzmir’di . Denilebilir ki , ihanete karar vermiş menfi ve gayri milli unsurların , bir memleketin istikbal ve birliğine yapabileceği tahrip , İzmir’de geçit resmi yapıyordu. Bu sebeple alınacak tedbirlerin İzmir’de temerküz etmesi kararlaştırıldı. Bu tedbirler , üç kısma bölündü ;
a) Hükümet olarak alınacak umumi tedbirler,
b) Ordunun alacağı özel tedbirler,
c) İttihat ve Terakki Partisinin alacağı tedbirler.
Talat Paşa’nın mütalaası şuydu ;
İzmir’de partinin katip-i mesulü Celal Bey , vali de Rahmi Bey’dir . Hükümet ve parti olarak lüzumlu bütün tedbirleri alabilecek şahsiyetlerindendir .Ortadaki kolordunun başında kim var..?
Enver Paşa cevap verdi ..! Pertev Paşa..! Kurmay Başkanı Cafer Tayyar Bey (General Eğilmez) ikisine de tam itimadım var . ” O halde ” , dedi Talat Paşa , ” Bize üşen alınacak tedbirleri tespit edip harekete geçirmek..! ” Enver Paşa bana döndü .
Eşref Bey ; vaziyetin ne kadar ciddi olduğuna mutabıkız . Bence , bize gelen malumatı mahallinde de tetkik ve teyit etmek icap ediyor . Sadece İzmir’e değil , o havaliyle şamil bir seyahat yapmanızı rica edeceğim.
Benim de fikrim buydu. İzmir ve çevresi , zaten bildiğim bir yerdi ; Emredersiniz Paşam..! Bölgenin özellikleri bence zaten malumdur. Konunun önemi üzerinde sizinle tamamen mutabıkım . Mütenekkiren (tanınmayarak şekilde) , hatta ”tebdil i kıyafetle ” seyahat edeceğim . Niyetim , bütün hat boyunu dolaşmak , oradan içerilere sarkmak . Her mevzuun neşeli ve nikbin (iyimser) tarafını bulmaya çalışan Talat Paşa güldü;
Eh Eşref ..! Bayılırsın böyle işlere ..! Gün doğdu sana ..!
Elimde , mühim ve acele işler vardı .Onları süratle neticelendirdim ve Gemlik ‘den başlayarak evvela sahili , sonra içerileri tarayarak müşahedelerimi şenileştirdim ( fiil ve hadise olarak gerçekleri tespit ettim . ) Seyahatimde , resmi makamlarla ,hatta şahsi dostlarla bile temas etmedim. .Çok zaman tebdil gezdim.
Bu mücadele , bir şehri(İzmir’i) kurtarmak savaşı değildi. Yüzyılların kurduğu ve ticareti reayanın (Hıristiyan uyrukların) hakkı sayma aymazlık ve felaketi içinde Türk milletinin ekmeğini ve alınterini asla bizden olmamış ve olamıyacak olanlardan almak ve sonrada kutsal emaneti kişisel çıkar ve nüfuz tüccarlarının elinden kurtarmak savaşı idi. Tedbirler , soyut askeri ve idari alanda kalmış olsaydı , istenen amaç asla gerçekleşmeyecekti. Nitekim memleketin öteki bazı merkezlerinde bu tedbirlerden yoksun olarak yapılan girişimler , hem daha sert olmuş , hem de aksak ve yarım kalmıştır. İzmir ve hatta bugünkü deyimiyle bütün Ege ‘de, ancak ondan sonradır ki , Türkler ekonomi ve ticaret yaşamına girebilmek için elverişli zemin ve alan bulmuşlardır. Gavur İzmir ‘in Türkleştirilmesinde bu hareket , idari egemenliğe rağmen , bir toprağa gerçekten sahip olmanın anlamını bizlere ancak bugün anlatabiliyor.(KAYNAK ; CELAL BAYAR / BENDE YAZDIM-Cilt V,s,1581)
Mustafa Suphi’yle birlikte Anadolu’ya gelenlerden dördüncüsü kardeşim Süleyman Samidir..!(Bakınız Mustafa Suphi Gazete Manşetleri) Bu konuyla ilgili yaptığım araştırmalarda ”Dördüncüsü Süleyman Sami’dir.Kuvayı Milliye’nin önde gelen isimlerinden Manyaslı Çerkez Kuşçubaşı Eşref’in kardeşidir.Enver Paşa’nın yakın arkadaşlarından biridir.Bakü’deki Türkiye Kominist Partisinin Merkez Komitesi üyeliğine seçilmiştir.Arkadaşları arasında daha çok Hacı Sami olarak bilinmiştir.Partinin Siyasi ve Askeri komiseri olarak 1920′de Trabzon’a gelmiş, Mustafa Kemal Paşa’ya yazılan özel mektubu yerine ulaştırmaya çalışmıştır.Bu arada Çerkez Ethem’le de görüşmüştür.”(Kaynak:Çerkez Şahanı Ethem / Nurer Uğurlu /s:353)

Trablusgarb Harbi ve Gönüllü Zabitanı Eşref Sencer Kuşçubaşı ;

TRABLUSGARB HARBİ VE GÖNÜLLÜ ZABİTAN ;
İtalya, 1919 sonbaharında donanmasının himayesinde ve baskın şeklinde Trablusgarb’e Osmanlı İmparatorluğu’ nun bu son müstemlekesine asker çıkarmıştı.
Müddet-i saltanatının bir çok yıllarında İtalya’ nın böyle bir hareket yapacağını sezmiş ve devlet adamlarına söylemiş olan Abdülhamid, İtalyanlar için şöyle demişti:
^^-Bu makarnacılar, korkarım ki; bir gün, Afrika’ daki topraklarımıza çıkmasınlar..! Bize uzak olmasa hadlerini bildirmek her zaman mümkün olur. .Fakat uzaklık ve deniz üstünlüğü, müessir müdahale yapmamıza imkan vermez. Bu yüzden Trablusgarb’ ı da er veya geç kaybedeceğiz..!^^
Abdülhamid ermiş gibi konuşmuş, yıllarca sonra hayatında bu feci akibeti görmüştü. O zaman Selanik’te Alatini Köşkü’ nde nezaret altında bulunuyordu. Arkadaşım Debreli Zennu’a: ^^_Yüzbaşı demişti. Biz vaktiyle bu feci akibeti söylemiştik. Şimdi İhtilalçılar’ ın gönülleri çarpışıyormuş, güzel ama neticesiz bir gayret -^^
Biz Rumeli’ de dört cepheli bir muhtemel savaşın tatbikatiyle uğraşırken, İtalyanlar’ ın Trablusgarb’ ı istilası haberi, Bomba gibi Balkanlar’ da patlamştı. Bütün Rumeli Kalkıp kopmuştu. O günleri ancak Rumeli’ de bulunanlar hatırlayabilecekti. Trakya, Makedonya ‘ da Arnavutluk’ ta halk adeta silaha sarılmış, bu alçaklığa karşı içinde duyduğu isyanla askerlik şubelerine koşarak gönüllü yazılmak istemişti. Babıali bermutad, diplomasi tahrikiyle meseleyi halletmek fikrinde idi.
Harbiye nezareti’ nde Hareket Ordusu’ nun kahraman kumandanı Mahmud Şevket Paşa bulunuyor ve bazı fedai zabıtanı gizlice, ya Balkanlar’ dan Yunanistan üzerinden veya Mısır’ dan Afrika şimalinden Trablusgarb’a koşturuyordu. Bunların içinde Berlin Ateşemiliteri Erkanıharb Binbaşısı Enver Bey , Paris Ateşemiliteri Binbaşı Fethi Bey (OKYAR), Hareket Ordusu Kurmay Başkanı kıdemli Kolağası Mustafa Kemal Bey ilk koşup gidenler içinde sayılabilirdi.
Trablusgarp’ taki kuva-yı askeriyenin başında Halepli Ethem Paşa bulunuyordu.Gönüllü zabıtan içinde Cevat Abbas, Atıf (İsmet Paşa’nın yaveri), Fuat Bulca, Süleyman Askeri (Teşkilat-ı Mahsusa’nın sonradan reisi), Gazzeli Cemal, Manastırlı Nuri, Piyade Mülazımı Boşnak Fazıl, Doktor Refik Saydam, Doktor Nihat Sezai, Kuşçubaşızade Eşref, Afyonkarahisar’lı Ali (Çetinkaya), İşkodra’lı Ali Rıza, Müşir Fuat Paşa’nın oğlu Reşid ve diğer oğlu İslam, Jandarma Yüzbaşısı Kadri, Süvari Mülazımı Fuat, Topçu Yüzbaşısı İsmail Hakkı, Mülazimi evvel Arif, Yüzbaşı Ali (Teyyareci Sadık Bey’in ağabeyisi), Süvari Yüzbaşısı Çerkes Reşit, Piyade Mülazimievveli meşhur Yakup Cemil, Bingazili Yusuf Şetvan, doktor kaymakamı İbrahim Tali,Erkanıharb Binbaşısı Halil (Enver Paşa’nın Amcası), Nuri Bey (Enver Paşa’nın biraderi), Trablusgarblı Süleyman el Baruni, Erkanıharb Miralayı Neşet Bey’ler Trablusgarb’da Derne, Tobruk ve Mısata cephelerinde harbe girmişlerdi.
Eşref Sencer Kuşçubaşı ; Ben de Ölebilirim..!

”BEN DE ÖLEBİLİRİM..!” 
Osmancık, imparatorluğumuzun sınırları içindeki milliyet, ırk, hatta din topluluğunun kaynaştığı kuvvet vasfını alınca, ortaya şöyle bir mesele çıktı; Türk ve Müslüman olmayan imparatorluk halkı ne olacaktı..? 
Devrin iktidarını elinde tutan İttihad ve Terakki, çeşitli fikir cereyanları içinde idi. Teşkilat-ı Mahsusa’cılar için bu üç cereyanın en beğenilen ve tercih edileni üçüncüsü, yani din ve ırk ayrımı olmadan bütün imparatorluk halkının ”TEK BİR BAYRAK VE FİKİR ALTINDA TOPLANMASI” idi. Bu zamanlardır devam eden iç ve dış ayrılık tahriklerinden sonra mümkün olabilirmiydi..? Daha sonra müteassıp zümrecilik taraflılarını susturmak nasıl mümkün olacaktı..? Enver Paşa, Eşref Bey’le çetin davanın çözümünü ararken…
Eşref Bey kendisine dedi ki ;”SİZİ BİR KONUŞMAYA ŞAHİT YAPMAK İSTERİM. KENDİNİZİ GÖSTERMEDEN…”
Enver Paşa yandaki odada, Eşref Bey’le tanımadığı muhatabının konuşmasını dinledi. Yüzünü görmediği misafir, mükemmel bir Osmanlıca konuşuyordu. Mevzu Teşkilat- Mahsusa’nın Mısır’dan beklediği hayati bir habere aitti. Misafir, tehlikeli vazifeyi kendisinin yerine getirmesini istiyordu. Eşref Bey, ona işin ucunda ölümün beklediğini hatırlatınca sesi dikleştimişti ;
”BEYEFENDİ..! OYUN OYNAMIYORUZ..! MEMLEKET HARP İÇİNDE..! HERGÜN BİNLERCE KİŞİ ÖLÜYOR..! BEN DE ÖLEBİLİRİM..!”
Hulusi bey, İttihad ve Terakki Cemiyeti adına devrimci propaganda etniklerinde bulunmakla suçlanıyordu. Hulusi Bey’le birlikte Aydın Vilayeti Siyasi Büro Şefi Mehmed Mecid Bey, İzmir’de çıkan Yunanca gazeteleri sansürlemekle görevli Cemil Mithat Bey ve Tapu Dairesi’nde memur olan Abdurrahman Bey de aynı nedenden tutuklandılar. KAYNAK;(”Le Mouvement tutc, ”Pro Armenia, 5 Şubat s.1908,s.1229”)
Fakat İttihad ve Terakki’nin İzmir’deki çalışmaları kesintisiz olarak devam ediyordu. Cemiyet’in ileri gelenlerinden Doktor Nazım Bey, Yakup Ağa takma adıyla ve Rumeli Köylüsü kıyafetinde geldiği İzmir’ de, yerel örgütten Hüsyin Lütfi Bey’in müdürlük yaptığı Hadika-i Maarif Hususi Ticaret Mektebi’nde diğer İttihadçılarla gece toplantılar yapılıyordu.
Kentin ortasıdaki bir okulda devrimcilerin toplantı yapabileceği hiç kimsenin aklının alamayacağı bir iş olduğundan, İttihadçılar kentin diğer yerlerinde hafiyelerden biran bile nefes alamazken, burada rahatça çalışabiliyorlardı. İttihadçılar İzmir’de okadar başarılı olmuşlardıki yeraltı örgütünden Kuşçubaşıoğlu Eşref Sencer ve kardeşi Selim Sami Beyler’in üstün çabalarıyla polis kadrosundan bazı memurlar bile Cemiyete kazanılmıştı. KAYNAK;(Cemal KUTAY/Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi-16,ss:9304-9305)

Şimdi, arkadaşların vaadettikleri vechile burada kuvvet toplayacaktık. Geyve’ye gelince, bu ciheti onlara hemen hatırlatmaktan geri durmadım. Bunu üzerine Rauf;
”Ben Değirmendere taraflarına gideyim de oradaki kuvvetleri toplayayım.” dedi. Ben bu gidişten müsbet bir netice beklememekle beraber, mesuliyeti tamam..! ile onlara yüklemek için sesimim çıkarmadım. Rauf, mevcut kuvvetlerimizden onaltı kişi ayırarak yanına alıp Değirmendere’ye hareket etti.
Biz Geyve ‘ye vasıl olduğumuz zaman orada ki alay kumandanı Eşref’i yanına çağırttı. Yarım saat sonra ben de kumandanın yanına gittim. Kapının önünde Eşref’e rast geldim. Eşref beni bu tarafa çekerek dedi ki ;
”Alay kumandanı bize bir vazife tevdi etmek istiyor. Miralay Mahmud Bey’in kuvvetleri adapazarı ile Düzce arasında asilerle müsademeye tutuşmuş Alay kumandanı Mahmud Bey’e yardım etmek istiyor, diyor ki ; ”Siz ya ona yardıma şitap ediniz ve yahut bunu yapamazsanız Geyve boğazını siz muhafaza ediniz de ben orada bulunan taburu Mahmud Bey’e göndereyim. Kumandan bu teklifini şimdi sana da tekrar edecek. Rica edrim, sen ikinci şıkkı kabul et de biz burada Gevye’de kalalım.”
Eşref’in bu sözlerine cevaben ;
”Bakalım, dedim, bir kere de ben alay kumandanı ile konuşayım, ondan sonra düşünürüz.”
Alay kumandanı bana da aynı teklifi tekrar etti. Bunun üzerine dedim ki ;
”Arkadaşlarımızdan Rauf, kuvvet toplamak üzere on altı kişi ile Değirmendere’ye hareket ettiği için maiyetimizde ancak 60 nefer var. Ben bunların hiç birisini layıkı ile tanımıyorum. Hem de bu kadar az bir kuvvetle Mahmud Bey’in yardımına şitap etmekten hiçbir fayda hasıl olamaz. Herhalde, ben kendi hesabıma, tanımadığım kimselerle mühim bir iş görebileceğimi zannetmiyorum. Onun için biz burada Geyve Boğazı’ nı muhafaza edelim de, siz oradaki taburu Miralay Mahmud Bey’e gönderiniz.
Alay kumandanı bu teklifimi çok muvafık buldu. Aramızda hasıl olan mutabakat üzerine yanıma 30 kişi alarak geceleyin Geyve Boğazına gittim. Oradaki tabur yerini benden evvel terk ile Adapazarı’na hareket etmişti. Fakat ben kuvvetimi boğaza tamamen yerleştirmeye vakit bulmadan, giden tabur geri geldi. Çünkü alınan bir haber de Miralay Mahmud Bey’in hilafetçi asiler tarafından şehit edildiği ve bunun üzerine maiyetinin kamilen dağıldığı bildirilmişti. Tabi bu feci vaziyet karşısında yapılacak bir iş kalmadığından giden tabur eski yerine dönmeye mecbur olmuştu.
Miralay Mahmut Bey Anzavur’un akrabasından olmak itibariyle Çerkesti. Vak’a şu suretle cereyan etmişti ;
Mahmud Bey Hendek’e giderken yolda asi Çerkeslere rastlamıştı. Yanındaki kuvvetle derhal bu hainlere hücum ederek çatışmaya tutuşacağı ve onları dağıtacağı yerde Çerkeslerle anlaşmak tarafını iltizam etmişti. İhtimal ki nasihat ederek onları yola getireceğini ümit ediyordu.
O, bu ümitle dar bir boğazda asilerle ayakta müzakereye başlamıştı. Onlara, haiane fikirlerinden vaz geçmelerini, hareketleri ile padişaha değil, vatanın düşmanlarına yardım etmekte olduklarını anlatmaya çalışmıştı. Çerkesler ise Miralay Mahmud Bey’in bu sözlerine hiç ehemmiyet vermemişler, onu kendi taraflarına çekmek istemişlerdi.
Mahmud Bey, bu müzakereye girişmeden evvel maatteessüf hiç bir tedbir almamış, müzakere fena bir netice verecek olursa ne yapacağını evvelinden düşünmemişti. Hatta yalnız kendisi değil, maiyeti de bir araya toplanmış olduğu halde müzakereyi takip ediyorllarmış.
Müzakere bu vaziyette devam ederken, münakaşa bir aralık o kadar artmıştı ki Mahmud Bey’le maiyyeti, etraflarının asi Çerkesler tarafından sarılmış olduğunu anlayabmamışlardı. Anladıkları zaman ise artık iş işten geçmiş oluyordu. Çünkü o esneda patlayan birkaç el silah, asi rovelverlerinden çıkan bir iki kurşun Mahmud Bey’i, erkan-ı harbini ve yaverini şehit etmişti.
Bundan sonra, kumandansız kalan kuvveti o kargaşalıktan bilistifade esir etmek, asi Çerkesler için zor olmamıştı.Evvela zabitlerimiz ele geçirilmiş ve birer birer onlar da şehit edilmiş veya soyulmuş, ondan sonra efrat da silahları ellerinden alınarak dağıtılmıştı. Zavallı Mahmud Bey, mevcut kuvveti ile asileri bir anda dağıtabilecek bir vaziyette iken, kendi Çerkesliğine güvenerek onları ikna etmeye kalkışmak ümidine kurban gitmişti.
Bu hadise üzerine Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleri de Bolu boğazına geldi. Lazım gelen tahkikatı yaptıktan sonra paşa ile beraber Gevye’ye avdet ettik. ertesi günü Fevzi Paşa Hazretleri Geyve’den Ankara’ya hareket etti.
Mahmud Bey’e yardıma giden taburun geri gemesi üzerine, ben de Boğaz’daki adamlarımı Geyve’ye çektim. Bu yürüyüş bila-hadise devam ederken, bir aralık dağın sırtlarından silah sesleri işittim. Buna hiç bir mana veremedim; çünkü civarda ne asi kuvvetler, nede Kuvayyi Milliye kıt’aları vardı.
Ancak Geyve’ye vasıl olduktan sonra meselenin mahiyeti anlaşıldı. Eşref, Geyve’de bıraktığı 30 neferle beraber kaçmaya hazırlanıyordu. Hatta istasyondaki drezine onları bekliyordu. Hepsi harekete hazır bir hale idi.
Ben hemen tahkikata başladım. Neticede anladım ki, 30 kişi ile Geyve Boğazı’na hareketimden sonra Geyve’de kalan arkadaşlar, kuvvet toplamak maksadı ile civarda ki köylülere silah ve cephane tevzi etmişlerdi. Kuva-yi Milliye’ye iltihakı hatırlarından bile geçirmeyen bu köylüler, silahları ve cephaneyi alarak birer birer kaçmışlar ve yolda giderken silah atmak sureti ile nümayiş yapmışlardı. Meğerse dağ sırtlarından geldiğini işittiğim silah sesleri bu nümayişlerden geliyormuş.
Ben bir taraftan tahkikatla meşgul olarak bu hakikatı meydana çıkarırken, diğer taraftan da Eşref’ in kaçmasına mani oldum. Drezineyi geri çevirttim. Kalan silahları, mitralyözleri ve cephaneyi alay kumandanına teslim ettim. Kendi kuvvetlerimiz için yalnız iki mitralyözle, bir bomba topu ve kafi miktarda cephane alıkoydum. Bundan başka maiyetimizdeki efradın kıyafetini de düzelttim ; onlara elbise ve ayakkabı aldım.
Ben bu işlerle meşgulken Rauf, 23 Nisanda Geyve’ye geri geldi. Biz kendisinden kuvvet bekliyorduk. Halbuki o bizden 16 kişi alıp gittiği halde, efrat toplamak şöyle dursun, yalnız 6 kişi ile geri döndü.
Kendisine ;
”Hani ya efrat toplayacaktın, nerede..? diye sorunca ;
”Topluyamadım..! cevabını verdi.
”Ya beraberinde gördüğün 16 kişinin 10′u ne oldu..? sualine karşı ;
”Yolda giderken kaçmışlar, eski meslekleri oldu..?” sualine karşı ;
Rauf ‘un eli boş, hatta gittiğinden daha hafif gelmesi üzerine arkadaşların bir işi beceremiyeceklerine katiyyen kanaat getirdim. Onun için bundan böyle kendi kendime hareket etmeye karar verdim. 
KAYNAKİbrahim ÇOLAK/MİLLİ MÜCADELE ESNASINDA KUVA-YI SEYYARE KUMANDANLIĞIMA AİT HATIRATIM/YAYINA HAZIRLAYAN;Dr.Orhan HÜLAGÜ)

Eşref Sencer Kuşçubaşı ;17 Aralık 1919 yılında İstanbul’a getiriliyor..!

Babasına Sultan Abdülhamit tarafından verilen bu çiftlikte anılarını yazan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bu lideri o günlerdeki yaşantısını 1957 ‘de şöyle anlatmıştır ;
”Durmadan çalıştım..! Bu işe gönül vermiştim, mantık ne derse desin..! Hiç bir zaman filozof veya siyasetçi olmadım..! Bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, bir kaç madalya ve memleketim için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiç bir şey elde etmedim..! Lawrence ile Arap Yarımadası’nda adeta kovalamaca oynar gibi çalıştıktan sonra Hayber’de, İngiliz, Hicaz kuvvetlerinin pususuna ve o günlerde dokuz cephedeki harbin en dikkate değer hadisesi telakki edilen Hicaz’daki, ağır yaralı İngilizlerin eline düşmüş, daha sonra Ürdün Kralı olan, asi Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa’nın ortanca oğlu Emir Abdullah’a teslim edilerek, Mısır’a oradan da Malta’ya gönderilmiştim. Mütarekenin imzasından sonra İngilizler bizi serbest bırakma kararı alınca şahsen dostluk kurduğum ve babası bizim cedlerimizle Kırım’da Ruslara karşı harbetmiş olan Malta Adası Kumandanı Mareşal Mitven, İstanbul’a gitmememi, çünkü iktidardaki Damat Ferit Paşa’nın beni tevkif ettireceğini gizlice haber vermişti..! Fakat ”İntellicens Servis” kımıldamaya başlayan Anadolu’ya geçerek hizmetlerime mani olmak için, benim muhakkak İstanbul’a sevkimde ve resmi hükümet makamlarına teslimimde ısrar etmişti..! Bizi getiren İngiliz harp gemisinden 17 Aralık 1919 çarşamba gecesi, ertesi sabah ele geçmemek için buz gibi suda yüzerek Salacak kıyısına çıkmış, bir balıkçı kulübesine sığınarak Maltepe’de İhtiyat Zabitleri Talim Mektebi Kumandanı Yenibahçeli Şükrü Oğuz’a haber göndermiş, onun gönderdiği bir yük arabasının içine gizlenerek kendisine iltihak etmiştim..!İlk Karakol Cemiyeti ve M.M Grubu nüvesini kumuş göz doktoru Esad Paşa’nın Kısıklı arkasında, Libadi’deki çiftliğini kendimize karargah yapmıştık..! Rauf Bey, Kara Vasıf Bey, Müstahkem Mevki Kumandanı Miralay Şevki Bey, Harbiye Nezareti Başyaveri Salih Omurtak burada ve Üsküdar’daki Özbekler Tekkesinde toplanırdık..!İstanbul yakası bizler için tehlikeliydi..!” 
KAYNAK: MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI/MİT/DÜNDEN BUGÜNE GİZLİ DÜNYANIN BİLİNMİYENLERİ/TUNCAY ÖZKAN/KASIM 1995-ANKARA 
Değerli okuyucularım ; Konumuz Eşref Sencer KUŞÇUBAŞI olduğundan kaynak içerisindeki ilgili satırları sizlere aktardım. Karanlık internet ortamında yapılan karalama sayfalarına bir ışık tutacağına inandığım bu değerli eserin sahibi Sayın Tuncay ÖZKAN Bey’e teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Eşref Sencer Kuşçubaşı İzmir’de İttihat ve Terakki Cemiyeti Hücresi Kurmayı Başarıyor ;

İzmir, padişahı devirme planları yapmak için elverişli bir yerdi, çünkü buradaki hafiyeler, İstanbul’dakilere göre, hem sayıca azdı, hem de iyi teşkilatlanmamıştı. İzmir’de dış ticaretle uğraşan geniş kitle Avrupa’yla haberleşmeyi kolaylaştırıyordu. Kaçış yolu da çoktu. Eşref, Selim Sami, Çerkez Reşit ve on iki arkadaşı, İzmir’de İttihat ve Terakki Cemiyeti hücresi kurmayı başardılar, ancak padişaha bağlı iç kesimlerde güçlük çektiler. Tütün tüccarı diye kendilerini tanıtarak seyahat edip, eşkiya çetelerine (özellikle ünlü Çakırcalı’ya) katılacaklardı. Eşref Bey, bu çetelere saklanma ve lojistik destek konusunda güveniyordu. Eşref Bey’e göre, böyle gruplarla işbirliği yapmış olması, acımasız bir eşkiya diye kötü bir ün sahibi olmasına yol açmıştır. Eşref Kuşçubaşı, kendi gurubunun eylemlerinin Abdülhamit’in istibdadına son vermeye yönelik olduğunu, kişisel çıkar elde etme amacıyla yapılmadığını belirtir. 
Nihayet, 24 Temmuz 1908′de padişah, 1876 anayasasını yeniden yürürlüğe koydu. Devrim başarıya ulaşmıştı. Eşref, Selim Sami ve diğerleri bir anda saygın kimseler olmuşlardı. Abdülhamit onları bağışladı ve ironik şekilde, İzmir yöresi Polis ve Jandarma birliklerinin şefleri oldular. Eşkiyalarla dolu ve anarşiye batmış bir bölgede devrimin güvenliğini sağlamaktan sorumlu makamlara getirilen Eşref ve Sami Beyler, halkın her türlü otoriteden rahatsızlık duyduğunu gördüler. Halkın gözünde devlet görevlileri önceki dönemden kalma acı dolu çağrışımlar taşıyordu. İnkılabı yapanlar, kanun düzenini tekrar kurmakta ve halkın yeni yönetime desteğini elde etmekte zorluk çektiler. Eşref Kuşçubaşı, çok uzun süre kanunun ”uzak tarafında” yaşamış biri olarak, halkın bakış açısını anlayabildiğini söylemiştir. Selim Sami, daha büyük zorluklarla karşılaşmıştı; bir keresinde başka jandarma birlikleri kendisini eşkiya sanarak takip etmişlerdi. Eşref Bey ve çalışma arkadaşı Binbaşı Mısırlı Aziz Ali Bey (Aziz Ali el-Mısri), Meclis-i Mebusan üyeleri tarafından yeni yönetime karşı yerel ayaklanmaları bastırırken, fazla gayretkeşlik göstermek ve sert davranmakla suçlanmıştır. Eşref Kuşçubaşı’nın deyişiyle,” Gayret ve ehliyet, meclisteki Türk olmayan unsurlardan birçok mebusun husumeti sayesinde tahkikat ve takdirle mükafatlandırılıyordu.”
Eşref Sencer Kuşçubaşı’ya Abdülhamit Çeşitli Politik Mevkiler Teklif Ediyor ;

Bu suçlamalardan aklanan Aziz Ali Bey Rumeli’ye tayin edildi. Eşref Bey olanlara öfkelenerek ordudan istifa etti ve at ticaretine atıldı. Eşref Kuşçubaşı, görevinden istifa ettikten sonra, Enver Bey’in, Abdülhamit’e uzun süre muhalefet etmesinin bir ödülü olarak kendisine çeşitli politik mevkiler teklif ettiğini söylemiştir, ancak Kuşçubaşı, bunları kendisine bir iş başarma duygusunu vermeyecek sıkıcı görevler sayarak geri çevirmiştir. 
Bu tarihte (1909) artık imparatorluk içinde çeşitli ayrılıkçı ve irredantist hareketler olmuştu. Türk olmayan Müslümanlar ve Müslüman olmayan unsurlar. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin koyduğu inkılap hedeflerinden giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlardı. Ne var ki, Eşref Kuşçubaşı hala cemiyeti desteklemeyi görev bilmiş ve yeni isimler arayan çeşitli muhalif gruplardan hiçbirine katılmaya yanaşmamıştı. Bir kaç yıl önce yapılan bir görüşmede ”Ben bir Osmanlı’ydım, Türkçe konuşan bir Osmanlı… Dağıstan hayali kuran bir Çerkez milliyetçisi, veya Arap yahut Rum değildim” demişti. Sırlar insanı aldatır.Diğer bir adınında Ali Eşref olduğunu bilen her kim varsa bu ülke için hala umut var demektir.Her sevdiğimiz ve saygı duyduğumuz varlığı kaybettiğimiz de Türk Kurtuluş Milli Mücadelesinin içinde yaşayıp , gerçek kahramanlarının kaleme aldıkları hatıratları olmasa ; Vatan,Millet,Bayrak,Bağımsızlık ve Onur gibi tüm ahlaki değerleri yıllar önce kaybetmiş olurduk. Yazılmış olup yayınlanmamış bütün hatıratların gün ışığına çıkarılması dileğiyle, Osmanlı vatandaşı Kuşçubaşı Ali Eşref beyin kendi nefsine ve kalemine ait bu hatıratın tüm okurlara hayırlı olmasını dilyorum.
Ben Eşref Sencer KUŞÇUBAŞI; Abdülhamit istipdadmın en kara ve korkunç devrinde , fakat bizzat Saraya olan yüksek intisabımızla hususi varlıklarla ikram gördüğümüz ve ailece refahımızın temin edildiği ve tablalarla yemeğimizin kapumuza kadar saraydan gönderimesine rağmen , bu mukaddes vatanın ve masum milletin atisi kaygusuna düşerek şahsi rahat ve varlığımızı tekmeleyerek o günün velinimeti telakki edilen , Sultana karşı Harbiye mektebi sıralarında ve arkadaşlarım arasında ilk ayaklanarak harekete geçenlerden biriyim. Bu yüzden evvela Mekke’ye , Taif’e sonrada kal’a bent olarak Medine’ye sürüldüm. Ora da rahat durmadığım iddiası ile iç Kal’anın ışık görmez mahzenlerine atıldım. Bu kafi değilmiş gibi zamanımızın ismini bile bilmedikleri Tomruk ağaçlarının içine çakıldım. Altmış (Bakla) zincirlere kakıldım. Allah’ım beni bu işkencelere layık görmemiş ki , yolunu buldum , zincirlerimi söktüm Kal’a bedenlerini aştım. Hayat pahasına burçlardan kendimi atarak ve kaçarak çöllere düştüm. Masal söylemiyorum , bu gün bu saydıklarım Arabistan da hem de mübalağa ile ağızlarda hikaye olunmakta ve o günleri anlatan yabancı eserlerde tekrarlanmaktadır. ”Acaba” diyenler bulunursa , (Lawrens’in) ”Yedi Kolone” kitabından bir nebze olsun malumat alabilir , (Lort Mitven) in eserine göz atabilir ..!
Biz gelelim yine esasa ; Hapisanelerden kacup Necidin engin amakına dalarak senelerce Hür ve sırasını düşürdükçe Hicaza akınlarımı yaparak , o müstebit idareye silahımla mukabelerimi yaptım ve senelerce bir Bedevi hayat ile Çöllüler arasında yaşadım. Vurdum , vuruldum. O İstipdada karşı Hür kaldım ve Hürriyet namına çalıştım.
Sırasını buldum Avrupa ya geçtim. Ahmet Rıza , Doktor Nazımlarla el ele vererek Vatanın kurtuluşu uğrunda didindik. Gençtim , Vatanıma girerek Makedonya’daki Ordu mensubu arkadaşlarımın müzaheretine dayanarak Makedonya’da Ordu mensubu arkadaşlarımın müzaheretine dayanarak Makedonya’da Arnavutluk’ta müsellehan çarpıştım.
Mahmut Şevket ve Hüseyin Hilmi Paşaların delaletler ile Af edilerek Anadolu ya gönderildim. İzmir’de çiftlikatı Hümayununda müreffean yaşatılmam İradei seniyesile ikamet etmekte iken , her gün görmekte iken , her gün görmekte olduğum İstipdat idaresine karşı yine müsellehan isyan ile senelerce dağlarda , İzmir , Manyas , Kazdağı ve havalisinde çakmak çaldım.
Hürriyetimizi istihsalde en ileride yürüyen arkadaşlarımızla pişdarlıkta bulundum. Hürriyetten sonra da ahaliden kimsenin en ufak bir şikayetine hedef olmadan halka zulmeden şakilerle senelerce döğüştüm. Enverler , Mustafa Kemallerin talepleri ve inhaları üzerine İmparatorluğumuzun talihsiz köşeşi Trablusgarb harbına koştum. Acizane hizmetlerimiz temiz bir isimle kayıtlıdır.
Balkan harbının zuhuru üzerine avdetimde cephemizi Çatalca da buldum. İstanbul kapusu olan bu cephede de kanımı seve seve akıttım. (Enez-Midye ) hattını hudut olarak kabul eden ittihatçı arkadaşlarıma da bu yersiz kararı protesto mahiyetinde ileriledim. Enveri de ikna ederek kendimize iltihak ettirdim. Yürüdük , Avrupanın ve bahuhusus Rusun ”Dur” emrine gayri mesul bir çete sıfatı ile dört bin kişi ile ilerledim , fedekar Mehmetçiklerin ve Efelerin önlerinde Galatasaraylı münevver çetelerimi öncü olarak yürüttüm. Futbol oynarcasına döğüşe döğüşe Edirne’nin kapusuna dayandık ve bir atakla da Edirne’ye girdik. Düşmanın mezalimine karşı berayı tedip hududu geçerek (Yenice – Haibce , Harmanlı – Hasköy ) ovalarında düşmana haddini bildirdik.
Garbi Trakya’dan düşmanı tamamen attık. Müstakil bir hükümet kurduk. Sulh sandalyesine galip vaziyetinde hükümetimizin mümessilini oturtmaya muvaffak olduk. Bu işleri tamamladıktan sonra (Beş Türkler) adı altındaki bir heyetle Hindistan , Himalaya , Kaşger , Türkistan kıtalarında Türklüğün yüzünü güldüren hadiseler meydana getirdik. Gobi çöllerinde fersahlarla mesafeler katettik. Ezeli düşmanlarımız Moskof’lara çetelerimizle duman attırdık. (Kropatkinin) ve İngiliz mecmualarının sütunlar dolusu yazıları bu mücadelelerimizin ispatlarıdır.
Birinci Dünya harbinin çıkmasıyla ben şahsen ana vatana döndüm. Bu işler üzerinde kardeşim Hacı Samimi bıraktım. Bin müşkilat ve tehlikelerle kendimi Bahrı Ahmer (Kızıldeniz) kııyılarına atarak Cidde ye ulaştım. Mekke şerifi Hüseyin’in su’ikasdına uğratıldım.Rabi’g Emiri Hüseyin ibni Beyrikin vefakarlığı ile tek başına bir Hecine atlayarak Medineyi buldum.
Daha harbe girmemiştik , hecin-süvar alaylarımla ve gayri mesul çetelerimle Sina çölünden ve yarım adasından İngilizleri atmaya muvaffak olduk. Birinci dünya harbine girdiğimizde Sina’da bir İngiliz bırakmamış ve hepsini kanalın ötesine atmış bulunuyorduk.
Kanal harbinde , Süveyş cephesinde müstakilen harekatımızdaki hizmetlerimiz Baş Kumandanlık ve Ordu Kumandanlığı takdirnameleri ile tarihe mal olmuş hakikatlerdendir.
Hecin süvarlarımızla Necit çöllerinde ve Hicaz vahalarındaki hizmetlerimiz Bahri Ahmer şapları arasından Yemen ve Asire malzeme hazineleri yetiştirilenlerin başında bulunmak bahtiyarlığı bana nasip oldu.
Bir avuç Türk yavruları ile bütün çölü kat ederek Yemende mahsur kalan ordumuza para ve malzeme götürürken , Hazreti Peygamberin 1300 küsur sene evvel meşhur gzasını yaptığı o unutulmaz Hayber de on üç asırdan sonra ve hasımlarımızın raporlar ile sabit 25 bin kişilik düşman kuvvetleri ile hepsi hepsi 40 kişiden mürekkep bir muhafız kuvvetim ile hayatımızı istihkar ederek dövüştük ve beş on kişi ile de hazineyi kurtararak kırk mevcudumuzdan otuz altısını şehit verip yaralı dört neferle , emaneti yerine götüren (Vatandaş Eşref)di. Kral ibnissu’udu bu hadiselerin en büyük şahidi olarak gösterebilirim.25 bin kişiye katılan Mısır topçu ve mitralyözlerine karşı bu kırk arkadaşımla mukavemet ederken ifraz ettiğim beş on Türk dilaver yanlarına terfik ettiğim kılavuzlarımla namıma olarak 15 gün yol alarak İbnissu ’uda iltica ve hazineyi İbnissudun himayesiyle Yemen’e kadar götürüp Ali Sait Paşa’ya teslime muaffak olmuşlardır.
İbnissu’udun şehadeti gibi o günün hasmı İngilizlerin de başta Taymis gazetesi olmak üzere sütun sütun yazdıkları (Bir avuç Türk müfrezesi Hayber’de 25 bin kişilik müttefik hicaz kuvvetlerimizle dövüşerek beş buçuk saat mukavemet göstermişler ve neticede (Şeker) erir gibi eriyerek imha edilmişler. Bu müfrezeden kurşun isabet etmemiş tek bir nefer bulunmadığı gibi başlarındaki kumandanları Eşref de ağır yaralı olarak meydanda kalmıştır ) mealindeki yazılar bu harpteki Türk fedakarlığının derecesini göstermiştir. İngilizlerin meşhur (Lawrensi) de harpten sonra verdiği raporlarında bu müfrezenin kahramanlığından bahseylediği gibi o meşhur (Seven Pillars of Wisdam) ismindeki kitabında da takdirle beraber acı acı şikayette bulunduğu Eşref yine benim.
Senelerce Maltada mevkuf kaldıktan sonra kurtularak vatanıma avdetime ilk iş olarak İzmit , Bolu ve havalisinde işe başlayan ve kuvayı milliye namına bu havalide ilk başta görünen yine bu Eşref tir. Hüseyin Rauf Orbay Salihliye gelip Eşref’in köşkünde (Manisa ) hükümetini kurarak ve başına merhum Bahriyeli Aziz Beyi geçirerek meydana getirilen Karargah ,Bu gün temelinden yıktırılarak baykuşlar öttürülen yer , Eşref’in en modern bir numune çiftlik merkezi olan yuvası idi.Gelin de bu gün bir görün ve bu harabe yi eski bilelerden de bir sorun , işte cennet gibi bıraktığım bu yerimi şimdi bir harabe buldum.Müdafaa’i Hukuk ve emsali birtakım Yurt kaygusiyle ortaya sürülen kavli teşekküller anında daha Kuvayı Milliye yok iken Rauf Bey (Orbay) bizzat harekete geçiyor Salihliye geliyor , Ben bu aralık Maltadayım. Köşkümde her guna vaziyeti müsait buluyor. Karargahı orada kuruyor, Bahriyeli Aziz Bey merhumu Manisa Mütesarrıflığı nı temsilen köşke bırakıyor,kardeşim Ahmed’i iş başına geçiriyor , bilahare Etem gelerek harekata geçiliyor.

İşte bu mukaddes işe buradan (Besmele) çekiliyor. Bu aralık ben de Malta’dan kurtuluyor ve İstanbul’a geliyorum. İstanbul , Ankara yolunu Vatan evlatlarına açmak ve teşkilatlandırmak üzere yine Rauf Beyin inhası ve Mustafa Kemal’in arzusiyle İzmit , Bolu ve havalisi Kumandanlığı namiyle bu işin başına geçiyorum. Memleket çocuklarını zahmetsiz ve tehlikesiz geçişlerini temin için teşkilat kurdum. Merhum Mareşal Çakmak hayatta bulunsaydı , kendisi de dahil , bu teşkilatın kimleri Anadolu’ya geçirdiğini selahiyetle anlatırdı.. İstiyenler Hamdullah Suphi’ye sorabilirler..? Bugün , yetmiş üç yılı dolduran bir hizmet ömrümün beş on cümleye sığdırılmış ifadesiyle , övündüğümü zannetmeyiniz: Ben , hizmetlerin ne vesile ile olursa olsun söylenmesiyle , bütün aseletini kaybettiğini ve o andan itibaren adi bir alış-veriş haline geldiğini bilenlerdenim..! EŞREF KUŞÇUBAŞI (1953)

Kuşçubaşı Eşref, Kimliğini Gizleyip, Bursa Gemlik’ten Başlayarak, Ayvalık, Edremit, İzmir, Urla, Aydın, Akhisar, Manisa ve Uşak’a Kadar Tüm Bölgeyi Gezdi. Bir de Rapor Hazırladı;

RUM TEHCİR KARARI ;
Enver Paşa savaşmayı kafasına koymuştu. almanların yenilmezliğine inanıyordu. Bütün planını ona uygun yaptı. Teşkilatı Mahsusa’yı kurdurduktan sonra, İttihatçı fedailerden Kuşçubaşı Eşref’i İzmir’den çağırdı.
Makamına gelen Kuşçubaşı Eşref’i yanına alarak Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın evine gitti. Enver paşa, büyük bir savaşa girerken, başta İzmir olmak üzere Ege bölgesindeki Rum nüfusunun fazlalığından endişe ediyordu.
Rum gençlerinin gizlice adalara giderek Yunan ordusunda askerlik yaptıktan sonra silah ve teçhizatlarıyla geri döndükleri yolunda istihbarat almışlardı.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya ”Ne yapabiliriz..?” diye sordu.
Talat Paşa, İzmir’de Rahmi Bey, Mahmud Celal, Evliyazade Refik Efendi ve Kolordu Komutanı Pertev Paşa gibi güvenilir isimlerin görev yaptığını, bu tür faaliyetlere izin vermeyeceklerini söyledi. Ayrıca, İzmir ticaretinin Osmanlı için öneminden bahsedip, yapılacak uygulamaların bölge ekonomisini olumsuz etkileyeceğini belirtti.
Talat Paşa, Enver Paşa’nın kafasındaki planı anlamıştı.
Enver Paşa stratejik noktalarda kümelenmiş gayri Türk nüfusun (Rum ve Ermeni azınlıkların) tehcirini planlıyordu.
Enver Paşa tabii bunu açıkça söylemekten çekiniyordu. Talat Paşa’nın sözleri üzerine, Kuşçubaşı Eşref’in bölgeye gidip araştırma yapmasını istedi.
Kuşçubaşı Eşref, kimliğini gizleyip, Bursa Gemlik’ten başlayarak, Ayvalık, Edremit, İzmir, Urla, Aydın, Akhisar, Manisa ve Uşak’a kadar tüm bölgeyi gezdi. Bir de rapor hazırladı; 
Ayvalık Körfezi mıntıkasında 120.000, Çanakkale mıntıkasında 90.000, İzmir’de 190.000, güneybatısında ve Urla Yarımadası’nda 130.000, Aydın ve çevresinde 80.000, Akhisar, Manisa, Alaşehir ve Uşak’ta 150.000 Rum vardı. Bunların arasında Yunanistan’dan kaçak gelen, sahte kimlikle kalan papazlar, casuslar ve mualimler bulunuyordu. Bölge ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Örneğin, demiryollarında Türk ve Müslüman aramak boşunaydı. Bölgede bir tek Türk ve Müslüman bakkal yoktu. 
Yani Ege kıyılarını kontrol altına almak zordu.Cephe gerisi her daim tehlike arz ediyordu. İstihbarat doğruydu; Rum gençleri Midilli, Sisam ve Sakız adalarında silahlı eğitim görüyorlar, dönüşlerinde silah ve teçhizatlarını beraberlerinde getiriyorlardı.
Kuşçubaşı Eşref raporunu, Harbiye Nazırı Enver Paşa ve Dahiliye Nazırı Talay Paşa’ya sundu. Talat Paşa rapordan İzmir Valisi Rahmi Bey’i haberdar etti. Ve bu rapor İzmir Valisi Rahmi Bey ile Kuşçubaşı Eşref’i karşı karşıya getirdi.
Rahmi Bey, Kuşçubaşı Eşref’i yakından tanıyordu. Söylediklerinin ellerinde bulunan resmi rakamlara uymadığını söyledi. Bu sözler Kuşçubaşı Eşref’i sinirlendirdi. Ortalık gerildi. Katibi Umumi Mahmud Celal (Bayar) ise tarafları yatıştırmaya çalıştı. 
Kuşçubaşı Eşref’in sözleri ortamı sakinleştirecek gibi değildi; ”Askerlik yaşı gelmiş Rum gençleri Anadolunun iç bölgelerine göndermemiz gerekiyor..! ”
Kuşçubaşı Eşref, tehcir konusunda geri adım atacağa benzemiyordu. ”Aman Rahmi Bey, ayağınızın altından toprak çekiliyor, siz hala müsamahakar fikirlerin peşinden koşuyorsunuz ” dedi. 
Rahmi Bey böylesine büyük sayıda bir tetehcir kararının, Yunanistan’la ve buna bağlı olarak İngiltere’yle savaşı göze almak anlamına geldiğini söyledi. Ayrıca diğer Avrupa devletleri ile Amerika Birleşik Devletleri’nin gözleri önünde böyle bir tehcir uygulamasının Osmanlı Devleti’ne büyük yük getireceğini anlattı. 
Rahmi Bey’in ”Rumları koruyor” tavrı Kuşçubaşı Eşref’i şaşırttı; biliyordu ki, Rahmi Bey Rumları sevmezliğiyle tanınırdı. 
Uzlaşma sağlanamadan toplantı bitti. 

1 yorum:

  1. Okurken nefes nefese kaldım yok mu bi paragraf başı bi virgül. Bir de bu yazı tipi nedir bu sayfa düzeni nedir okumayı bu kadar seven biri olarak 1 paragraftan fazlasını okuyamadım gözlerim acıdı
    Güntuğ.

    YanıtlaSil