31 Mart 2015 Salı

Sinir tanimayan ask






Tuncay Bekar - Ermeni Hermina Dalmazyan'ın 6 Yıl Önce Türkiye'de Yaşayan Kız Kardeşini Ziyareti Sırasında Tanıştığı Trabzonlu Muhammet Ali Şimşek ile Aşkı Sınır Tanımadı 

16.01.2011 Tuncay Sonel

Tuncay Bekar - Ermeni Hermina Dalmazyan'ın 6 yıl önce Türkiye'de yaşayan kız kardeşini ziyareti sırasında tanıştığı Trabzonlu Muhammet Ali Şimşek ile aşkı sınır tanımadı.

Bürokratik engeller nedeniyle 6 yıl boyunca evlenemeyen Dalmazyan ve Şimşek, Of Kaymakamı Tuncay Sonel'in Türkiye-Ermenistan hattında başlattığı girişimler sonucu kıyılan resmi nikahla mutlu sona ulaştı.

Trabzon'un Of ilçe merkezine 30 kilometre uzaklıkta bulunan Keler köyündeki bir evde yaşayan Muhammet Ali Şimşek'in ilk eşi Nuray Şimşek, köyde 6 yıl önce meydana gelen selde hayatını kaybetti. Ölen eşinden Nurdoğan (18), Sümeyra (13), Edanur (12) ve Ahmet (10) isimli 4 çocuğu olan Şimşek, bu sırada Türkiye'de yaşayan ablasını ziyaret gelen Ermenistan vatandaşı Hermina Dalmazyan ile tanıştı. Dalmazyan'a aşık olan Şimşek, yakın çevresinin tepkilerine aldırmadan evlilik teklifinde bulundu. Muhammet Ali Şimşek'in teklifine 'evet' yanıtı veren Dalmazyan, Şimşek'in yatalak hasta olan annesi ve 4 çocuğuyla oturduğu köydeki evine yerleşti.

Ekonomik sıkıntılar yüzünden ülkesine dönemeyen Dalmazyan, bürokratik işlemler yüzünden Türk vatandaşlığına geçebilmesi için ülkesinden gerekli evrakları da alamayınca yaklaşık 6 yıldır Şimşek ile resmi nikah kıyamadı. Bu sırada dalmazyan, ezan sesinden etkilenip Müslüman olmaya karar verirken, kısa süre içinde Kur'an-ı Kerim okumayı öğrenerek, namaz kılmaya başladı ve ismini de 'Ayşe' olarak değiştirdi.

Dalmazyan, yaşadığı sıkıntılara rağmen Türk komşularının desteği sayesinde Şimşek ve ailesini yalnız bırakmadı. Çiftin Fatma ile Muhammet adını verdikleri iki çocuğu dünyaya gelirken, resmi nikahları olmadığı için nüfuslarına kayıt ettiremediler.

- KAYMAKAMDAN ÇOCUKLARA GÖNDERİLEN MEKTUP-

İki yıl önceki Kurban Bayramı öncesi Of Kaymakamı Tuncay Sonel'in gönderdiği bir mektup, Şimşek ve Dalmazyan çiftinin kaderini değiştirdi. İlçedeki öksüz ve yetim çocukların isteklerini yerine getirmek için Şimşek'in ilk eşinden olan çocuklarına gönderilen mektupta, 'Eğer anneniz hayatta olsaydı, özlemini çektiğiniz annenizden ne istersiniz' sorusu, Sümeyra, Edanur ve Ahmet'i sevindirdi. Bunun üzerine Sümeyra Şimşek, kardeşleri adına yazdığı mektupta, ilk defa bir kaymakamdan mektup aldığı için çok sevindiğini belirterek, 'Eğer annem hayatta olsaydı ondan büyük bir oyuncak bebek ve bir kitabım olmasını isterdim. Ahmet ise büyük bir oyuncak araba isterdi. Edanur da dans eden bir oyuncak bebek ve bir kolye isterdi' yazdı.

Mektubu alan Of Kaymakamı Tuncay Sonel de Şimşek kardeşlerin istediği hediyeleri alıp köydeki evlerine gitti. Sonel, hediyeleri çocuklara verdikten sonra baba Şimşek'in Dalmazyan ile resmi nikahları olmadan yaşadığını fark edince, aileye yardımcı olunması talimatını verdi.

Bunün üzerine Şimşek ile Dalmazyan çiftinin resmi nikah kıyabilmesi için gerekli işlemler başlatıldı. Türkiye-Ermenistan hatta gerçekleşen yazışmaların ardından 'Ayşe' adını alarak Türk vatandaşlığına geçen Dalmazyan ile Şimşek, resmi nikah kıyarak mutlu sona ulaştı.

Keler köyünde yapılan ve gelinin yöresel kıyafetler giydiği düğün töreninde, Şimşek çiftinin nikahı Türk geleneklerine göre kıyıldı. Törende gelinin şahitliğini Kaymakam Sonel, damadın şehitliğini de Of Müftüsü Mehmet Genç yaptı. Sonel, aile cüzdanını verdiği geline bir de altın taktı. Törene, Şimşek çiftinin komşuları da katıldı.

Kaymakam Sonel, 'Öksüz-Yetim Çocuklar Projesi' ile Şimşek'in ilk eşinden olan çocuklarına mektup yazdığını ve bir süre sonra istedikleri hediyeleri vermek için evlerine geldiğini hatırlatarak, şunları söyledi:


'Çocuklar mektupta 'annemiz yok' diyordu ama Ayşe kardeşimiz onlara annelik yapıyordu. Çocuklar Ayşe bacımızı anne yerine koymuşlar, o da çocukları kendi evladı gibi görmüş. Buna tanıklık edince mutlu olduk. Resmi nikahlarını kıymak için büyük bir uğraş verildi. Sonunda bürokratik işlemler bitti ve artık resmi nikahları kıyıldı. Allah mesut etsin.'

'Çok mutluyum, artık Türk vatandaşı oldum' diyen gelin Ayşe Şimşek de törende yaptığı konuşmada, şöyle konuştu:

'Eğer kaymakamımız nikahımızı kıymasaydı herhalde burada durmayacaktım ve büyük şey kaybedecektim. Kur'an okuyup, namaz kılamayacaktım. Benim memleketimde Kur'an'ı tanımıyorlar. İlk defa Kur'an okuduğum akşam hiç uyumadım. Kaymakamımızdan, herkesten Allah razı olsun.

- NİKAH TÖRENİNDE DAMAT GÖZYAŞLARINI TUTAMADI-

Tören sonrası duygulanıp gözyaşlarını tutamayan Muhammet Ali Şimşek ise AA muhabirine yaptığı açıklamada, 'Bu mutluluk çok farklı bir şey, yüreğime sığdıramıyorum. Hem hüzünlü, hem sevinçliyim. Allah'ıma bin kere şükürler olsun ki çocuklarımın artık bir anası var. Bu duygu çok farklı bir şey' dedi.

Neden hüzünlendiği sorulan Şimşek, '19 yıl önce yuvamı kurdum, 2005 senesi hayatımın yıkım senesiydi. ve 2011 yılı benim mutluluk, huzur yılım. Yuvamdaki hüznü artık bıraktım, ondan dolayı hüzünlendim' diye konuştu. İlk eşini kaybettikten sonra Ayşe Şimşek ile tanıştığını ifade eden Muhammet Ali Şimşek, 'Ayşe ile konuştuk. Ona başımdan geçen olayı anlatıp evlenme teklifinde bulundum, hiç tereddütsüz kabul etti. Köye geldik, Ramazan ayına bir hafta vardı. Ramazan başlayınca Müslüman olup oruç tutmaya başladı. Biz de ona Müslümanların Ramazan'da neler yaptığını anlattık' dedi.

Ayşe Şimşek'in ilk köye geldiği zaman, yabancı olduğu Türk geleneklerini bilmediği için ailesinin evliliklerine tereddütlü baktığını anlatan damat Şimşek, şöyle devam etti: '4 çocuğum yetimdi, onlara hem analık hem babalık yapmam çok zordu. Çocuklarım çok küçüktü ve eşim Ayşe'nin şefkatiyle büyüdüler. Öz annelerini hiç aratmadı. Rahmetli eşimin sevgisi farklı idi, o benim kalbimde kaldı. Çocuklarım öz annelerini pek fazla göremedi, küçük yaşta kaybettiler annelerini. Bu duyguyu nasıl anlatayım. O zamanlar rahmetli annem vardı, yatalak hastaydı. Tuvalet ihtiyacını bile gideremiyordu, tek başıma idim. Ayşe, anneme tek başına 3 sene baktı, çok eziyetler çekti. Bunu kelimelerle bana ifade edebilecek bir insan göremiyorum. Bunu ben yaşadım, yaşamadan bilinmez.'

Bu süreçte Kaymakam Sonel'in kendilerine büyük desteği olduğunu vurgulayan Şimşek, şöyle devam etti:

'Eşim köye geldiğinde camide okunan ezan sesini duydu, ben de namaz kılıyordum. Zaman geçtikçe bunun ne anlama geldiğini, nasıl Müslüman olunacağını sordu. Bir Müslüman eğer gerçekten Müslüman olmak istiyorsa yüreğine bakması lazım. Eşim de o niyetle karar verdi. Camimizde bir hocamız vardı, bayanlara Kur'an dersi veriyordu. Ben de eşimden camiye gitmesini istedim. Sağ olsunlar hiç kırmadılar bizi, eşimi tanıdılar, eşim de Kur'an öğrenmeye başladı. Kur'an okudukça Müslümanlığa karşı aşırı derecede sevgi duymaya başladı.'

- ZİYARETİNE GELEN ANNESİ DE MÜSLÜMAN OLDU-

Muhammet Ali Şimşek Şimşek, Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkilere de değinerek, 'Ermeni, Türk, Müslüman aynı sınırdayız, hepimiz beraberiz. Niye kardeş olmayalım? Eskiden savaşlar olmuş, onlar olmuş, bunlar olmuş. Bunlar niçin bitmesin? Ermeni eşim Türkiye'de, 6 senedir çocuklarımın anası. İşte ispatı burada' diye konuştu.


Şimşek, 6 yıl sonra resmi nikahlarının kıyıldığının hatırlatılması üzerine 'Bunu ifade edebilmem için geride kalan 6 seneyi yaşamam lazım. Bunu duygularla ifade edemiyorum' dedi. Bu arada söze giren Ayşe Şimşek de Avrupa'ya gitmeyi düşünürken bir Türk ile evlenip, Trabzon'da yaşayan kız kardeşini ziyarete geldiğini belirterek, 'Türkiye'ye geldikten bir hafta sonra kız kardeşim Muhammet Ali Şimşek'ten bahsedip evlenmemi istedi. Şimşek ile görüştük, dürüst konuştuğu için kendisini beğenip evlenmeye karar verdim' dedi.

Evlilik kararında zorlanmadığını söyleyen Ayşe Şimşek, 'Ermenistan'da evlililik kalesini koruyan çok az kişi kaldı, çok serbestler. Ermenistan'da bir kez evlendim, anlaşamadım. İkinci kez 'belki kısmettir' dedim. İkinci evliliğe karar verirken zorlanmadım çünkü kız kardeşim burada 7 yıldır evliydi, hiçbir şikayeti yoktu' dedi.

Şimşek, Türkiye'de farklı bir kültür ve köyde yaşadığının hatırlatılması üzerine, 'Benim memleketimde çocuğa ve kaynanaya bakmak, bahçe işleri yapmak yok. Sanki gökten geldim, yalnızdım. Önce sıkıntı çektim sonra yavaş yavaş öğrendim. Ama ne çocuklardan, ne kaynanadan, ne de komşulardan bir sıkıntı görmedim' dedi.

Köyde inek sağma, çay toplama işlerini arkadaşı gibi olan üvey oğlu Nurdoğan ve komşularından öğrendiğini belirten Şimşek, Müslümanlığı nasıl seçtiğini ise şöyle anlattı:


'Müslüman olmadan önce her zaman ezan sesini duyardım, görümcelerim namaz kılardı. Eşim cuma namazına koşuyordu. Ben de eşime Müslüman olmak istediğimi söyledim. Eşim 'tamam' dedi. Üç defa Kelime-i Şahadet getirip Müslüman oldum. Kur'an okumayı ve namaz kılmayı eşim öğretti.'

Bir süre önce Ermenistan'da yaşayan annesinin kendisini ziyarete geldiğini aktaran Ayşe Şimşek, 'Annem buraya gelip bir ay kaldı. O da Müslüman oldu' diye konuştu. Ermenistan ve Türkiye arasındaki sorunların çözümü için iki ülke arasındaki sınır kapısının açılması ve aradaki kırgınlığın bitirilmesi çağrısında da bulunarak, 'Sınır tanımayan aşkımızda mutlu sona ulaştık. Gerçekten çok mutluyum' diye konuştu. Ayşe Şimşek, Türkiye'ye geldiğinde Türkçe bilmediğini de hatırlatarak, Türkçe'yi kendisine sahip çıkan komşuları ve üvey çocuklarından öğrendiğini söyledi.

- TÜRKÇE'Yİ KARADENİZ ŞİVESİYLE ÖĞRENDİ-

Ayşe Şimşek, Müslümanlığı seçmesinde komşularının merhametli oluşunun etkili olduğunu söyleyerek, 'Komşularım çok iyidirler, hiç bir şikayetim yok. Köydeki komşularım bahçe işlerime yardımcı oluyorlar, çay biçmeyi, kabak dikmeyi, salata yapmayı bana gösterdiler. Üvey çocuklarım Türkçeyi öğrettiler. Mesela anne 'Ha bunu oyle deme' dediler. Bazen de güldüler bana. Öyle öğrendik şükür Allah'a' diye konuştu.

Şimşek'in Türkçe'yi Karadeniz şivesiyle konuştuğu hatırlatılınca komşusu Ahmet Yılmaz, 'Karadeniz şivesiyle konuşacak tabi. O artık bizim gelinimiz oldu' diyerek, şöyle devam etti: 'Ayşe, çok muhterem bir hanımefendi ve gelin. Köyümüzün kızlarından daha da ileri, bir noksanlığını bulamazsınız. Biz Elhamdülillah Müslümanız. Burada Kuran'ı okudu, bitirdi. Buna daha 'sen şusun, busun' diyecek durum yok, kendisi dedirtmedi ki, bize karşı yanlışlık yapmadı ki. Bir fındığı varsa bizimle paylaştı, bizim bir fındığımız varsa onunla paylaştık. Geçinip gidiyoruz ve geçineceğiz de.

Bu öyle bir evlat ki bunu Cenabı Allah mı gönderdi, çocukların duasıyla mı geldi bilmem. Bize gelin oldu. O bizim kızımız, biz memnunuz, Allah da memnun olsun.'

Ahmet Yılmaz'ın eşi Ayşe Yılmaz da kendisiyle aynı ismi taşıyan Ayşe Şimşek'ten çok memnun olduğunu ifade ederek, 'Ne istesem bize yardımcı oluyor. Her şeyi bizden iyi yaptı. 4 yetim çocuğa baktı. Müslüman olunca da sevincimizden uçtuk. 4 yetim çocuk onun çabalarıyla büyüdü' ifadelerini kullandı.

Şimşek'in üvey kızı Sümeyra Şimşek de 'Ayşe annemi çok seviyorum. Güzel yemekler yapıyor. En güzel lahana çorbasını yapıyor, ben de çok seviyorum. Ara sıra bana da yapmayı öğretiyor' diye konuştu. Üvey çocuklar Edanur ve Ahmet de çok sevdikleri üvey annelerinin kendilerine çok iyi baktığını söyledi.

Ermenistandaki Anadolu


Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da... 
www.turkiyegazetesi.com
22-28 Nisan 2010 (1)-(7)

Anadolu’da ölmek istiyorum


Türkiye’den göç eden Ermenilerin çocukları son nefeslerini Anadolu’da vermeyi arzuluyor

Başlarken
24 Nisan’da ABD başkanı soykırım diyecek mi? Bu soru Türkiye’nin ve Ermenistan’ın değişmeyen gündemi. Derken 24 Nisan’a da bir gün kaldı. Öncesinde her ne kadar Başbakan düzeyinde bir ABD çıkarması yapılsa, ya da büyükelçimiz geri çağrılmış olsa da; iki ülke de 24 Nisan’a odaklanmış durumda. Peki Ermenistan ne düşünüyor? Anneleri babaları Türkiye’den gitmiş olan Ermeniler bu durumu nasıl değerlendiriyor? Merak edip yollara düşüyoruz....

ANADOLU HASRETİ
Vanlıların Erivan’da kurduğu derneğin başkanı Ramik Honvanyan ve kadın başkan yardımcısı 84 yaşındaki Aida Banıryan, arkadaşımız Osman Sağırlı’ya, Türkiye’ye dönmek ve hayatlarının geri kalanını orada yaşamak istediklerini söyledi.

YOĞUNLUK BAŞKENTTE
Denize kıyısı olmayan Ermenistan’ın; Gürcistan, Azerbaycan, İran, Türkiye ve Nahçıvan bölgesi ile sınırı var. Tarihî yapılarıyla dikkati çeken başkent Erivan, 1 milyon 100 bin kişilik nüfusuyla ülkenin yüzde 35’ini barındırıyor.

DERNEK KURMUŞLAR
Anne babaları Van’da doğan, ancak tehcirle birlikte yaşadıkları toprakları terk eden Ermenilerin çocukları, Erivan’da atalarının doğduğu yerlerin ismiyle dernekler kurmuş

BURADA NE ARIYORUM?
Vanlı Ermeniler Derneği Başkanı Ramik Honvanyan “Ermenistan’da ne işim var? Babamın Van’daki yerinden bir toprak parçası versinler, orada ölmek istiyorum” diyor.

Ermenistan’a gidecek uçağa bindiğimizde, çantalarımızı koyacak yer bulmakta güçlük çekiyoruz. Ermeniler, Türkiye’den dönüşte, götürebildikleri kadar çok malzeme götürüyor. Bir buçuk saatin ardından uçak Erivan’a iniyor. Uçağın durmasını dahi beklemeyen Ermeni yolcular bütün ikazlara rağmen telefonlara sarılıyor. “Ayo, ayoooo” nidaları arasında kabin ekibinin anonsları kaybolup gidiyor.
Bizi karşılayacak Diran’dan ses seda yok. Ancak daha önceden pasaport kontrolüne girmeden önce vize almamız yönündeki ikazlarına uyup doğruca kuyruğa giriyoruz. Formları doldurup, 13 dolarlık vize ücretini de ödüyoruz. Bir süre bekledikten sonra pasaport polisi şöyle yakışıklı bir görüntümüzü alıyor ve mührü basıyor, ver elini Erivan...

İSTANBULLU GİBİ...
Diran hemen kapının önünde bizi bekliyor. O bazıları gibi tabelaya isimlerimizi yazmamış ama eski bir İstanbullu olması hasebiyle hemen kendini ele veriyor. O bizi ararken biz onu buluyoruz... 50-55 yaşlarında 1.70 boylarında, hafif sakallı. İstanbul’da görsen “yabancı” demezsin. İşte öyle bir adam. 11 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış. Barsak ustası olan babasının aldığı cazip iş teklifleri sonrasında Almanya’ya gitmiş. Orada eğitimini tamamladıktan sonra askerlik için tekrar Türkiye’ye gelmiş...

LAS VEGAS’A MI GELDİK?
Bunları ayak üstü anlatan Diran, “Daha çok konuşuruz, burada sabah Türkiye’den 2 saat erken olur. Şimdi gidelim, otelinizde dinlenin” diyor. Havaalanından dışarı çıkıyoruz, 70 model Mercedes bir taksi çeviriyor, Ermenice konuşup pazarlık ediyor, fiyatta anlaşıyor. Yola koyuluyoruz, yağmur şiddetini gittikçe artırıyor. Sağlı sollu casinolar dikkatimizi çekiyor. “Las Vegas’a mı geldik?” sorumuza Diran bozuluyor. “Sormayın, bunlar Erivan’ın yüz karası. Eskiden şehir merkezindeydiler, kanun çıkardılar, güya dışarıya aldılar. Tam da havalimanı yoluna koymuşlar. İmajımızı zedeliyorlar, dilerim buradan kaldırılırlar” diyor. 20 dakikalık yolculuğun ardından oteldeyiz. Kayıt işlemleri yapılıyor ve anahtarımızı alıyoruz.

“Odada su var mı acaba?” sorumuza resepsiyondaki görevlilerden biri, “Evet beyefendi odalarımızda su var’ diye Türkçe cevap veriyor. Adı Nubar’mış, dedeleri Eleşkirt’ten gelmiş, Türkçe’yi de aileden öğrenmiş.

“DOLAR ALMAYIZ” İNADI
Sabah 09.00’da Diran, otelin oda telefonunu çaldırıyor. Ve bizim için gün başlıyor. Elinde kabarık bir liste, “Bunların hepsiyle tek tek görüşeceğiz, acele edelim” diyor. İlk iş olarak araba kiralama servisine gidiyoruz. “O var mı? Bu evrak nerede? Parayı kim ödeyecek? Arabayı kim kullanacak? Aracınız dizel ha! Otomatik vites unutmayın...” uyarılarıyla 20 dakika kaybediyoruz. Tam sıra para ödemeye geliyor, bu defa da “Biz dolar almayız” diyor kadın görevli. Kartla ödeyelim teklifimize “Amerikan Express de olmaz, illa Dram (Ermeni parası) olacak” diyor. Bizim için de “dram” başlıyor. Şakır şakır yağmur altında parayı nerede bozduracağız be kadın? El mahkum bulacağız artık. O dükkan senin bu market benim, nihayet bir elektronik eşya dükkanında derdimiz çözülüyor. Parayı ödüyoruz. “Hadi arabayı verin gidelim!” Ne kolay! “Far buradan yanıyor, silecek şuradan çalışıyor, bu vites bu ayna!..” “Bu da direksiyon mu?” diye soruyoruz. Adam uyanık “kaptınız bu işi” diyor!..

YENİ BİR KRİZ ÇIKACAKTI!
‘Jeep’in koltuğuna oturmamızla trafik polisi ensemizde bitiyor.
- Işıkta geçtin, ver ehliyeti.
- Hangi ışıkta geçtim?
- Kırmızıda geçtin.
- Ne kırmızısı kardeşim sarıydı bir kere...
Yeni bir Türk Ermeni krizi daha çıkacak ki araya Diran giriyor: “Memur bey onlar gazeteci. Türkiye’den geldiler” diyor. “Arkadaşlar kimliklerinizi gösterin” diyerek bizi de ikaz ediyor. İş tatlıya bağlanıyor.

VANLILAR DERNEĞİ
“Eeee Diran, yok mu şöyle Türkiye’den gelip burada yaşayan bir iki adam?” diyoruz. Diran, James Bond çantasını açıyor ve bir koçan evrak çıkarıyor. Karıştırıyor, karıştırıyor “Bu numarayı bir arayalım” diyor. Episkopos Sahag Masalian’ı arıyor. “Ayoo Diran” diye başlayan konuşması “Mersi” diye bitiyor. Bize dönüp, “Amcası ölmüş iki gün aramayacakmışız” diyor. Sonra “Sizi Vanlılar Derneği’ne götüreyim” diyor ve bir iki numara çeviriyor, Ermenice bir şeyler konuşuyor. “Haydiii gidiyoruz” diyor ve buluşma adresi olarak opera binasındayız.

Koltuğunun altında dosyalar olan 70 - 80 yaşlarında bir adam kırık Türkçe ile “Hoş geldiniz” diyerek bizi karşılıyor. “Ben Vanlıyım biliyor musunuz?” diyor. “Yaa öyle mi, neresinden?” diye başlayan sohbetimiz uzadıkça uzuyor. Vanlıların Erivan’da kurduğu derneğin başkanı Ramik Honvanyan... O da soykırım iddialarına inananlardan. Ama konuşurken zaman zaman duygulanan Honvanyan, “Ben buraya ait değilim.

Ermenistan’da ne işim var? Ben buranın insanı bile değilim. Burada garip kaldım. Bana babamın Van’daki topraklarından sadece bir ev yapacak kadar yer versinler, buradaki her şeyimi bırakırım. Türkiye’ye gider Türk vatandaşı da olurum. Ne olur bu isteğimi yerine getirin. Ben Erivan’da ölmek istemiyorum. Türkiye’de ölmek istiyorum. Acaba Türkiye bunu kabul edecek mi? Hep merakla bekleyeceğim” diyor.

TAZMİNAT HAYALLERİ
Ermeni iddialarına dayanak olarak Aksa Sigorta kayıtlarının bir örneğini gösteren Honvanyan, “Tehcir sırasında ölen veya öldürülenlerle ilgili belgelerde dedemin ve babamın isimlerini de kayıtlarda buldum. Aksa Sigorta’nın mağdurlar listesinde de isimleri var. Ancak yaptığım sayısız başvurulara rağmen bize tek kuruş tazminat ödemediler. Bunlar da bizi oyalıyor. Zaten şu ana kadar daha bir kişinin bile tazminat aldığını görmedim” diye dert yanıyor. Honvanyan tazminatı almaları halinde oğlunun bu parayla Van Edremit’teki bir kiliseyi onaracağını söylüyor.

Görüşme sonrasında opera binasından ayrılırken, Ramik Honvanyan ve Aida Banıryan dışarıya kadar bizi uğurlayıp, “Tekrar hoş geldiniz, ayağınıza sağlık” diyerek gözden kaybolana kadar el sallıyorlar.

ERİVAN’DAN AĞRI DAĞI
Zirvesi 4 mevsim boyunca erimeyen kar ve buzulla kaplı Ağrı Dağı, Türkiye’nin doğu ucunda, Doğubeyazıt’ta yer almakta. Ermenistan’ın da 32 km güneyinde bulunan dağa Erivan tarafından bakıldığında Hor Virap Kilisesi de görünmekte...

Erivan’ın “en”leri
- Gençler için en ideal dil Türkçe.
- En büyük düşman Azerbaycan.
- Muhtemel dost Türkiye.
- Yasak kelime Karabağ.
- En sevilen lider Sarkozy.
- En büyük hayal Batı Ermenistan (Doğu Anadolu).
- En büyük korku sınır kapısının açılmaması.
- En çok seyredilen yer Ağrı Dağı (Ararat).
- En çok nefret edilen isim Yusuf Halaçoğlu.
- En karışık isim Obama.
- En sevilen sanatçı İbrahim Tatlıses, en sevilen grup Mor ve Ötesi...
- En çok sevilen yemek İskender.
- En çok seyredilen Türk televizyon kanalı TRT 1.

84 yaşındaki Aida Banıryan (Peynircioğlu)

“Babamın altınları Van’da”
Vanlı Ermeniler Derneği’nin Başkan Yardımcısı 84 yaşındaki Aida Banıryan (Peynircioğlu) şunları söylüyor: “O olaylar olmasaydı ben Van’da dünyaya gelecektim. Babam da annem de Vanlı. Babam yedi dil bilen, Amerika’da eğitim görmüş saygın bir kişiydi 1912 yılında Türkiye’ye döndüğünde Van şehir merkezine yerleşmiş. Gidip o evi de buldum. Kalıntıları da duruyordu. Oralara gitmeyi çok istiyorum. Çünkü ben oraya aitim. Tehcir sırasında Iğdır Valisi, babamı kendi elleriyle sınıra kadar getirmiş. Babam altınları da Van’daki evimizde bırakmış, her şeyini orada bırakmış.

Bugüne kadar babamın evine 7 defa gittim. Son gittiğimde evin her tarafının delik deşik olduğunu gördüm. Muhtemelen babamın altınları da gitmiştir. Babamdan ayrıldıktan sonra Muradiye’ye yerleştik. Yedi kilisenin olduğu yerde 120 hektar toprağım var. Bakın elimde Osmanlı tapusu da var, üstelik orijinal. Artık ne olmuşsa olmuş, acıları elbette unutamayız ama memleketimde yaşamak istiyorum. Biz her şeyimizi oraya vermişiz. 80. yaş günümü Van’daki Akdamar Kilisesi’nde kutladım.

Artık iyice yaşlandım. Oraya her gidişimde ‘acaba bir daha görebilecek miyim’ diye üzüntü içinde dönüyorum. Ne olur bana son nefesimi, anne babamın doğduğu topraklarda vermem için yardım etsinler. Bütün dileğim ve son arzum budur...”

23 Nisan 2010 Cuma

“ERMENİLERİN TOPRAK TALEBİ YOK”

ABD BAŞKANI OBAMA SOYKIRIM DEMEYECEK

Amerika’da doğup büyüyen Giragosian ile Zeytun’daki ofisinde görüşüyoruz. Ermeni asıllı Amerikan vatandaşı olan Giragosian; Amerika, Türkiye, AB ve diğer ülkelerle ilişkilerde kilit rol oynuyor. İstanbul ve Ankara’daki önemli isimlerle sürekli temas halinde. “Yarın Obama soykırım kelimesini kullanacak mı?” diye soruyoruz, cevabı manidar: “Amerika kendi işlerini yürütür. Ben Obama’nın şu anda soykırım kelimesini kullanmayacağını düşünüyorum!”

FİLİSTİNLİ DEĞİLİZ
Ermeni Ulusal Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Richard Giragosian, “Türkiye’den toprak talebimiz yok. Çünkü biz Filistinli değiliz. Türkiye’de göçmen kamplarımız yok” diyor

TANIYORSAK EĞER!..
Savunma Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Vahram Ter Matevosyan, “Türkiye’yi tanıyacağız. Bu, ‘toprak talebimiz de yok’ demektir” şeklinde konuşuyor

Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin yoluna girmesi için her iki toplumdan da “think thank” yapan isimler var. Onlardan biri Ermeni Ulusal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Richard Giragosian. Türkiye’nin attığı son adımları meselenin çözümü için umut verici bulan Giragosian, “Özellikle Washington’daki toplantılardan sonra yaşanan gelişmeler hepimizi heyecanlandırdı. Normalleşme sürecinin ne zaman sonuç vereceği önümüzdeki yıl Türkiye’de yapılacak seçimlerin sonucuna bağlı” diyor.

DİĞER ÜLKELER İŞİNE BAKSIN
Konuşmalarında oldukça samimi davranan, Ermenistan’ın Türkiye ile anlaşmaktan başka yolunun olmadığını öne süren Giragosian’a , “Türkiye ile ilgili karar alan yabancı ülke parlamentolarına karşı niye tavır almıyorsunuz?” diye soruyoruz. Giragosian, “Türkiye ve Ermenistan dışındaki ülkelerin parlamentolarında alınan tasarılarıyla bu mesele çözülemez. Bu tasarılar Ermenistan hükümetinin çalışmalarının ürünü değil. Daha çok Ermeni Diasporası’nın işi. Türkiye’yi suçlayarak, köşeye sıkıştırmak isteyen Avrupa ülkelerinin yaptığı bir hamle. Türkiye’yi cezalandırmak istiyorlar. Bunun ülkelerimize yarardan çok zarar getirdiği ortada. Soykırım iddialarının çözüm yeri üçüncü ülke parlamentoları değil. Meselenin çözümü Türkiye’nin kendi içinde olmalı.”

ÇÖZÜM ARENASI TÜRKİYE
Giragosian, Türkiye’nin “tarih komisyonu” teklifine sıcak bakıyor ve ekliyor; “Bu inceleme tek başına meseleyi çözmede yeterli olmaz. Öncelikle geleceğe bakmamız gerek. Türkiye-Suriye örneğine baktığımızda geçmişe değil, geleceğe yönelik adımlar atıldığını görüyoruz. 1915 konusu tabii ki önemlidir. Fakat bizim için tek önemli konu bu değildir. Kurulması öngörülen komisyon, 1915 sonrasıyla da ilgilenmeli, normalleşme sürecine katkı sağlamayı amaç edinmelidir.”

KAFALARDAKİ SINIR AÇILDI
İki ülke arasındaki problemlerin çözümünü güven esasına dayandıran Giragosian, “Bunu da yapmaya başladık. Benim Türkiye’ye gitmem, sizin buraya gelmeniz, birbirimizi yeniden tanımaya, anlamaya başladığımızın göstergesidir. Sınırlar fiilen kapalı olsa da kafalardaki sınırlar açılmış durumda. Birbirimizle sınır ötesinden konuşmak yerine artık doğrudan konuşuyoruz. Hükümetlerden çok, halkaların konuşup birbirini anlaması aşamasına geldik. Halklar bu konuda henüz hazır değil. Bu noktada daha çok Türk ve Ermeni hükümetlerini yetersiz buluyorum. Çünkü her iki taraf da halklarını bu sürece hazırlamak için gerekli çabayı göstermiyor. Bu sebeple sivil toplum kuruluşları ve gazetecilerin ilişkileri daha önemli. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir cumhurbaşkanı, Sayın Abdullah Gül, Ermenistan’a geldi. Bu, ilişkilerin normale dönme sürecini teşvik etti. Gül’ün Ermenistan’da ağırlanış biçimi de havayı yumuşattı. Gül’ün ziyaretinin ardından Ermenistan Başbakanı, Türkiye Başbakanı ile görüştü.”

HRANT DİNK FAKTÖRÜ
Kamuoyunun çok önemli bir ayrıntıyı atladığına işaret eden Giragosian önemli mesajlar veriyor: “Hrant Dink, ölümüyle, hayattayken yaptığının daha fazlasını yaptı. O’nun ölümüyle başlayan yolda beraberce yürüyoruz. Bu olayın ardından iki tarafın ne kadar ilerleme kaydettiği ortada. Geleceğe eskisinden çok daha olumlu bakıyorum. Mesele Türkiye ile Ermenistan arasındadır. Azerbaycan ve Türkiye arasında değil.”

Üçüncü ülkelerin süreci baltalamak istediğine dikkat çeken Giragosian, “Bu çok doğaldır. Türkiye’nin Ermenistan’la ilişki kurmak istemesi, Ermenistan’la ilgilendiğinin göstergesidir. Ermenistan hükümeti de şu anda diaspora için değil, Ermenistan için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Üzücü bir gerçek var ki, Ermeni-Türk diyaloğunun çok az olması. Bu yüzden birbirimizin elini tutmak için İsviçre’ye muhtaç olduk. Yine aynı nedenle Washington’da bir araya geldik, kendi ülkelerimizde toplanamadık. Bu da problemin çözümünün zor olduğunu gösteriyor.”

TOPRAK TALEBİ GEREKSİZ
Giragosian, Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talep etmesinden çok ticari ilişkilere önem vermesi gerektiğini savunuyor: “Diplomatik ilişkiler kurulması ve sınırların açılmasıyla zaten topraklar birleşecek. Bu, Türkiye için her hangi bir tehlike oluşturmaz. Sınırların açılmasıyla doğuda ticaret canlanacak. Ben halkın toprak talebi olduğunu düşünmüyorum. Problem Ermenistan’ın içinde değil, dışındadır. Ben olaylara daha gerçekçi bakıyorum. Çünkü biz Filistinli değiliz, Ermeni’yiz. Bizim Türkiye’de göçmen kamplarımız yok, demografik açıdan da Türkiye’de bir Ermeni toplumu yok. Bu da toprak talebinin inandırıcılığını ortadan kaldırıyor. Türkiye’nin doğusundaki ‘Batı Ermenistan süreci’ tarihîdir, bugünle ilgisi yok. Bu benim açımdan güçlü ve gerçekçi bir talep değil.”

BARIŞ EN İYİ YOLDUR
Onların tek beklentisi sınırların açılmasıyla birlikte iş imkânına kavuşmaları. Turist rehberliği yapan 36 yaşındaki Samson Harutyunyan, “Türkiye’yi hep merak ediyorum. Sınırlar açılırsa babamın doğduğu toprakları çok arzuluyorum. Barış bizim için en iyi yoldur” diyor.

DOSTUZ DEĞİL Mİ?
Vahram, sohbetimizin sonunda “Boş verin bunları, gidip keyfimize bakalım diyor” ve Erivan’ın gözde mekanlarına götürüyor bizi... Ara ara gülüp “Dostuz değil mi?” diyerek gönlümüzü almaya çalışıyor. Türkiye-Ermenistan arasındaki gel-gitlerden bir örnek sergiliyor!

‘KARABAĞ demeyeceksiniz!’
Ermenistan Savunma Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Vahram H. Ter Matevosyan ile sohbetimiz gergin başlıyor. “Sorularınızda kesinlikle Karabağ hakkında bir şey sormayacaksınız?” diyor. Karabağ konusundaki tedirginliğinin sebebini soruyoruz. “Karabağ meselesi İsviçre’deki protokollerde bile yoktu. Ama başbakanınız bu meseleyi getirip Ermenistan protokollerinin önünde engel olarak gösteriyor. Siz de aynı yoldan gidiyorsunuz. Bu meseleyi lütfen açmayalım” diyor. Israrlı sorularımız üzerine, “Karabağ, kanunlarla belirlenmiş ayrı bir devlettir. Bizim burası üzerinde fikir beyan etme hakkımız yoktur” diye kestirip atıyor. “Karabağ ayrı bir devlet ise, siz bu ülkeyi tanıdınız mı?” sorumuz üzerine de , “Bölgesel barış için şimdilik tanımadık. Yeri geldiğinde tanıyacağız. Peki KKTC’yi kim tanıdı?” diyor. KKTC’yi tanıyan ülkeleri sıralayınca geriliyor ve “Böyle bir tavır olamaz, bu röportaj biter” diyerek tepkisini sürdürüyor. Telkinimiz üzerine elimizi sıkıyor, “Baştan başlayalım” diyor ve devam ediyor:

“Bir Türkolog olarak protokollerin gereğinin yerine getirilmesini istiyorum. Ermeni halkı protokollere Karabağ meselesinin karıştırılmasından rahatsız. Erdoğan tarafından öne sürülen ön şartların başında, Ermenilerin Karabağ’dan çekilmesi geliyor. Buna rağmen Türkiye’nin olumlu süreci devam ettirmesinden yanayız. Komplekslerimizi bir kenara bırakıp iki ülkenin yararına çalışmamız gerektiğine inanıyorum. Washington’da imzalanan protokoller çerçevesinde Ermenistan üzerine düşeni yapmaya hazır. Hükümetimiz, Türkiye ile Ermenistan’ın birbirini karşılıklı tanımasını vaat etmektedir. Ermenistan soykırım meselesinin çözümü için Türkiye’nin istediği tarih komisyonunun kurulması için de hazır. Toprak talebi, halkın isteği.

Protokollerde Türkiye’yi tanıyacağız diyoruz. Eğer bir ülkeyi resmi olarak tanıyorsan, zaten o ülkeden toprak talebin yok demektir. Bu uluslar arası hukuk kuralıdır. Türk ve Ermeni toplumları birbirlerine yakınlaşmışlardır. İki toplumun birbirini daha iyi tanıyabilmesi için sizin gibi gazeteciler ve Ermenistan’a gelen bilim adamlarının desteğine ihtiyacımız var. Bu fırsatı elimizden kaçırmamalıyız.”

HOCALI’YA GİRDİK

KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -3-
Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da...

İŞTE KARABAĞ
Karabağ’ın en büyük şehri Stepanekert’in merkezindeyiz. Her yer oldukça sakin. Hatta ortalık kasvet yüklü..

İLK ADIMDA TUTUKLANDIK
Ermeni işgâli altındaki Dağlık Karabağ’da, giriş iznimiz olmasına rağmen Hocalı’ya adım atar atmaz tutuklanıp yaklaşık 2.5 saat sorgulandık...

YASAK BÖLGEYE GİRMİŞİZ...
Tutuklanma gerekçemiz ‘yasak bölgeye giriş’ şeklinde açıklandı. “Bizi ne kadar uzun tutarsanız o kadar büyük haber olur” deyince de serbest bırakıldık...

HER YERDE SÖZDE SOYKIRIM AFİŞLERİ
1915 yılında yaşanan tehcir ve tutuklamaların soykırım olduğu iddialarından bir türlü vazgeçmeyen Ermenistan, bu yönde hem içeride hem dışarıda büyük bir propaganda yürütüyor. Sözde soykırımın 95. yılını anma etkinliklerinin yapılacağı ülkede, cadde ve sokaklara asılan afişlerde de, yaşanan olayların kendileri açısından soykırım olduğu iddiaları ısrarla tekrarlanıyor.

GÖZLEMCİ TEKLİFİ
Dağlık Karabağ Seçim Kurulu Başkanı Sergey Nasibyan, 23 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin son derece demokratik bir havada geçeceğini söylüyor. Azerilerin de seçimlere katılacağını belirten Nasibyan, bize “Gelin siz de gözlemci olun” teklifinde bulunuyor.

Ermenistan’da cadde ve sokaklara asılan afişlerle, 1915 yılındaki tehcir ve tutuklamalar soykırım gibi gösteriliyor. Erivan halkı ve bütün Ermenistan sözde soykırımın 95. yılı anma etkinliklerine kilitlenmiş. Bizim hedefimizse ne yapıp edip, BM Güvenlik Konseyi kararıyla da Ermenilerin işgalci kabul edildiği, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini tıkayan, ayrı bir devlet gibi yönetilen Dağlık Karabağ’a gitmek. Rehberimiz Diran’a mutlaka bölgeye gitmek istediğimizi söylüyoruz ve sabah soluğu Erivan’daki Karabağ temsilciliğinde alıyoruz.

PROSEDÜR BÖYLEYMİŞ
Türkiye’deyken istenilen evrakları tek tek gönderdiğimiz için rahatız ama Karabağ Temsilcisi bir sürpriz yapıp, “Beyler ne yazık ki gidemiyorsunuz. Çünkü sizin ülkenizden Karabağ’a mail gitmemiş” diyor. Ona kalırsa işlemlerin sil baştan yapılması gerekiyor. Üstelik de 10 gün sonrası için süre veriyor. Biz de gitmekten vazgeçtiğimizi ancak kendilerinin resmî bir yazıyla bu topraklara girememe sebebini antetli bir kağıda yazmalarını istiyoruz.

BM’YE AKREDİTEYİZ KARDEŞİM!
Hattâ Karabağ’la ilgili her türlü yazılı bilgiye inanmak durumunda kalacağımız, böyle davranarak da kendilerinin bu tezleri kabul etmiş olduğu yönündeki sözlerimiz üzerine bayan temsilci, “Hayır asla böyle bir şey yok. Aksine orada savaş var. Bunun için prosedür uyguluyoruz” diyor. Gazetecilerin savaş esnasında da görev yapabildikleri hele hele böyle bir durum varsa bölgeye bir an önce gitmemiz gerektiği, aksi takdirde BM’ye akredite gazeteciler olarak, durumu ilgili yerlere rapor edeceğimizi söyleyince, temsilcinin tavrı değişiyor. Bizi nazikçe 5 dakikalığına dışarı alıyorlar. Tekrar odaya girdiğimizde ise prosedürden eser kalmamış. “Sizi incitmek istemedik, vizelerinizi pasaporta yapıştırmamızı mı istersiniz? Yoksa ayrı mı almak istersiniz?” diye sorup uğurluyor.

SİZİ BURAYA BEKLİYORUZ
Ertesi gün yola çıkıyoruz. Saatimiz 15:00’i gösterdiğinde Karabağ sınırına ulaşıyoruz. Polis izin belgesi ve pasaportlarımızı inceliyor, vizemizi kontrol edip, iki Türk Karabağ’a acaba niye gelmiş düşüncesiyle yarım saat oyalanıyor. Ardından da telefonla isimlerimizi bir yere veriyor. Eski ismi Hankendi olan Stepanekert’e kadar bir saat daha yol gidiyoruz. Yol boyunca terkedilmiş evlerde kurşun izleri duruyor. Ortalık kasvet yüklü. Dışişlerinden telefonla arıyor, “Sizi buraya bekliyoruz” diye ikaz ediyorlar. Tipik demirperde politikası...

TELEFON BİLE PASAPORTLA
Dışişlerinde önümüze tekrar bir koçan evrak koyuyorlar, “Bunları dolduracaksınız” diyorlar. Erivan’daki belgelerin aynısı. Bunları bir daha doldurmayız deyince, “O başka bu başka” diye çıkışıyorlar. Yetkili kim varsa görüşmek istiyoruz talebimiz üzerine telefon trafiği başlıyor ama hepsi 23 Mayıs’ta yapılacak seçimler için yollara düşmüş. “Biz size birkaç gün içinde döneriz” deyip baştan savıyorlar. Karabağ’dayız demek için telefona sarılıyoruz. Ne mümkün? Erivan’da aldığımız yerel hat burada çalışmıyor. Adamlar Karabağ’ı Ermenistan’dan ayrı bir devletmiş gibi göstermek için ellerinden geleni yapıyor. Yeni bir hat almak için girdiğimiz postanede bile, pasaport kontrolü yapılıyor, işimizi yarım saatte zar zor halledebiliyoruz.

BİZ UYANDIK BİLGİNİZE
Sabah ilk iş yine dışişlerini aramak oluyor. Sokaklara çıkacağız, bilginiz olsun diyoruz. Şehrin dışına doğru biraz açılınca arkamızda siyah camlı bir Mercedes beliriyor. Adım adım bizi takip ediyor. İvanyan diye bir bölgeye giriyoruz. Mercedes de bir benzinliğe yanaşıp duruyor. Yıkık evlerin önünden dönerken bu defa da bir BMW ensemizde bitiyor. Stepanakert’in girişinde polis otosu yolu kesip bizi durduruyor ve bir anda 7-8 araba etrafımızı sarıyor. Sivil ekipler, üniformalılar aracın dört bir yanına geçiyor. Önce Diran’ı aşağı indiriyorlar. Ermenice konuşuyorlar, ortalık geriliyor. Üzerimizdeki evraklara el koyuyor, telefonla da bir yerlere bilgi veriyorlar. 40 dakika sonra da “bizi takip edin” diyerek bilinmeyen bir yere doğru hareket ediyorlar.

ÇAY OLMADAN SORGU OLMAZ
Stepanakert’ten oldukça uzaklaşıyor, Askeran’da bir binaya geliyoruz. Burada resmî polisler tarafından ablukaya alınıp kilitli bir kapıdan içeri sokuluyoruz. Tipik bir sorgu odası. Mercedes’i kullanan iki şahısla baş başa kalıyoruz. “Burada ne işiniz var?” sözleriyle sorgu başlıyor. “Yasal olmayan ne?” sorumuzu, “Bu bölgeye giremezsiniz” diye cevaplıyorlar. İş uzayacak belli. Çay olmadan sohbet olmaz sözümüz üzerine bir demlik çay yapıp getiriyorlar. Ortada sertlik yok ancak evraklarımızdan da eser yok. Sonradan öğreniyoruz ki İvanyan (Hocalı) yasak bölgeymiş. Sağı solu arayıp durumumuzdan haberdar ediyoruz. Saatler geçiyor, Erivan’daki dostumuz Vahram arıyor. Durumumuzu anlatıyoruz, görevlileri telefona istiyor. 10 dakika da onu telefonda sorguluyorlar.

KGB FİLMLERİNDEKİ GİBİ
Ortam gerginliğini koruyor. Gazeteden dışişlerinin devrede olduğu bilgisi veriliyor. Görevlilere, dünyanın birçok ülkesinde görev yaptığımızı ama böyle bir şey yaşamadığımızı söylüyoruz. “Biz yabancıların buralara girmesini istemiyoruz” diyorlar. “Burada yabancıların görmesini istemediğiniz ne var” sorumuz üzerine ortalık buz gibi oluyor. Görevlilerden biri, “Demek ki yarın bütün ajanslarda haber olacaksınız öyle mi?” sözleriyle ortamı yumuşatmaya çalışıyor. Biz de ne kadar uzun tutarsanız o kadar büyük haber olacak ve siz de bu durumdan rahatsız olacaksınız diyoruz. Sonra, Karabağ’ı anlatan bir propaganda başlıyor. Herkesin özgür olduğu, insanların rahatsız edilmediğini anlatıyor. İkibuçuk saatin sonunda da , “Biz işimizi yaptık siz de yapabilirsiniz” diyerek bizi bırakıyorlar. Tekrar tepanakert’e dönüyoruz ama yine siyah camlı arabalar yola sağlı sollu park etmiş. KGB filmlerinde başrol oynuyoruz sanki. Şehirde röportajlar yapıyoruz. Gittiğimiz her yer kalabalıklaşıyor. Yok burada çalışamayacağız...

BURADA ALTIN VAR
Ardından bir devlet yayını olan Azat Artshak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Leonid Martizosyan’la randevulaşıyoruz. Her Karabağlı gibi o da ülkenin huzur ve rafahından dem vuruyor. Sözü döndürüp dolaştırıp “biz ayrı bir devletiz” noktasına getiriyor. “Ermenistan bile sizi tanımıyor, biz nasıl inanabiliriz” deyince,

“Biz kendi kendine ayakta duran bir ülkeyiz. Ayrı gelirimiz ve ayrı ekonomimiz var” diyor. Yolları dahi sponsorlarla yapılan bir bölge için bu söz biraz abartılı geliyor, ama o ısrarlı, “Ülkemizde madenlerimiz var. Çok iyi altın rezervlerimiz var.” Bu sözler Hocalı’da, Gence’de, Şuşa’da, Ağdam’da insanların niye birbirini kırdıklarını ve Karabağ’ın içinde bulunduğu durumu aslında çok iyi özetliyor.

Stepanakert’e veda ediyor ve Şuşa’ya geçiyoruz. Hava kararmak üzereyken de sınıra varıyoruz. Böylelikle hem arkamızdaki garibanları teyakkuz durumundan kurtarıyor hem de mesleğimizi daha özgür bir şekilde yapabileceğimiz Erivan’a gece geç saatlerde de olsa ulaşıyoruz.

HAYALET ŞEHİR ŞUŞA
Bir zamanlar Azerilerin yoğunlukta olduğu Şuşa, yıkık minareleri ve terk edilmiş evleriyle artık harabe bir şehir...

Ermeni annenin dostluk çağrısı

KÜS KOMŞU ERMENİSTAN - 4. BÖLÜM
Osman Sağırlı ve Cemil Yıldız ERİVAN’da...

KAN AKMASIN
67 yaşındaki Keyti Kundakçıyan aradan geçen 95 yılın anlamını “Oğlumu Karabağ’daki savaşta kaybettim, ama Türk anasının gözünden yaş dökülsün istemem” diye özetledi

KOMŞU GİBİ YAŞAMALIYIZ
Türkçe-Ermenice konuşma kılavuzu hazırladım. Bunu halkların kaynaşması için yaptım. Komşu gibi yaşamak zorundayız. Bunun dışında başka çaremiz yok...

TÜRKİYE’DE YAŞAMAK İSTİYORUM
Türkiye’nin her şeye rağmen Ermenistan’la ilişkileri sürdürmeye devam etmesinden yana olduğunu belirten Cumhuriyetçi Parti Genel Başkan Yardımcısı Razmig Zohrabyan, “Dedemin Muş’taki köyüne her gidişimde çok duygulandım. Ben Türkiye’de yaşamak isterim. Ancak her Ermeni’nin bunu arzuladığını zannetmiyorum” dedi.

SÖZLÜK HAZIRLAMIŞ
Ailesiyle birlikte 1946 yılında Halep’ten Erivan’a gelen Keyti Kundakçıyan, Türkçe’yi çok düzgün konuşabiliyor. Kundakçıyan, iki ülke halkının yakınlaşmasını sağlamak için 20 bin kelimelik Türkçe-Ermenice sözlük hazırlamış.

Erivan’da 1915 olaylarının yıl dönümü dolayısıyla anma törenleri yapılırken siyasilerin nabzını tutuyoruz. İlk durağımız Ermenistan Cumhuriyetçi Parti Genel Merkezi. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’dan sonra partinin en etkili ismi genel başkan yardımcısı Razmig Zohrabyan’ın makamındayız. Zohrabyan’a Türkiye’den geldiğimizi söylüyoruz, nazik tavırlar sergiliyor. Çay kahve ikramıyla sohbete başlıyoruz. Dedesinin Muş’un Yoncalık köyünden olduğunu, burayı üç defa ziyaret ettiğini söylüyor: “Dedemin köyüne her gidişimde çok duygulandım. Ben Türkiye’de yaşamak isterim. Ancak her Ermeni’nin bunu arzuladığını zannetmiyorum. Mesela diaspora Ermenileri Avrupa’da lüks hayata alıştıkları için Anadolu’ya dönmezler.”

BİZ ZATEN DONDURMUŞTUK
Ermenistan Türkiye ilişkilerinin kesintiye uğramasında Cumhuriyetçi Partinin tavırlarının etkili olduğunu hatırlatıp sebibini soruyoruz. Zohrabyan resmileşiyor: “Süreç baştan beri doğru yolda ilerlemiyordu. Ermenistan, Türkiye sınırının açılmasını, diplomatik ilişkileri güçlendirmeyi istiyordu. Fakat Türkiye bütün hesaplarını soykırımı tanımama ve Karabağ problemini çözme üzerine yapmıştı. Bu da ilişkilerin normale dönme ihtimalini zayıflattığı için, protokolleri dondurma kararını Washington sürecinden önce almıştık “ diyor. Zohrabyan, Ermenistan’ın Kafkasya’da barışın hakim olmasını arzuladığını vurguluyor: “Bu barış ortamında iki komşu ülke olarak el ele verelim istedik. Fakat ön şartları ve baskıları halkımız kabul edemez. Bölgesel ortak çıkarları olan iki halk neden ön şartlarla ileri gitmeye çalışıyor, bunu anlayamıyorum. Bu şartlar zamana bırakılarak, olumlu hava devam ettirilebilirdi.”

ERDOĞAN İÇERİYİ MEMNUN ETTİ
Olumlu gidişin kesintiye uğramasında Erdoğan’ın etkili olduğunu söyleyen Zohrabyan, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Ermenistan’a yaklaşımı çok iyiydi. O her platformda barışın hakim olmasını dile getiriyordu. Ancak Başbakan Erdoğan’ın başka planları var. İçeriye yönelik açıklamalar yaptı, hem de kardeş ülke dediği Azerbaycan’ın sırtını sıvazladı. Erdoğan bunu yapmayıp soykırımı tanıma yolunda adımlar atsaydı içeride problemleri çözebilecek tek adam olacaktı. Erdoğan Karabağ çözülmeden sınırları açmamakta kararlı gözüküyor. Ancak Türkiye’nin Karabağ konusunda yapacağı bir şey yok. Çünkü Türkiye’nin bu konudaki tavırları belli” şeklinde konuşuyor. Türkiye’nin her şeye rağmen Ermenistan’la ilişkileri sürdürmeye devam etmesinden yana olduğunu belirten Zohrabyan, “Hiçbir ön şart öne sürmeden sınırlar açılmalı.

Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan’a nasıl sınırları açtıysa, bunu Ermenistan için de yapmalı. Bu ilişkilerin önünü tıkayan bir engel olmaktan çıkarılmalıdır. Zaten ne Ermenistan devletinin ne de parti olarak bizim toprak talebimiz olamaz” diye konuşuyor.

DEDEM ELEŞKİRT’TE NİYE YAŞAMIYOR?
Ermenistan’ın ikinci büyük partisi Ermenistan Devrimci Federasyonu (Taşnak Sütyun Partisi) Merkez Büro Üyesi David Lokyan ise, çözümün iki toplumun birbirini daha yakından tanımasından geçtiğine inanıyor: “Benim dedem önce Eleşkirt’ten Erzurum’a daha sonra tehcir sırasında Gürcistan’a gitmiş. Türkiye’ye hiç gitmedim ama uluslararası toplantılarda Türk devlet görevlileriyle görüştüm. Zaten çözüm insani ve ticari ilişkilerin güçlenmesidir. Fakat bu sürecin önünü şu soru tıkamaktadır, ‘Neden benim dedem Eleşkirt’te yaşamıyor?’ Bu sorunun cevabını aramak lazım. Türkiye ve Ermenistan korkularıyla yüzleşmeli. Gerçekler her iki ülkenin arşivleri de açılarak ortaya çıkarılmalı. Bu iki halk arasındaki problemi çözmek için en doğru yoldur.”

BİZ DE ÖLDÜRDÜK
1915 yılındaki tehcirin Taşnak Çeteleri’nin Türk ordularına saldırması sebebiyle gerçekleştiğini bunun Türk arşivlerinde yer aldığını söyleyince, Lokyan sinirleniyor, sesi yükseliyor. Taşnaktsutyun Partisi’nin bu olaylardan çok sonra kurulduğunu söyleyerek savunmaya geçiyor. Ermeni çetelerin 450 bin Türk’ü katlettiğini bunun da belgelerle ortaya çıkarıldığını anlatınca, Kendine göre savunmaya geçiyor; “Yani Ermeniler ölürken biz elimiz kolumuz bağlı öylece bekleyecek miydik? Tabii ki köylerimizi savunmak için silahlı mücadele verdik. Siz göçe zorlanan 1.5 milyon insanın daha kırıma uğramasını mı istiyordunuz? Biz de topraklarımız için savaştık, her iki taraftan binlerce insan öldü. Ama söylediğiniz rakamlar hiç inandırıcı değil” diyor. Kendi rakamlarının da inandırıcı olmadığını bununla arşivlerle ortaya çıkmasını Türkiye’nin herkesten daha çok istediğini söylüyoruz. Bunun Ermenistan hükümetinin meselesi olduğunu anlatıp sessiz kalıyor.

EŞEK HESABIYLA HASANBEYLİ
Ermenistan’da siyasiler farklı hesapların peşinde ama acıları yaşayanlar onlar gibi düşünmüyor. Ailesiyle birlikte 1946 yılında Halep’ten Erivan’a gelen 67 yaşındaki Keyti Kundakçıyan, anne babasının Halep’e göç etmeden önce, Osmaniye ile İslahiye arasındaki Hasanbeyli’de yaşadığını söylüyor. Türkçe’yi çok iyi konuşan Kundakçıyan’a Hasanbeyli’nin nereye bağlı olduğunu soruyoruz, O da kendince cevap veriyor: “Bak şimdi Maraş’tan eşekle gidersen 6 saat tutarmış. Ben oraya hiç gitmedim. Eskilerin sözüdür bunlar, ne bileyim işte duyduğumu söylüyorum.”

KOMŞUYUZ, BARIŞMALIYIZ
Kundakçıyan, anne babasından yaşadıklarını dinlediğini ama bu meseleyi açmak istemediğini söylüyor. “Eminim ki söylediklerim sizi incitir. O yüzden sizi incitmek istemiyorum. Ne olmuş olmuş. Şimdi dost olmak lazım. Acı varsa herkes içine atmalı” diyor. Dedesinin Diyarbakır’da büyük bir kahya olduğunu anlatan Keyti, “onun bir katırı varmış. Fesinin dingirini bağlamazmış, o dingir böyle gidip gelir sallanırmış onun için adını Dingirmanik koymuşlar. Babamdan taraf dedem Kundakçı Samir de doktormuş. Avrupalarda okumuş. 1915’de paşanın hanımının ayağı mı kırılmış kolu mu kırılmış o kadarını bilmiyorum, dedemi çağırmış, ‘Gavur lakabın nedir?” diye sormuş.

O da ‘Kundakçı Samir” demiş. İşte o dedem de olaylarda ölmüş. Ancak biz komşuyuz ister istemez barışla yaşayacağız.”

DOSTLUK İÇİN TÜRKÇE SÖZLÜK
Türkçe’yi ailesinden öğrendiğini söyleyen Kudakçıyan, “Bizde herkes yüksek tahsilliydi, Ermenice’den çok Türkçe konuşulurdu. Ben de onlardan öğrendim. Ermenice’yi daha sonra üniversitede yabancı diller bölümünde öğrendim. Ancak Türk dili üzerine de filoloji okudum. Bu konuda hayli birikim sahibi olduktan sonra Türkçe-Ermenice bir sözlük hazırladım. Türkçe’den Ermenice’ye önce 3 bin kelimeyle başladım, sonra 20 bin kelimeyi geçtim. Bunu bastırdım. Ayrıca Türkçe-Ermenice konuşma kılavuzu hazırladım. Bunu Türkiye- Ermenistan halklarının kaynaşması için yaptım. Atalarımızın işledikleri suçları bir kenara bırakıp, yeniden komşu gibi yaşamak zorundayız. Başka çaremiz yok” diye konuşuyor.

EVİMİ SATIP NEREYE GİDEYİM ?
Dedesinin evinin ayakta durduğunu kısmet olursa Hasanbeyli’ye gideceğini anlatan Kundakçıyan, “Hangi dinden olursak olalım, hepimiz tek Allah’a inanıyoruz. Komşumuzu seçme gibi bir şansımız da yok. Komşun kötüyse evini sat git diye bir söz var ama uluslararasında evini satıp gidemezsin. Umarım gelecek nesiller daha akıllı olur. Ermeniler de Türkler de akıllarını başlarını toplayacaklar ve anlayacaklar ki yeryüzünde iki çeşit insan var, iyiler ve kötüler. Bunların hangi milletten olduğu önemli değil. Üçüncü çeşit insan yoktur. Ben dedelerimin öldürüldüğünü inkar edemem, çünkü bunu unutamam. İstanbul’a çok gidip geldim. Orada çok Türk ve Azeri arkadaşlarım var. Türkler’e kinim yok. Mesela şu anda sizinle sohbet ediyoruz, rahat konuşabiliyoruz. Çünkü siz bana ben size bir kötülük yapmamışız. Bizim meselemiz sonunda çözülecek. Ben göremesem bile torunlarım görecek” diye konuşuyor.

Kimsenin YÜREĞİ yanmasın
Basit bir insan olduğunu politikadan anlamadığını vurgulayan Keyti Kundakçıyan, cevabını aradığı soruyu “Ben niye Halep’te doğdum? Bu olaylar olmasaydı Hasanbeyli’de doğacaktım” diye özetliyor. Türklerin Iğdır’da soykırım anıtı yapmasına tepki gösteren, Kundakçıyan “Biz vatan veya toprak istemiyoruz. Ben torunlarımızın rahat yaşamasını istiyorum. Benim televizyonum TRT. Haberleri oradan dinlerim. Ama şimdi televizyona bakamıyorum. Çünkü ben kadınım, anayım. Artık kavga istemiyorum. Bir tanecik oğlumu Karabağ’daki savaşta kaybettim. Bana şimdi bir çocuğu getirseler ‘bu Azerbaycanlıdır öldür’ deseler ben bunu kabul edemem. İstemem ki bir Türk anasının gözünden yaş dökülsün. Türkiye depreminde burada ne kadar gözyaşı döktüğümü yaradan biliyor” diyor.

Törende 1.5 milyon artı bir yazılı Hrant Dink posterleri açıldı.

ANITTA BİR ARAYA GELDİLER
200 Ermeni aydının 24 Nisan 1915’te tutuklanmasını sözde soykırımın başlangıcı olarak kabul eden Ermeniler sabahın erken saatlerinden itibaren Erivan’daki Dzidzernakabert Tepesindeki (Kırlangıç Kalesi) anıtta toplandı. 1967 yılından bu yana düzenlenen anma törenlerine dün de Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Başbakan Tigran Sarkisyan, Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan, Savunma Bakanı Seyran Ohanyan, Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan ve milletvekilleri ile çok sayıda Ermeni’nin katıldığı anma törenleri sırasında anıttaki ateşin etrafında toplanan Ermeniler; lale, gül ve karanfiller bırakarak hayatını kaybedenleri andı. Ermenistan Kilisesi dini önderi 2. Karekin tarafından düzenlenen ayinin ardından halk alandan ayrıldı. Tören sırasında Hrant Dink’in fotoğrafları ve 1915’i anlatan pankartlar dikkat çekti.

KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -5-

SORU BİLE SORDURMADILAR
Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdür Yardımcısı Prof. Sonya Mirzoyan, bizi karşılamak için aşağıya iniyor. İlgileneceğimiz bölümün ikinci katta olduğunu söyleyip takip etmemizi istiyor. Bir süre sonra da Müze Müdürü Amatuni Virabyan geliyor ve bize, “Buraya gelen ilk Türk gazeteciler sizlersiniz. Tebrik ederim” diyor. Daha sonra da otomatiğe bağlamış şekilde soru sormamıza bile fırsat vermeden aklındakileri sıralıyor. İyice dinledikten sonra belgelerin orijinallerini soruyoruz. Gerçek olduklarını söylüyorlar. Fakat tükenmez kalemin 1943’te kullanılmaya başladığını söylediğimizde hemen konuyu değiştiriyorlar.

İLK TÜRK GAZETECİLERİZ
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde sürekli olarak gündeme getirilen ve açılması istenen Ermeni Arşivleri’ne giren ilk gazete ‘Türkiye’ oldu. Ekibimiz birçok belgeyi görüntülemeyi başardı.

DİKKATİMİZDEN KAÇMADI
Belgeleri inceleyen arkadaşlarımızın, en çarpıcı tespitlerinden biri, “O yıllara ait denilen belgelerin, ilk olarak 1943 yılında üretilmiş olan tükenmez kalemle yazılmış olmasıydı!”

Ermeni diasporasının kaynak göstererek yabancı parlamentoları etkilediği, Türkiye’nin ise “hiçbir zaman ciddiye almıyoruz. Bilim adamlarımızın incelemesine fırsat verin” dediği Ermeni Arşivlerine girmek için gün sayıyoruz. Dışişlerine, “Ermenistan arşivlerini görmek istiyoruz” şeklindeki talebimiz çok hoş karşılanmamış olsa da biz yine de umutluyuz. 24 Nisan hazırlıklarının yapıldığı bir ortamda telefonumuz çalıyor dışişleri görevlisi, “Arşivlere gidebilirsiniz. Oradaki sorumluların tayin edeceği çerçevede çalışma yapabilirsiniz” diyor. Erivan’daki arşivlerdeyiz artık. İki katlı taş binanın hemen girişindeki fotoğraf sergisi davetiyesinde Türkleri küçük düşürücü karikatürler yürek yakıyor. Ancak bunları görmezlikten geliyoruz. Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdür Yardımcısı Prof. Sonya Mirzoyan, bizi karşılamak için aşağıya iniyor. Bizim ilgileneceğimiz bölümün ikinci katta olduğunu söyleyip takip etmemizi istiyor.

ORİJİNAL BELGE İSTİYORUZ, AFALLIYOR
60 metrekarelik bir odadan içeri giriyoruz. Camekanlar içerisinde çeşitli defterler, fotoğraflar, haritalar ve kitaplar yer alıyor. Bir süre sonra Ermenistan Ulusal Arşivleri Müdürü Amatuni Virabyan da geliyor. Sözlerine, “Buraya gelen ilk Türk gazeteciler sizlersiniz. Tebrik ederim” diyor. Soldan saymaya başlıyor. Bu belgelerde, Türkiye’deki 750 köyde öldürülenlerin tek tek isimleri yazıyor. Bu belge Erzurum’da öldürülenler, bu Muş’takiler, işte bu Van’dakiler. Böyle tam 12 bin belge var.

Otomatiğe bağlamış soru sormamıza bile fırsat vermiyor. Fırsatını bulup orijinal belge yok mu diyoruz. Afallıyor, “Bunlar orijinal işte”. Yazıların tükenmez kalemle yazıldığını 95 yıllık kağıtların hiç sararmadığını tıpkı tükenmez kalem gibi o zaman çizgili kağıdın da olmadığını söylüyoruz. Müdür, “Belgeler orijinal “ diyerek geçiştiriyor

OSMANLI BELGESİ BİLE TERS DURUYOR
Ermenistan dışında başka hangi ülkelerden belge topladıklarını merak ediyoruz. Müdür Virabyan, “Bu belgeler Rus askerleri, Ermeni aydınları ve İngiliz gazeteciler tarafından toplanmış. Bakın mesela bu fotoğrafı Muş Şeyhalan’da Rus askerleri çekmiş. Bunlar orada öldürülen Ermenilerin resimleridir” diyor.

Arşivler arasında Osmanlı’dan alınan bir tek belge görüyoruz. Arşiv müdürüne “Bu belgenin üzerindekileri okuyabildiniz mi? Üstelik ters koymuşsunuz. Burada ne yazıyor biliyor musunuz ?” diye soruyoruz. “Maalesef ters koymuşuz. Osmanlı Devleti Ekim 1915’de bu fermanı hazırlatmış ve bütün İslam alemini cihada çağırmış. Ancak Osmanlıca’yı bilmediğimizden dolayı bazı bilgiler yanlıştır” diyor. “Bunları nerede tercüme ettirdiniz?” diye sorunca da “Tercümanlarımız var” diye geçiştiriyor.

RUSLAR ERMENİCE Mİ YAZMIŞ ?
Israrla gösterdikleri belgelerin gerçek olmadığını, orijinal belgeler görmek istediğimizi tekrarlıyoruz. Bu defa başka bölümlerden büyük kitap halinde hazırlanmış farklı belgeler gösteriyorlar. Bir belgenin üzerindeki günümüzün rakamlarıyla yazılmış 1.5 milyon yazısı dikkatimizi çekiyor. Belli ki sonradan hazırlanmış. Bir süre sonra kendileri de kabul ediyorlar. Müdür yardımcısı Sonya, birkaç kitap daha getiriyor. Rus kayıtları imiş. Ama Ermenice yazıyor. Kimin hazırladığını soruyoruz. İkisi birden konuşuyor;

“Savaş bittikten sonra 1919 yılında Ermeni aydınları bir araya gelerek komisyon kuruyor. Komisyon can kayıplarının yanı sıra ekonomik zararları da tespit ediyor. Mesela bu bölümde, Erzurum’da kaybedilen ev, mobilya, elbise, değerli eşyalar, gıda maddesi, büyük ve küçükbaş hayvanların sayı ve miktarları var. Bunların Rus parasıyla kaç Ruble ettiği de zarar hanesine yazılmış. Maddi kayıpların peşine de hangi tarihte kaç Ermeni’nin nerelerde öldürüldüğü not düşülmüştür.”

İKNA OLMADAN AYRILIYORUZ
Arşiv müdürü Virabyan’a göre, Muş’un Gop Köyü’nden Van Erciş’e, Erzurum Hınıs’tan Bitlis Hizan’a, Kars’tan Harput’a kadar Anadolu’nun en ücra köşesindeki olaylar 500 kitapta toplanmış. Soykırım yapıldığı öne sürülen yerler arasında Nahçıvan, Bakü ve Tiflis de var. Virabyan “Tiflis’teki belgeler, sağ olarak kurtulanların verdiği bilgiler doğrultusunda hazırlanmış. Bunlar kurtulan her kişinin anılarından oluşuyor. Mesela bu yazı, kardeşleri ölen kendisi kurtulan Ermeni’nin anlattıkları. Tiflis kitabı 500 ailenin yaşadıklarından oluşuyor” diye konuşuyor.

Bir ara etrafımızda flaşlar patlıyor. Dönüyoruz telaş içinde bir bayan fotoğrafımızı çekmeye çalışıyor. Polisin suçüstü yaptığı zanlı gibiyiz. Espriyle, “Biz fotoğrafa önem veririz. Sen söyle nasıl durmamızı istiyorsan öyle durup sana poz verelim. Yakışıklılığımızı zedeleme” diyoruz. Arşiv müdürü uyanık, “ilkleri fotoğraflayıp sitemizde yayınlıyoruz. O yüzden” diyor. O zaman profesyonel bir şey yapalım deyip bizim makinelerden biriyle fotoğraf çekiliyoruz. Arşivde daha birçok konuyu enine boyuna konuşuyoruz. Bir çoğuna ikna olmuyoruz.

Tükenmez kalem oyunu yapmışlar
- Arşivlerdeki belgelerin matbu olanlar dışındakilerinin büyük bir bölümü tükenmez kalemle yazılmış. Halbuki tükenmez kalemin dünyayla tanışması 1943 yılına dayanıyor. Dolayısıyla o döneme ait orijinal belge olma yerine sonradan yazıldığı açıkça anlaşılıyor.

- Ermenilerin iddia ettiği kendilerine ait arşivin olması imkansız. Çünkü o dönemde Ermenistan diye bir devlet yok. Bugünkü Ermenistan devlet olarak 1920-21 yıllarında kuruluyor, hemen akabinde de Sovyet işgaline uğruyor. Daha öncesinde buradaki Ermeniler, Rus himayesinde yaşıyor.

- Arşiv belgesi olarak öne sürülen evrakların bir çoğu İngiliz, Rus ve Fransızlara dayandırılıyor. İngilizler tarafından tutulduğu öne sürülen kayıtlar matbu, Rus kayıtları ise Ermenice. Ancak kayıtları şayet Ruslar tuttuysa neden Rusça değil de Ermenice yazıldı?

- Arşivlerde soykırım belgesi olarak sergilenen fotoğrafların Rus askerleri ve İngiliz gazeteciler tarafından çekildiği iddia ediliyor. Rus askerleri ile Ermenilerin bir arada bulunması nasıl açıklanabilir? Türk arşivlerinde yer alan ve “Ermeniler, Osmanlı’ya karşı cephe açtılar” şeklindeki suçlamaları haklı çıkarmaz mı? Ermeni çetelerinin fotoğraflarındaki silahlar ve üniformalar nasıl açıklanabilir? Ayrıca öldürülenlerin Türk olma ihtimali yok mudur?

- Osmanlı’ya ait tek arşiv belgesi olarak gösterilen matbu evrak, arşiv müdürü tarafından Padişah fermanı, diğer görevlilerce de Şeyhülislamın cihat fetvası olarak ifade ediliyor. Padişah fermanlarının özel kağıtlara ve tuğralı yazıldığı unutuluyor. Ayrıca bu tip evrakların el yazısıyla yazıldığı gözden kaçırılıyor. Üstelik Osmanlıca evrak ters konulmuş.

- Ermenilerin sürekli gündeme getirdiği “1.5 milyon öldürüldü, 1 milyon da sürüldü” iddiası gerçeklerle örtüşmüyor. Zira o dönemde bugünkü Türkiye sınırları içinde yaşayanların toplam rakamı 10 milyon. Türk arşivlerinde ise Ermeniler 1 milyon 300 bin olarak görünüyor.

1018’den beri...

- Tarihten bugüne (1018’den günümüze) kronolojik olarak Ermeni olaylarına baktığımızda; 47 siyasi olay, 48 terör olayı (terör olaylarından 5’i katliam 43’ü ise saldırı olarak gerçekleştirilmiştir). 13 isyan, 12 ilmi, 16 kültürel, 5 dini ve 1 ticari olay meydana geldiği görülmektedir. Bu olaylar Ermeniler tarafından bizzat veya dolaylı yönden kendi lehlerine, Türk ve Türkiye’nin aleyhine gerçekleştirilmiş olaylardır. Olaylar boyunca Ermeniler Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde Türkiye’de, daha sonra da destekleyicileri yanında siyasi, dini ve kültürel olarak pek çok nüfuz elde edebilmiş ve neticede Ermenistan devletini kurabilmişlerdir. Bu olaylar seyrince Türkiye ve Türk halkı pek çok zararlara uğramıştır. Ermenilerin 930 milyon dolar bütçe harcayıp propaganda amaçlı hazırlattığı filmler ile çeşitli ülkelerde Ermeni kökenli yazarların kaleme aldığı 278 kitaba dayandırılan iddialar hâlen ispat bekliyor.

Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan, sinirli ve gergin tavırlar sergiledi.

GERÇEKLERİ İNGİLTERE VE RUSYA’DAYMIŞ

- Arşivdeki çalışmamız sırasında Müdür bir ara izin istiyor ve “Sayın Bakan geldi” diyor. Gelen Diaspora Bakanı Hranuş Hakobyan’dan başkası değil. Ermenistan’a gelmeden önce röportaj için yazılı talepte bulunduğumuz geldiğimiz gün de talebimizi yenilediğimiz bakan burada. Üstelik de 5 gün boyunca cevap alamadığımız bakanı bulmuşken soruları bir biri ardına sıralıyoruz;

O.S: Sayın Bakan Türkiye’den geliyorum. Size birkaç sorum olacak. Protokoller donduruldu bundan sonra ne olacak?

H.H: İki cumhurbaşkanı ne olması gerektiğini açıklamıştır.

O.S : İlişkilerin bundan sonraki seyri konusunda neler söyleyeceksiniz?

H.H: Ermenistan sadece protokolleri dondurdu, imzasını geri almadı. Türkiye ile yeniden görüşmeler yapmayı bekliyor, ikili ilişkilerin devamını istiyor.

O.S Barış umudu var mı?

H.H: Biz duruşumuzla bunu gösteriyoruz. Kaldı ki karşı tarafın nasıl davranacağını bekliyoruz.

O.S: Bundan sonrası için ne bekliyorsunuz?

H.H: Ne adım atacağınıza bağlı. Bizim bütün meselelerimiz değişmemiştir, hepsi aynı kalmıştır. Beklentimiz ön şart olmadan bütün ilişkileri devam ettirmektir.

O.S: Soykırıma yönelik denilen belgeler bu gördüklerimiz mi? Başka belgeler var mı?

H.H: Daha çok belge var.

O.S: Bize orijinal bir iki belge gösterebilir misiniz ? Bunu merak ediyoruz. Çünkü Türkiye’de sürekli gündeme getiriliyor.

H.H: Şu aşamada artık belgelerden konuşmak pek uygun değil. Bütün dünya zaten ne olduğunu biliyor.

O.S : Bize göstereceğiniz belgeler sadece bunlar mı yani?

H.H: Bu belgeler, İsviçre, Amerika, Fransa, İsveç, İngiltere, Almanya parlamentolarında tanındı. Daha nasıl bir ispat istiyorsunuz?

O.S: Bu belgelerin birçoğu sonradan yazılmış. Üstelik tükenmez kalemle. Orijinal belge varsa Türkiye kamuoyuna taşımak adına yardımcı olur musunuz?

H.H: Beyefendi, Rusya’ya gidin, İngiltere’ye gidin orada orijinalleri var.

O.S: Yani bunlar orijinal değil öyle mi?
H.H: Sanırım yeterince konuştum...

KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -6-

ÖĞRENCİLERİN DİLİNDEN...
Türkiye ile barış umudunu bir başka bahara erteleyen Ermenistan’ın gençleri bambaşka bir strateji peşinde. Erivan’da gençlerin Türkçe’ye merak sardığını öğreniyoruz. Rehberimiz Diran bir yerleri arıyor ve Türkoloji bölümünde okuyan üç öğrenciyi okul dışında görüşmeye ikna ediyor. Tam da Obama’nın soykırım kelimesini kullanmadığı günlere denk gelen bu görüşme bizim için oldukça önemli. Erivan Devlet Üniversitesi Türkoloji Bölümü Master Öğrencileri; Narek Zulalyan, Armen Mıhçıyan ile aynı zamanda Genç Türkologlar Kulübü Başkanı da olan Lia Evoyan sohbetimiz süresince ilginç tepkiler veriyor.

TÜRKÇE ÖĞRENİYORLAR
Türkiye ile mücadele edebilmek ya da geçmişten gelen izleri sürmek isteyen Ermeni gençler Türkçe öğreniyor. Erivan Devlet Üniversitesi’ndeki gençlerin hepsi diplomat olmak istiyor

TARİHİMİZİ ARAŞTIRIYORLAR
Türkçeyi ve Türk tarihini derinlemesine öğrenen Ermeni gençler, “Hedefimiz, Ermenileri Türk çıkmazından kurtarmak. Anadolu için Ermeniler için mücadele edeceğiz” dedi.

İLLE DE BATI ERMENİSTAN
Narek Zulalyan (solda) “Türkiye, Ermenistan ile imzaladığı protokolleri tasdik etmelidir” derken Armen Mıhçıyan (sağda) ise, “Türkiye’yi bugünkü haritasıyla kabul etmiyorum. Benim için bu topraklar Batı Ermenistan topraklarıdır” şeklinde konuşuyor.

Türkiye ile Ermenistan arasında bir futbol maçı ile başlayan buz eritme sürecinde soğuk rüzgarlar esiyor. Başı da sonu da gerginliğe sebep olan protokoller, sokaktaki havayı da değiştirdi. Türkiye ile barış umudunu bir başka bahara erteleyen Ermenistan’ın gençleri ise bambaşka bir strateji peşinde. Erivan’da gençlerin Türkçe’ye merak sardığını öğreniyoruz. Erivan Üniversitesi’ne bir dersi izlemek istediğimizi söylüyoruz. Ancak olumlu bir cevap alamıyoruz. Rehberimiz Diran bir yerleri arıyor ve Türkoloji bölümünde okuyan üç öğrenciyi okul dışında görüşmeye ikna ediyor. Tam da Obama’nın soykırım kelimesini kullanmadığı günlere denk gelen bu görüşme bizim için oldukça önemli. En azından Türkiye’yi yakından takip ettiklerini düşündüğümüz bu gençlerin fikirleri Türkiye-Ermenistan arasında sürdürülen görüşmelerin de bir yansıması olacak. Gençler randevulaştığımız kafeteryaya geldiklerinde oldukça soğuk davranıyorlar. Türkçe ‘Merhaba’ demekle yetiniyorlar.

Kendimizi tanıtıp niyetimizi aktarmamıza rağmen çekingen tavırlarına sürdürüyorlar. Diran’ın telkinleriyle konuşmaya ikna oluyorlar. Tabi kısa bir mülakattan sonra.

Gazetenin ismini bir kenara not edip soruları önceden öğrenmek istediklerini aksi takdirde görüşemeyeceklerini bin bir mazeret sıralayıp aktarıyorlar. Dışişlerinin akreditasyon kartlarını gösterip bir iki manevra ile gençleri zor da olsa ikna ediyoruz.

BATI ERMENİSTAN YAZIN
Erivan Devlet Üniversitesi Türkoloji Bölümü Master Öğrencileri; Narek Zulalyan, Armen Mıhçıyan ile aynı zamanda Genç Türkologlar Kulübü Başkanı da olan Lia Evoyan pür dikkat bizi süzüyor. Armen, dedelerinin Kars ve Erzurum’dan; Lia Van, Eleşkirt ve Muş’tan geldiklerini anlatıyor. Narek ise dedelerinin Maraşlı olduğunu söylüyor. Ama ısrarla buralar için ‘Batı Ermenistan’ yazılmasını istiyor. Daha sohbetin başında gerginlik başlıyor. Narek’e , “Ne yazmamız gerektiğini biz karar verelim olur mu? Ne mesaj vermek istiyorsan onu söyle, kelimelere çok takılma” diyoruz. Gençlerden üçü de Türkiye’ye zaman zaman gidip geldiklerini söylüyor. Dolayısıyla daha işin başında “biz oraları biliyoruz” mesajı vermeyi amaçlıyorlar. “O zaman sohbete başlayabiliriz” diyor ve o kritik soruyu soruyoruz;.

* Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz.?
Narek.Z : Türkiye Ermenistan’a komşu bir ülke ama aramızda meseleler var. Bunun başında soykırım geliyor. Son zamanlarda Türkiye ile ilişkilerimiz iyi yolda. Bazı uzmanlar meselenin sınır kapılarının açılmasıyla çözüleceğini düşünüyor. Bence sınır kapısının açılması öncelikler arasında ikinci sıradadır. Bizim için önemli olan ön şartlar ileri sürülmeden ilişkilerin geliştirilmesidir. Bununun dışında çok önemli olan bir şey de Ermeni soykırımının tanınmasıdır. Dünya ülkelerinin bunu tanıması önemli değil, Türkiye’nin tanıması önemli. Bu sorun çözüldükten sonra sıra sınır kapılarının açılması ve diplomatik ilişkilerin kurulmasına gelebilir.

* Protokollerde bir gerileme süreci oldu, ilişkilerin normale döneceğinden umutlu musun?

Narek Z: Önceleri umutluydum, ama şimdi değilim. Çünkü Ermenistan iyi ilişkiler kurmak için her şeyi yaptı. Ama sizin ülkeniz Türkiye Cumhuriyeti de bazı şeyler yapmalı.

* Mesela ?
Narek Z: Türkiye Ermenistan ile imzaladığı protokolleri tasdik etmelidir. Ama bu protokollerde Ermeni soykırımı ve Karabağ hakkında hiçbir şey yok. Fakat yine de Türkiye onaylamıyor.

* Obama 24 Nisan’da soykırım demedi!
Narek Z: Biraz daha bekleyecek. Galiba, Türkiye-Ermenistan ilişkilerini geliştirmek için bir şeyler yapacak. Obama bunu düşünüyor bence.

* Türkiye ile Ermenistan arasındaki meseleleri politikacılar mı yoksa halklar mı çözer?

Narek Z: Hem politikacılara hem de halka yani bizlere görev düşüyor.

* Politikacılar bu işi zorlaştırıp çıkmaza sokmuyor mu?
Narek .Z: Politikacılar olmadan siz ve biz bu işi nasıl çözebiliriz?
Armen Mıhçıyan söze giriyor ve “Çağdaş Türkiye’yi bugünkü haritadaki şekliyle düşünemiyorum ve kabul etmiyorum. Benim için bu topraklar Batı Ermenistan topraklarıdır” diyor.

* Haritanın nasıl olması lazım?
Armen M: Ben Batı Ermenistan diyorum siz Doğu Anadolu diyorsunuz.

* Peki önceden orada Türkler yok muydu?
Armen M: Şimdi olduğu gibi eskiden de Türk vardı.

* O zaman neyi tartışıyoruz? Kimse burada Ermeniler yoktu demiyor ki!
Armen M: Ama bizim oradaki varlığımız binlerce yıl öncesine dayanıyor. Aslında fark etmez. Net olarak bilmiyorum ama 5 veya 6 bin yıl olabilir. Ama Türklerin Anadolu’ya 9. yüzyılda geldiğini biliyorum. Yani o topraklar bizim. Sizin orada ne işiniz var?

* Bütün dünyada kaç Ermeni var ?
Armen M: 10 milyon.

* 10 milyon Ermeni, 5 bin yıl için az bir rakam değil mi? Diğerleri nerede?
Armen M: Ermeniler zor şartlarda yaşıyorlar. Yaklaşık bin yıl Türklerin yönetiminde kalıyorlar ve asimilasyona uğruyorlar.

* Bence biraz abartıyorsun. İddia ettiğiniz asimilasyon ne zaman başlıyor?
Armen M: Türkler Anadolu’ya geldiği zaman başlıyor. Bu yüzden biz 10 milyonla sınırlı kalıyoruz.

* Ancak 1915’den sonra sizin iddia ettiğiniz asimilasyon yok, artmanız lazım. Biraz çelişki yok mu?
Lia Evoyan: (Burada söze giriyor)

10 MİLYON OLMAMIZ SİZİN SUÇUNUZ
Lia E: 1915’den sonra Ermeniler batı ülkelerine kaçtılar. Bundan dolayı biz şu anda 10 milyon kişiyiz. Asimilasyon ABD’de, Avrupa’da yok. Türkler tarafından Ermenilere asimilasyon uygulanıyor. Ermeniler Avrupa ve ABD’ye 1915 yılından sonra geliyorlar. Armen M: Şimdi ben bu konuları niye tartıştığımızı anlamıyorum. Ortada sizin yaptığınız soykırım var. Bunu kabul edeceksiniz.

* Tartışmıyorum, soruyorum. Ortada tartışılacak bir şey yok. Sen sakın diplomat falan olma. Çünkü Ermeniler senin gibiler yüzünden perişan olur. Sen niye Türkçe öğreniyorsun onu söyle?

Armen.M: Çünkü diplomasiyle ilgileniyorum. Ermeni diplomasisinde Türkiye en önemli köşe taşlarından biridir. Ermeni diplomatları için Türkiye’den bazı bilgileri toplamak adına Türkçe öğrenmek çok önemli bir şey. Bence de Türkçe konuşmak çok önemli. Ermenistan Türkiye ilişkilerinde rol alabilmek için Türkçeyi daha iyi öğrenmek istiyorum.

* Türkiye’de kapıdan içeri girdiğinizde size nasıl davrandılar. Kötü bir davranış oldu mu?

Armen M: Yok, çok iyi karşıladılar. Orada arkadaşlarım var. Hiçbir problem yok. Asıl problem bence iktidarlarda, siyasilerde. Türkiye tarafı olaya siyasi pencereden bakıyor. Siz de siyasi çevrelerde problem var, biz halkın milli davası olarak bakıyoruz. Aslında problem burada.

* Ermenilerde problem yok mu? Çözüm sürecinde kim problem çıkarıyor?

Armen M: Uzlaşmanın olmaması Türkiye’deki iktidarlardan kaynaklanıyor. Ermenistan’da halkla iktidarın davranışı birbiriyle aynıdır. Ama Türkiye’de halkla iktidarın davranışı farklı.

TÜRK HALKI SAMİMİ DAVRANIYOR

* Türkiye’de halk daha mı sıcak?
Armen M: Evet, halkın tavırları iktidara oranla daha içten daha samimi.

ATALARIMIN HESABINI SORACAĞIM
Lia Evoyan, Ermeni gençlerin gelecekte diplomasiyi ülkerinin lehine çevireceklerinden bahsedip, bu alanda master yaptığını aktarıyor. “İleride beni dışişleri diplomatı olarak göreceksiniz” diyen Lia, anneanne ve dedesinden geçmişe yönelik çok şeyler duyduğunu bu yüzden diplomat olmaya karar verdiğini hırslı bir ifadeyle vurguluyor.

* Şu anda onlardan hayatta olan var mı, nereden gelmişler?

Lia E: Soykırım hakkında her şeyi onlardan duydum. Büyük annemin ailesinde 7 kız kardeş varmış, yedisi de göç yolunda ölmüş.

* Sen hayattayken Türkiye-Ermenisten meselesi çözülecek mi?

Lia E: Çözülecek ama zamanını bilmiyorum.

* Türkiye’ye mesajın var mı? Orada bu işle uğraşan kişilere ne söylemek istersin?
Lia E: Türkiye ile Ermenistan arasındaki problem soykırım meselesidir. Bu soykırım yalnız ‘özür dilerim’ demekle çözülemez. Bizim için Ermeni meselesi toprak talebi meselesidir. Bizim topraklarımız Batı Ermenistan’dır. Bu topraklar Ermenistan Cumhuriyeti haritasında gördükten sonra Ermenistan ile Türkiye arasındaki meseleler çözülecektir.

* Türkiye’de nereler bu topraklar? Hangi iller Batı Ermenistan içerisinde.
Lia E: Van, Muş, Eleşkirt, Çatak, Sason, kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Diyarbakır, Erzurum, Kars. Şimdiki Türkiye’nin yarısı.

* Bu sence olabilecek bir şey mi? Söylediğine sen inanıyor musun?
L.ia E.: Ben Türkoloji okuyorum. Müzikolog veya sanatçı değilim. Sanatçı olsam derim ki; bu olacak. Ama ben Türkolojistim, ne zaman nasıl olacağını bilemem. Ben Ermeni olarak diyorum ki bu olacak ve olmalı.

* Falcı değilsin, üstelik kurulmuş saat gibi aynı şeyleri söylüyorsun.
Lia E: Ben olmalı diyorum

* Türkoloji bölümünde kaç öğrenci var?

Lia. E: Şu anda 100 ama sanırım 400 de mezun var.
Gençlerle sohbetimiz uzadıkça uzuyor. Ayrılırken Lia arkadaşlarının da duygularına tercüman olan şu sözleri sarfediyor; “Hepimiz dışişlerine girip diplomat olacağız.

Tarihimizle ilgili ne varsa öğrenip mücadelemizi sürdüreceğiz. Bizim bir de Genç Türkologlar Kulübümüz var. Burada oturup verileri topluyoruz. Batı Ermenistan davamızdan vazgeçmeyiz. Daha bir çok arkadaşımızla Türkçe öğrenmeye ve sizi köşeye sıkıştırmaya devam edeceğiz.” Ayrılırken de Lia, Armen ve Narek’e Türkiye’nin Ermenistan ile olan farkını hissedip hissetmediklerini soruyoruz, kendilerince bir takım şeyler söylüyorlar.

Biz ise gençlere “Bizde demokrasi var. İnsanlar hür iradeleriyle düşünüyorlar. Geleceğe öfke ve nefret tohumu ekmiyorlar. Siz de bizim gibi olduğunuz zaman bu mesele çözülür “deyip vedalaşıyoruz.

28 Nisan 2010 Çarşamba
Ermenilerin hayat felsefesi herkesle kavga etmek
KÜS KOMŞU ERMENİSTAN -7-

KÖŞEYE SIKIŞTI KONUYU DEĞİŞTİRDİ
Minasyan Harutyun’a “tam da branşınıza uygun bir sorumuz var” diyerek, Ermeni gençlerin, ‘Bizim genetik hafızamız yaşananları unutmamıza engel oluyor’ şeklindeki sözlerini hatırlatıp bu mümkün mü?” diyoruz. Harutyun, “Biyolojik olarak mümkün değil. Ben iki büyük annelerimi de gördüm. Onlardan başlarından geçenleri dinledim. Bu nesilden nesile geçiyor. Bunun hissi tarafı unutuluyor. Ama yayınlanan kitaplar, fotoğraflar ve belgeler hafızayı koruyor” dedi. Harutyun’a aynı hafıza Bizans Rumlarının, İranlıların, Rusların yaptıklarını; Anadolu’da çetelerin masumları öldürdüğünü niye hatırlamıyor? diye soruyoruz ama geçiştiriyor.

DÜŞMAN OLMAYAN YOK
Ermeniler’in dost olduğu tek bir ülke yok. Azerilerle; Karabağ, Gürcülerle ve İranlılarla azınlık meselesi olan Ermeniler, Ruslarla da geçmişin hesabını görme derdinde..

UNUTMAK İSTEMİYORLAR
Minasyan Harutyun, “anlatılanlar genetik hafızayı koruyor. Ayrıca görgü tanıklarının kitapları, fotoğraflar ve belgeler var. Bu sebeple olayların unutulması mümkün değil” dedi.

SOKAK SOKAK DOLAŞTIK...
Bir hafta kaldığımız Ermenistan’da başkent Erivan’ı sokak sokak dolaşıp halkın düşüncelerini öğrenmeye çalıştık. Başta işsizlik olmak üzere ülkede yaşanan ekonomik problemler halkın hücrelerine kadar işlemiş durumda...

Yaşadıkları coğrafyada sınır komşuları ve uzun süre hakimiyeti altında kaldıkları Rusya ile gergin olan Ermenistan, ilişkilerini güçlendirmek için çıkış yolu arıyor.

Türkiye ile görüşmelerinde soykırım ve tazminat meselesine odaklanan Ermeniler, Rusya ile geçmişin hesabını Gürcistan’la azınlık çıkmazını, Azerbaycan’la Karabağ meselesini, İran’la da orada yaşan Ermenilerin statüsü konusunda anlaşmazlık yaşıyor. Ermenistan’ın yaşadığı problemler ise halkın hücrelerine kadar işlemiş durumda. Özellikle Türklerle aralarındaki meselelerin genetik hafızalarına işlendiğini söyleyen Ermeniler’in 7’den 70’e hepsini ayakta tutan tek mesele, “Türk düşmanlığı” Bu düşmanlığı birlik olmanın tek çıkar yolu olarak gören Ermeniler’i gerçeklerle yüzleştirmek ise bir hayli zaman alacağa benziyor. Karabağ konusunda BM kararlarını hiçe sayan Ermenistan, sözde soykırım iddialarını ise Uluslar arası hukuk şemsiyesi altına sokmaya çalışıyor. Ancak aynı uluslar arası hukuk kuralları bir başka ülkeye ait tarihi bir eserin, varlığın bir başka ülke tarafından sembol olarak kullanılmasını reddediyor. Fakat Ermeniler bu kuralı da hiçe sayarak Ağrı Dağı’nın (Ararat ) sembolünü her yerde kullanmayı bir gurur vesilesi olarak görüyor.

BU DA TÜRKMEN KAFASI
Diran, Minasyan Harutyun adlı ruh doktoru ile görüşmemizi tavsiye ediyor, “İlginç bir kişiliktir. Ermeni tarihi ile ilgilidir kitapları da var” diyor. Bizi kliniğin girişinde karşılıyor. Diran, “Bu arkadaşlar çay hastasıdır” deyince koşturup caddenin köşesindeki marketten çay, bisküvi, kek gibi şeyler alıp geliyor. 6’ncı kata çıkıyoruz. İçeride değirmen taşları, sandıklar, akla gelen her şey var. “Gömü mü buldun?” diye takılıyoruz. “Antika onlar antika. Size daha enteresan şeyler göstereceğim“ diyor. Diğer odada bakır, tunç semaverler, demlikler, tas, tabak... Tam ortadaki masanın üzerinde ise 8 tane kafatası.

Harutyun, “Sırayla bu kadına ait, bu hastalıklıymış...” şeklinde sıralıyor. Bunların hepsi Ermeni mi diyoruz. “Yok, farklı milliyetlere ait olanlar var. Eski medeniyetlerden toplu mezarlardan falan çıkmış kafatasları bunlar. İlginizi çeker bak mesela bu Türkmen” diye konuşuyor. Söylediklerine inandırmak için de “Antropologlar baktı 3 bin yıllık bir kafatası olabilirmiş” diyor.

GENETİK HAFIZA SİLİNMİYOR
Bir karış toz yüklü eski eserlerin arasından çıkıp aramızdaki o eski meseleyi konuşmak üzere odasına geçiyoruz. Çaylar olmuş bu arada. Kekleri de dilimleyip ikram ediyor. Büyük annesinin Van’ın Şahbağı büyük babasının ise Van gölünün kenarındaki Avants köyünden geldiğini, anne tarafının ise Bitlis ve Erzurum kökenli olduğunu anlatıyor.

Harutyun’a “tam da branşınıza uygun bir sorumuz var” diyerek, Ermeni gençlerin, ‘Bizim genetik hafızamız yaşananları unutmamıza engel oluyor’ şeklindeki sözlerini hatırlatıp bu mümkün mü?” diyoruz. Harutyun, “Biyolojik olarak mümkün değil. Ben iki büyük annelerimi de gördüm. Onlardan başlarından geçenleri dinledim. Bu nesilden nesile geçiyor. Bunun hissi tarafı unutuluyor. Kendi gözüyle gören için başkadır, büyüklerinden öğrenmişse başkadır. Üçüncü nesil olarak benim için daha da başkadır.

Bu hisler zaman geçtikçe zayıflıyor. Ancak aktarılanlar sayesinde genetik hafıza korunuyor. Bunun haricinde görgü tanıklarının cilt cilt kitapları, fotoğraflar belgeler var. Bunları okuyanlar aynı şeyleri tekrar yaşıyorlar. Bu sebeple unutulması mümkün değil” diyor.

MEŞHUR KÖR ERMENİLER KİTABI
Harutyun’a aynı hafıza Bizans Rumlarının, İranlıların, Rusların yaptıklarını; Anadolu’da çetelerin masumları öldürdüğünü niye hatırlamıyor? Acaba hafızaya virüs mü girmiş diye soruyoruz. Cevap veremiyor. Israrla yüklenmeye devam ediyoruz.

İçeride gösterdiğiniz Türkmen kafatası burada Türklerin bir dönem yaşadığını gösteriyor. O hafıza buraların Türklere ait olma ihtimalini dikkate alıyor mu? diyoruz . “Bunu tarihçiler bilir. Ama şimdi bizim” diyor. Tıpkı Anadolunun bizim olduğu gibi mi? sorumuza oldukça sinirleniyor. Harutyun’a demek ki buralar bizimmiş.

Verdiğiniz bu malzeme için teşekkür ederiz. Türk Ermeni olayları için yeni bir pencere daha açtınız diyerek minnet duygularımızı ifade ediyoruz.

Konuyu değiştirmek için masanın üzerine kendi kaleme aldığı kitapları yığıyor. Polonya ve Rus döneminde 400 Ermeni ruh doktorunun 1920-1954 yılları arasında uğradıkları zulmü 4 kitapta topladığını söylüyor.

Hatta son dönemde aralarında Türkiye’den gelen 93 yaşındaki kör bir Ermeni kadının da olduğu “Meşhur kör Ermeniler” kitabı hazırlığında olduğunu müjdeliyor. Harutyan’a kör Ermenilerin bir kitaba sığmayacağını bir külliyat hazırlaması gerektiğini söylüyoruz. Önce bozuluyor, sonra işi espriye vurup, “Siz Türkler kelimeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Artık yeter savunma yapmaktan aklımdaki anlatmaya zaman kalmadı” diyor.

Harutyun çözümün Türk ve Ermeni halklarının birbirlerini çok iyi tanımasıyla mümkün olabileceğini belirterek, kendisinin bildiği baba, çocuklar, hayat gibi Türkçe kelimeleri sıralıyor Ermenicede Osmanlı’dan kalma, Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden bahsediyor. Kısacası “biz iç içe yaşamışız” demeye getiriyor.

Biz ise Harutyun’a, “Hafızanıza format atmadıkça biz tekrar bir araya gelemeyiz “ tavsiyesinde bulunup veda ediyoruz.

DEDENİN HESABINI ÖDE
Türk Ermeni ilişkileriyle ilgili Ermenistan’da bulunduğumuz süre içerisinde sayısız insanla röportaj yapıyoruz. Ünlü ünsüz her önüne gelen konuşuyor.

Ama iş gerçekleri konuşmaya geldiğinde herkes kendince mazeret üretiyor. Tıpkı şu meşhur kıssadan hissede olduğu gibi;

“Adamın biri lokantanın önünden geçerken camdaki yazıya gözü takılmış. “Sen ye torunun ödesin!” İçeriye girmiş güzelce karnını doyurmuş. Tam kapıdan çıkarken; ‘beyim hesap’ demişler. ‘Yazıyı görmüyor musunuz?’ diye çıkışmış bizimki. ‘Yazı doğru beyim biz sizin yediklerinizin hesabını zaten istemiyoruz. Dedenizin yedikleri beyim’ demişler.

Türkler ve Ermeniler arasındaki gerginlik de tam buradan kaynaklanıyor. Şimdi kim kimin dedesinin hesabını kimden soracak? İttihat ve terakkinin yaptıklarını Türkiye’ye mal eden Ermeniler, Taşnak çetelerinin yaptıklarını gururla anlatıp Arşivlerinde ise sergilemekten kaçınmıyorlar.

Hatta Erivan’daki sözde soykırımı anma töreninde rehberimiz Diran, Ermeni gazetecilerin bizimle yakından ilgilendiğini söyleyip röportaj taleplerini aktarıyor. “Diran, röportaj yaparız. Hem de buranın ruhuna uygun şeyler de söyleriz.

Ama tıpkı Ermenilerle bizim röportajlarımız sırasında istedikleri gibi bizim de bir şartımız var” diyoruz. Ne olduğunu soruyor, “Biz de Ermenilerin katlettikleri Türkleri anmak için burada olduğumuzu söyleyeceğiz. Eğer bunu kesmeden yayınlayacaklarsa hemen görüşelim” diyoruz. Televizyoncularla Diran arasında bazı konuşmalar geçiyor, tabii ki röportaj da olmuyor. Bizden İttihat ve Terakki’nin hesabını soran Ermeniler her nedense kendi dedeleriyle ilgili kısa bir cümleye bile tahammül edemiyorlar! Sözün özü sürekli Türkiye’ye karşı argüman geliştiren Ermelilerle ilgili olarak kaybedilen zamanı telafi etmek hiç güç değil. Yeter ki onlarda olduğu gibi bizim gençlerimiz de tarihe biraz önem verseler. Hiç olmazsa okullarda seçmeli de olsa Osmanlıca ders alsalar birçok belgeyi okuyup Ermenilerin dünyaya aktardığı yalan yanlış bilgilere inanmayacak, hatta onların dünyaya yaydığı 278 kitaba bir o kadarı ile cevap verme imkanı bulacaktır. İlgililere duyurulur.

ÖTEKİ ERMENİLER DE BİR ŞEYLER SÖYLEDİLER

BAKOUR KARAPETYAN (GAZETECİ)
Karabağlıyım. Hocalı’da yaşananları görüntüledim. Her iki taraftan da insanlar kırıldı. Ermeni halkı toprak talebi ve tazminat hayaliyle oyalanıyor. Tayyip Erdoğan da Azerbaycan hesabı yapıyor.


* Türkiye Ermenistan ilişkilerinin gidişatı konusunda politikacılar ya da diasporanın anlattıkları herkesçe malum. Peki ya sokaktaki insanlar ne düşünüyor?

HERABATİ MANUKYAN (ESNAF)
* “Türkiye ile ilişkilerin kesintiye uğraması hiç iyi olmadı. Turist sayısının azalmasından korkuyoruz. Toprak, tazminat istemiyoruz, kara sınırının açılması daha önemli.

MEHAT KERÇİYAN - ELENİ MORATUNYAN (NİŞANLI ÇİFT)
M.K- Geçmişe takılmak yanlış ama Türkiye soykırımı kabul etmeli. İlişkiler düzeltilmeli. Diğerleri zamana bırakılmalı.

E.M-Ben bu konularla ilgili nişanlım kadar ilgilenmiyorum. Burada kız tarafının yükü erkek tarafından daha ağır. Babam devlet memuru 200 dolar maaş alıyor. Ne yapacağız bilmiyorum.


KISA NOTLAR...

* Ermenistan’a gidecek herkesin çok iyi bir tarihi bilgiye ihtiyacı var. Ermeniler sizinle tartışmayı Türkiye’den bir karış toprak almak gibi görüyor.

* Bıyıklı erkekler antipati hatta düşmanlıkla karşılanıyor. Azerilerin bıyıklı olması hasebiyle her esmer ve bıyıklıyı potansiyel bir Azeri olarak değerlendiriyorlar.

* Türkiye’deki gençler Ermeni meselesine ilgilenmezken her Ermeni ilkokula başlamadan bu konuda iki saat nutuk atabilecek bilgiye sahip olabiliyor. Onlar Türkçe öğrenirken bizde ise tarihe ışık tutacak Ermeni belgelerinin yazıldığı Osmanlıcayı bilen insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.

Kan cekince,Meline Koruk

Anneanne Maryam Simonyan (Mesrobyan) 61 yıl önce terk ettiği Türkiye’yi hiç unutmamış, diliyle, kültürüyle, yemekleriyle Arjantin’deki evinde yaşatmıştı. Torunu Meline de anneannesinden çok dinlediği Türkiye’ye ilk kez üç yıl önce geldi ve her yerini sevdi. Hele Kordon’u gördüğü anda İzmir’e bayıldı. Bavulunu kaptığı gibi İzmir’e yerleşti. İşte Meline Koruk’un Buenos Aires’ten İzmir’e uzanan öyküsü . . . 

Meline Koruk (28), Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te Türk geleneklerine bağlı bir evde doğdu. Bu evin mutfağında Türk yemekleri pişerdi. Yoğurt çarşıdan alınmaz evde yapılırdı. Meline de ayran içerek, dolma yiyerek büyüdü. Arjantin âdetlerinin tersine misafirler bu evde ayakkabılarını çıkarıp terlik giyerdi. Hepsine Türk kahvesi ikram edilirdi, sonra evin büyüğü de fallarına bakardı. Hatta çocuklar anlamasın istedikleri zaman büyükler evde kendi aralarında Türkçe konuşurdu.
Tüm bu geleneklerin sebebi Meline’nin anneannesi Maryam Hanım’dı. Maryam Hanım, İstanbul’da doğmuş, anneannesi tarafından yetiştirilmiş. Ama henüz 20 yaşında, biricik aşkı Kurken’in peşinden Arjantin’in yolunu tutmuştu. Orada kendilerine yeni bir yaşam kurdular. Maryam Hanım, tek kelime İspanyolca bilmeden gittiği bu yeni ülkede Türk geleneklerini hiç unutmadı. Bugün 81 yaşındaki Maryam Hanım’ın İstanbul anıları hep taze kaldı belleğinde.

ROTANIN TAM TERSİ

Tüm bu anıları yeniden canlandırma göreviyse torunu Meline’ye düştü. Meline, Buenos Aires’te UADE Üniversitesi’nde okurken farklı ülkelerde eğitim programlarına katılıyordu. 2007’de New York’ta Zuhal adında bir Türk’le karşılaştı. Kısa sürede yakın arkadaş oldular. Anneannesinden duyduklarının üzerine ondan da dinledi Türkiye’yi. Ertesi yıl Zuhal’ın davetiyle tatilini geçirmek için ilk kez Türkiye’ye geldi.
Torun Meline, 58 yıl önce anneannesinin izlediği rotanın tam tersini yapıyordu: “Bir ay kaldım Türkiye’de. Birçok yeri gezdik Zuhal’le. İstanbul’u, Çeşme’yi gördüm. Ama İzmir’de Kordon’u görünce âşık oldum bu kente. Buraya yerleşmek istedim hemen. Arjantin’de hem çalışıp hem de yüksek lisans yapıyordum. Ailem, ‘Burada bir işin var’ dese de anneannemin, ‘Kan çekiyor işte. Ben 20 yaşında Arjantin’e geldim, sen 25 yaşında geldiğim yolu tersini yapıyorsun’ sözü üzerine kararımı verdim” diye anlatıyor macerasını. 
2008’in sonuna doğru bavullarını alıp İzmir’in yolunu tuttu. Arjantin’de Uluslararası İlişkiler alanında eğitim almıştı; İngilizce, İspanyolca ve Fransızca biliyordu. Bu özellikleriyle Yaşar Üniversitesi’nin Uluslararası Ofisi’nde kolayca iş buldu. Üstelik direktör yardımcısı olarak... Yaşar Üniversitesi’nin Brezilya, Arjantin, Şili’deki dört üniversiteyle yaptığı işbirliği anlaşmalarının mimarı olurken bir yandan da İzmir’de yaşayan 15 Arjantinliden biri olarak, atalarının ülkesi Türkiye’de kendi ülkesi Arjantin’in gönüllü elçiliğini yapmaya başladı.
Meline Koruk, ‘büyüklerin dili’ dediği Türkçeyi de kısa sürede öğrendi. Yaşamak için İzmir’i seçmiş olmaktan çok mutlu. “Avrupa’da da çok güzel şehirler var. Ancak, burası sakin ve güvenli bir yer. İnsanlar sıcakkanlı, iletişim kurmak için dile gerek yok. Bir bakışta derdini anlıyorlar, yardım etmek istiyorlar. Burada kendimi hiç yalnız hissetmedim. Mutluyum burada yaşamaktan ve kalmaya devam edeceğim” diyor.

SEVGİLİSİNİN PEŞİNDEN 10 BİN KİLOMETRE GİTTİ

İstanbullu bir Ermeni olan Maryam Hanım, anne ve babasını kaybettiğinde bir yaşındaydı. Onu, anneannesi büyüttü. Patronun oğluna âşık oldu çalıştığı çorapçıda. Ama Kurken, Arjantin’e gitti çalışmaya. Üsküdarlı Maryam Hanım üç yıl boyunca aşkını kalbinde taşıdı. En sonunda dayanamadı. Henüz 20 yaşındaydı. Bir aylık yolculuğun ardından sevdiğine kavuştu. Evlendiler, bir kızı, bir de oğlu oldu. Kızı da İstanbul’da doğmuş Ermeni Garbis’le evlendi.

Arjantin’deki evimizden kahve, baklava eksik olmazdı. Bir de komik bir şey; her zaman buzdolabından yoğurt ve su alıp tuz ekleyerek ayran yapıyorduk. Çünkü Arjantin’de yok. Evde bir de nazardan çok bahsedilirdi. Arjantin’de normalde televizyonun üstünde bir şey konmaz. Bizim evde dantelli örtü ve fotoğraf var. 

TÜRK VATANDAŞLIĞINDAN VAZGEÇMİYOR

Annem Rita ve babam Garbis Koruk Arjantin vatandaşı. Anneannem hâlâ Türk pasaportu taşıyor. Komşu ülke Uruguay’a gitmek istiyor. Türk pasaportu yüzünden vize alması gerek. Buna karşın Türk vatandaşlığını bırakmadı. Türkiye’den gelen herkesten kaset istiyor. Eski tip kasetten Türk müziği şarkıları, özellikle de Zeki Müren şarkılarını dinliyor. Şarkıların anlamlarını bana anlatırken ağlıyor.

Diran Kelekyan hikayesi ve pdf


Çankırı'ya sürülen Diran Kelekyan Efendi'nin İstanbul'a dönmesine izin verildiği...
DH.ŞFR 52/266 8 Mayıs 1915

Belge Görüntülerini İndirmek İçin Tıklayın.



Mekteb-i Mülkiye’nin Siyasi Tarih hocası ve Sabah gazetesi başyazarı Diran Kelekyan 24 Nisan 1915 Cumartesi gecesi semt karakoluna çağrılmasını garipsemiş olmalı, ama karakoldan İstanbul Merkez Cezaevi’ne götürüldüğünde muhtemelen çok şaşırmıştı.  Asıl şaşıranlar ise muhafazakâr ve sakin kişiliğiyle tanınan Diran Kelekyan’ı cezaevinde gören İstanbul’daki Ermeni cemaatinin ileri gelenleri olmalıydı. Evlerinden apar topar toplanıp Cezaevine getirilen Diran Kelekyan ve diğer Ermeni aydınlarını orada bir Mülkiyeli olan İstanbul Emniyet Müdürlüğü İkinci (Siyasi) Şube Müdürü Mustafa Reşat [Mimaroğlu] karşılamıştı. Mimaroğlu, elindeki bir listeden isim okuyarak herkesi tek tek kontrol etmiş ve ikiye ayırmıştı. Gözaltına alınan Ermeniler henüz bilmiyorlardı, ama yetkililerin(!) verdiği karara göre tehlikeli görülenler Ayaş’a, Diran Kelekyan gibi ılımlılar ise Çankırı’ya sürgüne gönderilecekti.

Ertesi gün Çankırı ve Ayaş’a gönderilecek olan toplam 197 Ermeni aydını askerler eşliğinde İstanbul Merkez Cezaevi’nden Sarayburnu’na götürüldüler. Orada bindirildikleri vapurda süngülü askerleri gören Ermeniler, Haydarpaşa’da vapurdan indirildiklerinde -korktukları gibi Marmara açıklarında denize atılmadıkları için- sevinmişlerdi. Ancak, Haydarpaşa’da Ankara’ya giden bir trene bindirildiklerinde, o zamana kadar kibar davranan polis ve jandarmanın tavrı değişmiş ve kendilerine “vatan haini” denerek saldırılmaya başlanmıştı. Tren Sincan’a vardığında çoğunluğu Taşnak ve Hınçak partilerinin üyesi olan 71 kişi Ayaş’a gönderilmek üzere indirildi, kalanlar ise Ankara’ya doğru yola devam etti. Diran Kelekyan dahil 126 Ermeni aydını (bu sayı daha sonra 158’e çıkacaktır) 26 Nisan pazartesi günü Ankara’da Emniyet Müdürü tarafından kibar bir şekilde karşılandılar ve kısa bir beklemeden sonra at arabalarıyla Çankırı’ya doğru yola çıkarıldılar. Çankırı’ya varan Ermeniler birkaç gün kışlada tutulduktan sonra şehirden ayrılmamak üzere serbest bırakıldılar, sansür dahilinde aileleriyle haberleşmelerine izin verildi.

Ayaş’a gönderilenler cezaevindeyken Çankırı’dakilerin görece serbest olması Diran Kelekyan’ı ve arkadaşlarını umutlandırmıştı. Bu iyimser hava Ankara valisi Mazhar Bey görevden alınıncaya kadar sürdü. 1915 yılının Temmuz başında Ermenilerin tehcirine ve katledilmesine karşı çıkan Mazhar Bey yerine Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan Mustafa Atıf Bey [Bayındır] Ankara valisi olarak atandı ve başta Ayaş hapishanesi olmak üzere vilayetteki Ermeniler’e yönelik uygulamalar birden değişti.  Mekteb-i Mülkiye mezunu olan Mustafa Atıf Bey, bir süre sonra gene tehcir ve katliama karşı çıkan Kastamonu Valisi Reşit Paşa yerine geçti ve Çankırı’dan da sorumlu oldu. Aynı günlerde, talihsiz bir rastlantı sonucu Diran Kelekyan’ın hamisi olarak bilinen Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Hans Freiherr von Wangenheim öldü. Ekim 1915’in sonlarında İstanbul’dan gelen bir emirle Diran Kelekyan’ın yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderilmesi istendi. Birkaç gün sonra, 2 Kasım 1915’te, Diran Kelekyan’ın Yozgat ile Kayseri arasındaki Çokgöz köprüsü üzerinde cinnet geçirerek suya atladığı ve kaybolduğu söylentisi Çankırı’da duyuldu. Bu olaydan sonra Diran Kelekyan büyük ölçüde unutuldu, ya da unutulduğu sanıldı.

Ta ki 1946’da bir başka Mülkiyeli, Ali Çankaya Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler adlı eserini yazmak üzere ilk adımları atıncaya kadar. Diran Kelekyan, Ali Çankaya’nın o yıl yazıp gönderdiği çok sayıda mektuba yanıt veren Mülkiye mezunlarının en çok andığı hocalardan birisiydi. Örneğin, 1911 mezunları içinde yanıt veren iki kişiden biri olan Ahmet Halit Yaşaroğlu son sınıfta öğrenciyken “Numan Hoca” ile Sabah gazetesinde “elma yerken” buldukları Kelekyan’a sınavda hangi konunun sorulacağını sormalarını anlatıyordu. 1913 mezunlarından Avni Doğan “Türklüğün lehinde … ikaz ettiği” için hayretle; Cavit Ünver Ermenilerin Meşrutiyet ilanı için yaptıklarını anlattığı ve Ermenileri savunduğu için “acıyla”, Fazlı Güleç Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya zeki dediği için biraz kinle anıyordu. 1914 yılı mezunlarından Kemal Aral ise şu anısını aktarıyordu:

“330 [1912] yılında lisan dersi olarak Mekteb-i Mülkiye’de Rumca, Ermenice ve Bulgarca dillerinden birini öğrenmek mecburiyeti vardı. Ermenice şubesinde idim. Son sınıf imtihanında Diran Kelekyan, Hemayak Hüsrevyan gibi zamanın meşhur Ermeni vatandaşları mümeyyiz olarak bulundular.
İçeri girdim; Diran Kelekyan beni (Bayrulus Baron Kemal) hitabıyla karşıladı; yazı yazdırttı ve bir ermenice şiir okumamı istedi; Okudum:
(Karnen, Turnen, Anhanper, April nayi tesuten suyunne haler uanper paher kaser yehanten…)
Fakat hepsi gülüyorlardı, bitirdim. Teşekkür ettiler, hala gülüyorlardı. Bu gülüşme, ben kapı dışında iken sürekleşmiş ve kahkaha halini almıştı. Anladım ki okuduğum şey pek de Ermeniceye benzememişti; amma niçin On numara vermişlerdi? ...”

Ali Çankaya’nın kitabı 1954’te yayınlanmış ve Diran Kelekyan bir kez daha unutulmuştu. 1989’da, Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılı dolayısıyla gene bir Mülkiyeli olan Zafer Toprak Diran Kelekyan’ı hatırladı. Toprak, o yıl Tarih ve Toplum dergisinde “Diran Kelekyan, Fransız Devrimi ve Mülkiye Mektebi” başlıklı bir yazı yazarak (eksik ve yanlış bilgiler içerse de) Diran Kelekyan’ı ve Mülkiye’de ders verirken yazdığı 19. Asırda İçtimai ve Siyasi Avrupa adlı eserini tanıttı. Sonra arkası çığ gibi geldi. Özellikle Kevork Pamukciyan Ermeni Kaynaklarından Tarihe Katkılar başlıklı eseri ile Nesim Ovadya İzrail’in 24 Nisan 1915 İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara başlıklı eseri Diran Kelekyan’ın yaşamını ve son günlerini çeşitli yönleriyle kuşattı.

Bugün, Diran Kelekyan'ın ve yüzbinlerce Ermeni'nin katledilişinin yüzüncü yılında bir ikilemle karşı karşıyayız: Diran Kelekyan'ı bir kez daha unutacak mıyız, yoksa Mülkiye'de ilelebet yaşatacak bir adım atacak mıyız?