31 Mayıs 2016 Salı

çadırları kim yaktı


Müfettişler aldıkları onlarca ifade sonunda çadırları yakma talimatının Emniyet MüdürYardımcısı Ramazan Emekli tarafından verildiğini rapor etti. Tutanaklarda, kamera görüntülerine göre, zabıtaların Emekli'nin talimatıyla çadırları tutuşturup yaktığı tespiti yer aldı. Gezi olaylarının baş provokatörü olan bu şahsın polis okulu günlerinden beri Fethullahçı örgütün üyesi olduğunu polis teşkilatında bilmeyen yoktur. 17-25 Aralık darbe teşebbüsünde de Recep Tayyip Erdoğan ve ailesinin ellerine kelepçe takıp tutuklama planı yapan polislerin içindeydi bu adam...
Müfettişlerin tutanağında, Gezi olaylarını tırmandıran çadır yakma olayının sorumlusu olarak gösterilen zabıta ekiplerini yöneten kişinin, Avrupa Yakası Merkez Zabıta Amirliği'nde görevli zabıta komiseri Murat Sarı (39) olduğu belirtildi. Sarı ifadesinde, eylemcilerin çadırlarını toplamak üzere, 31 Mayıs sabahı 05.00 sularında Gezi Parkı'na gittiğini söyledi. Polislerle kısa süreli durum değerlendirmesi yaptıklarını kaydeden Sarı, sonrasında yaşananları şöyle anlatıyor...
"Ramazan Emekli isimli İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, 'Biz birazdan eylemcilere müdahale edeceğiz. Siz de müdahaleden sonra çadırları toplayın' dedi. 05.00 sularında polis müdahaleye başladı. Kuvvetli direniş olduğu için gazla müdahale edildi. Sonra biz 20-25 kişilik zabıta ekibiyle çadırları toplamaya başladık. Bu sırada eylemciler yanımıza kadar sokulup bize taş ve şişe atıyordu. Gezi Parkı'nın sonuna doğru geldiğimizde Emekli'nin, 'Toplamayı bırakın, çadırları yakın' talimatını yanımda bulunan personelim Murat Yüce ve Tolga Kurul da duymuştur. Bana kamera görüntülerini izlettiğiniz kişilerden Osman Çeküç, Murat Yüce ve Hasan Hüseyin Yılmaz'ı teşhis ettim. Ancak yanan çadırların yanında duran maskeli iki kişiyi teşhis edemedim. Görüntüler dikkatlice izlenirse yanan çadırların üzerine polis arkadaşların da çadır attıkları görülecektir. Biz çadırlardan bir bölümünü nizami şekilde topladık ve Edirnekapı'daki depomuza tutanakla teslim ettik..."
Yarın diğer ifadeleri de bu köşede yayınlayacağım ve göreceksiniz ki tüm Türkiye'yi yangın yerine çeviren büyük provokasyon Gezi'deki çadırları yakma olayı doğrudan bir FETÖ operasyonudur... Eğer bu Fethullahçı provokasyon olmasaydı o protestolar normal seyrinde kalırdı ve bu kadar büyümesi mümkün olamazdı. Gezi olaylarının Türkiye'ye maliyeti çok büyük oldu. Hâlâ da o maliyeti ödemeye devam ediyoruz...
Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Ilac müzesi Mehmet Katırcıoğlu

Ordulu eczacı Ferit Katırcıoğlu, işyerinin bir bölümünü, camekân içinde babası Eczacı Mehmet Katırcıoğlu adına “ilaç vitrin müzesi” yaptı. Vitrinde 1950’lili yıllarda ilaç yapımında kullanılan kimyasallar, eski doktor reçeteleri, elektrik yokken kullanılan lüks lambaları, terazi, sağlıkla ilgili antika aparatlar, eski paralar, ilkel enjeksiyon seti gibi daha bir çok materyaller bulunuyor.
1957 YILINDA İLAÇLAR 
Eczacı Ferit Katırcıoğlu vitrin-müzedeki oluşum hakkında şu bilgileri verdi: “Babam Sağlık Eczanesini 1956 yılında açtı. Bu vitrinde o yıllarda ilaç yapımında kullanılan kimyasallar ve müstahzarları (önceden hazırlanarak eczanelerde satışa sunulan ilaçları) özel şişelerinde saklıyorum. Bu güne kadar da büyük bir itina ile korudum. Bakın şişelerin üzerindeki ilaç isimlerinin yazıları bile hâlâ eski tazeliği ile duruyor. Nasıl bir mürekkeple yazılmışsa, yıllardır güneş ışınlarından bile etkilenmedi ve okunur halde aynen duruyor….” 
DAKTİLO İLE İLAÇ TARİFİ 
Ferit Bey şöyle devam etti: “Bu vitrini babamın hatırına binaen düzenledim. Sağlığında iken yaptım. Önceleri şaşırdı ama sonra çok hoşuna gitti. Bu vitrinde babamın ilk eczane açtığı 1956 yılında kullandığı malzemeleri var. Diplomaları var. O’nun yıllar önce, sıcak suda kaynatılarak sitelize edilen enjektörü var. Daktilosu var. O daktilo ile vatandaşa ilacın nasıl kullanılacağını yazar ve ilaçla birlikte tarifini de verirdi. Şimdi biz bu tarifleri ilaç kutusunun üzerine yazmaya çalışıyoruz; örneğin ‘tok ya da aç karnına’ diye.. Babam o yıllarda ilacın kullanımını etraflıca ayrı bir kâğıda yazar ve alıcısına verirdi. Eskiden eczanelerde ilaç yapımı çok daha fazla idi. Ama günümüzde teknoloji ve ilaç sanayisinin  gelişmesiyle, eczacıların da ilaç yapma zahmeti ortadan kalkmış oldu.”    
ZİYARETÇİSİ ÇOK
Ferit Bey, vitrinin çok ilgi gördüğünü belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Yıllardır eczanemizin bu vitrini bir cazibe merkezi oldu.Turistler bile gelip ziyaret ediyor. Ulusal televizyonlar çekim yaptılar. Ulusal gazeteler çok değişik haber ve yorumlarla bu vitrini okurlarına “özel bir eczane” başlığı ile duyurdular. Babamla röportajlar yaptılar. Bundan yaklaşık 60 yıl önceki ilaçlar ve ilaç yapımında kullanılan müstezarların hâlâ günümüze kadar muhafaza edilmiş olması, hemen her kesimin ilgisini çektiği gibi merakını da giderdi…” / Bir Not / Ordu’nun ilk üç eczacısından biri olan Mehmet Katırcıoğlu, 19 Şubat 1985 yılında Ordu’da vefat etmişti

29 Mayıs 2016 Pazar

Avrupa'nın ünlü peynirleri Antalya'da üretiliyor




Antalya'nın Manavgat ilçesinde oteller zinciri bulunan turizmci Yılmaz Sezer, hobi amaçlı kurduğu çiftlikte İtalya, Hollanda ve Fransa'nın dünya çapında marka olmuş peynirlerini üretiyor.200 DÖNÜMLÜK ÇİFTLİK
Sezer'in, Manavgat'ın Evrenseki Mahallesi'nde bulunan 200 dönümlük çiftliğinde yaklaşık bin 200 keçi, 6 bine yakın koyun, 300'e yakın manda ve bine yakın inek doğal ortamda yetiştiriliyor ve hayvanların sütleri, İtalya, Fransa ve Hollanda menşeli peynirlerin yapımında kullanılıyor.

Yaklaşık 5 yıldan beri İtalyan ustaların gözetiminde üretilen peynirlerin ünü giderek artarken peynirlere yurt dışından da talep gelmeye başladı.
İTALYA, FRANSA, HOLLANDA...
Girişim hikayesini anlatan Sezer Group Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Sezer, çiftliği para kazanmak amacıyla değil, emeklilik döneminde 1994 yılında hobi amaçlı olarak kurduğunu söyledi.

Çiftlikte üretilen İtalya, Fransa ve Hollanda peynirleri ile keçi peyniri, manda yoğurdu, manda kaymağı ve süt ürünlerinin öncelikle kendi otellerinde tüketildiğini, ününün giderek yayılmasıyla ürünlerin market raflarında da yer almaya başladığını kaydetti.

İTHAL EDİLİYORDU
Türkiye'nin gelişmesi için üretmek gerektiğini anlatan Sezer, şöyle konuştu:

"Üretmeden muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız mümkün değil. Yani üretin de ne üretirseniz üretin. Burada ürettiğimiz parmesan Türkiye'nin ithal ettiği peynirler arasındaydı. Hollanda menşeli gouda, edam, maasdam, Fransa menşeli mimolette gibi peynirler de döviz karşılığı yurt dışından ithal edilen peynirler
İTHALAT YÜZDE 70 AZALDI
Türkiye'de belli kesimin kullandığı bu peynirler de yılda yaklaşık bin 500-2 bin ton arasında ithal ediliyor. Biz çiftlikte İtalya, Hollanda ve Fransa menşeli 24-25 çeşit peynir üretiyoruz. Bu kadar çeşit peyniri bir arada üretmek hakikaten zor. Biz bunu başardık. Sürdürmek için de bütün gücümüzle çalışıyoruz. Bizim üretimimizle bu boşluğun yüzde 70'ini doldurduk. Yani bizim üretimimizle ithalat yaklaşık yüzde 70 azaldı. Peynirlerimizi tamamen çiftlikte doğal koşullarda üretilen hayvanlardan elde edilen sütlerle yapıyoruz."
İTALYA İLE YARIŞABİLECEK DURUMDAYIZ

İtalya'ya özgü parmesan ve mozzarellanın İtalyan usta Simone Manfredini tarafından yapıldığını kaydeden Sezer, "Bu peynirlerin tadını İtalya dışında tutturmak çok zor. Bu peynirler için makinelerin ve kazanların tamamını İtalya'dan getirttik. Peynirlerin bekletildiği tahtalar ustalarımız tarafından tasarlandı.
USTA ALTIN MADALYALI
Şu anda İtalya ile yarışabilecek durumdayız. Peyniri yapan ustamız Simone İtalya'dan altın madalya almış. İlk peynir üretimine başladığımız tarihten beri bizimle çalışıyor." diye konuştu.

Parmesan üretiminin oldukça meşakkatli olduğunu anlatan Sezer, peynirin mayalandığı odanın sıcaklığından temizliğine çok dikkat etmek gerektiğini söyledi.
ÖZEL KAZANLARDA ÜRETİM
Sezer, "Parmesan İtalya'dan getirdiğimiz özel kazanlarda üretiliyor. Kazanlardan özel küreklerle kalıplara dökülüyor. Tuzda bekletiliyor ve ondan sonra dinlenmeye bırakılıyor. Tahtalarda her gün çevrilerek yaklaşık bir yıl bekliyor. Parmesan bekledikçe güzelleşen bir peynir. Bizde 3 yıl bekleyen parmesan var." dedi.
Gouda, edam, brie, maasdam, mimolette, emmental, cheddar gibi Hollanda ve Fransa'ya özgü peynirlerin de İtalyan usta Marcello Fichele ve Türk ustalar tarafından yapıldığını kaydeden Sezer, bu peynirlerde de Hollanda ayarının yakalandığını belirtti. Bu peynirlerin de bir kısmının 2-3 ay, bir kısmının 6-7 ay bekleyerek olgunlaştığını ifade etti.
RUSYA'DAN DA TALEP

Ürettikleri peynirin tümünün şu anda yurt içinde tüketildiğini aktaran Sezer, geçen yıl Rusya ve İsrail'den teklif aldıklarını, pazarlık aşamasında biraz da siyasi olaylarla ihracatyapmamaya karar verdiklerini söyledi.
Peynirin satış fiyatının yurt dışından getirilen fiyatlara göre uygun olduğunu belirten Sezer, "Burada kar gayesinden ziyade ülkemizde öncülük yapmak istedik. Üretimin giderek artacağına inanıyorum." diye konuştu.Parmesanın Türkiye'de kullanımının yavaş yavaş arttığını ve pazarın büyüdüğünü ifade eden Sezer, önceki yıllarda genelde toz şeklinde makarna sosu olarak kullanılan parmesanın genel tüketiminin arttığını dile getirdi.


Çiftliğimde çalışmak için ön şart hayvanlarla ilgilenilirken asla sopa kullanılmaması." dedi.

Sığınmacı krizi ve Vanga Nine kehaneti

Yıl 1990. Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış ama Demir Perde ülkeleri kaynıyor. Sovyet teknolojisinin hakim olduğu Rus ordusu halen ‘Süper Güç’ ABD’ye kafa tutacak durumda. Ancak buna rağmen “Doğu Bloku çökerse nükleer felaketin geleceğinden” korkan Rus subaylar endişe içinde.

Rusya Savunma Bakanlığı, tek kutuplu Yeni Dünya Düzeni’nde ajanlık faaliyetleri konusunda acemi kalacağının farkında. Bu yüzden istihbarat toplamak için daha farklı bir yol seçiyor. O zamanın parasıyla yıllık 100 milyon ruble (Yaklaşık 200 milyon dolar) bütçeyle bakanlığa bağlı gizli bir birim kuruluyor. Gizli birimin adı yok, ‘10003’ numarasıyla ile temsil ediliyor. Başına Albay Alexey Yurevich Savin’in getirildiği birim paranormal aktiviteleri ve bu güce sahip olan insanları izleyip ‘kehanetler’ üzerinden düşmanları hakkında bilgi sahibi olmayı hedefliyor.

Birim 10003, SSCB genelinde araştırmalara başlıyor. Tüm kâhinlere uzmanlar gönderiliyor, sözleri kayıt altına alınıyor. Birim topladığı kehanetlerde ortalama yüzde 20 ile 50 arasında bir başarı oranı yakalıyor. Ancak söylediklerinin yüzde 90’ı doğru çıkanlar da var. Bu kişiler arasında en dikkat çeken ise ‘Balkanların Nostradamus’u’ lakaplı Bulgar kâhin ‘Baba Vanga’ (Vanga Nine) oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı ve sonuçlarını, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve SSCB’nin dağılacağını çok önceden bilen, Adolf Hitler’in bile ziyaret ettiği ve görüşme sonrası çok sinirli bir şekilde evini terk ettiği söylenen Baba Vanga, Rus uzmanlar tarafından 1996 yılında ölene kadar inceleniyor. Birim o kadar başarılı oluyor ki; Yurevich 1997 yılında tuğgeneralliğe terfi ediyor. Baba Vanga’nın kehanetleri ise ölümünden sonra daha da değerleniyor. Çünkü Bulgar kâhin,Çernobil faciası, 11 Eylül saldırıları, 2004 tsunami faciası, ABD’nin 44. başkanını siyah olacağını yıllar öncesinden söylüyor. 
Birim, 2003 yılında Rus bilim adamlarından gelen tepkiler üzerine dağıtılıyor ama Suriye’deki iç savaş ve IŞİD’in yükselişini de öngören Bulgar kâhinin kehanetleri bir bir çıkıyor.

Müslüman İstilası!
Baba Vanga’nın 2016  için yaptığı en önemli kehanetlerden biri şöyle:

“Müslümanlar Avrupa’yı istila edecek, yıkım yıllarca sürecek, sonuçta Avrupalıların çoğu ana vatanlarından atılacak...”
Suriye’deki iç savaşa bağlı olarak 2015’te Avrupa’ya yasa dışı yollardan giren mültecilerin sayısı 1 milyonu aştı. Bu mültecilerin büyük bir kısmı da Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçti. 2016 yılında bu rakam Türkiye ile AB arasında yapılan mültecilerin geri kabulü anlaşması sayesinde 190 bine kadar düşürüldü. Ancak geri kabul anlaşması Türkiye ile AB arasındaki vize muafiyeti kriziyle sallantıda.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vize muafiyeti olmazsa mülteci anlaşmasının TBMM’de onaylanmayacağını söyledi. Erdoğan, şubat ayında da mülteci krizine ilişkin olarak “Otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor, gereği neyse yapılır” demişti. 
Eğer geri kabul anlaşması çökerse, Baba Vanga’nın bir kehaneti daha gerçekleşmiş olacak

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Avrupa'nın en büyük canlı hayvan borsası Erzurum'a kurulacak

Erzurum'da 200 dönüm üzerine kurulacak ve yaklaşık 40 milyon liraya mal olacak canlı hayvan borsasının, Avrupa'da bu alanda önde gelen tesisler arasında yer alacağı belirtiliyor.

Erzurum Büyükşehir Belediyesince yapımına başlanan ve 2 yıl içinde tamamlanması planlanan canlı hayvan borsası, büyüklüğü ve kapasitesiyle hayvancılık sektörüne büyük katkı sağlayacak. Canlı Hayvan Borsası, yaklaşık 40 milyon liraya mal olacak ve bünyesinde hayvan barındırma yerleri ve müzayede alanlarının yanı sıra otel, banka, alışveriş ve restoran alanlarını da barındıracak.
Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen, "Üreticiler, eğer pazar yoksa hayvanlarını arzu ettikleri fiyatlara satamıyor. Hayvan borsası devreye girince alıcı ve satıcılar buraya gelecek. Gerek Erzurum gerekse çevre illerden gelecekler. Erzurum'a kurduğumuz hayvan borsası, 200 dönüm üzerine çok modern kapalı bir yer olacak. Bu projeyi oluştururken de Avrupa'da, Amerika kıtasında, Kafkaslar'da, Rus bloğunda bütün projeleri inceledik. İddia ediyorum, burası Avrupa'nın sayılı hayvan borsalarından biri oluyor." 
Sırada et borsası var 
Canlı hayvan borsasının yanı sıra hayvancılığı geliştirmek için et borsası kurma çalışmalarının da olduğunu belirten Sekmen, "Canlı olarak satılamayan hayvanları bu sefer alıp mezbahanede keserek, et borsamızda değerlendireceğiz. Böylece hem daha bol hem de daha ucuz üretim gerçekleşecek. Biz daha çok hayvan beslemek suretiyle etin kilosunu çok daha ucuza mal etmenin gayreti içinde olacağız." dedi.

Ağrı Dağı'na tonlarca para yağacak!

Astronotların yiyeceği Ağrı Dağı'nda yetiştirildi.Anavatanı Güney Amerika'nın And Dağları olan ve yüksek besin değeriyle astronotların beslenmesinde de kullanılan kinoanın, Ağrı Dağı eteklerinde yapılan deneme üretiminden olumlu sonuçlar alındı. Piyasada 100 gramı 15 lira.

Anavatanı And Dağları olan ve yüksek besin değeriyle astronotların beslenmesinde de kullanılan "kinoa", Ağrı Dağı eteklerinde de üretilmeye başlandı.Bölge çiftçisine yüksek getirili alternatif ürün temin etmek için Iğdır Üniversitesi ve Atatürk Üniversitesi iş birliğiyle geçen yıl başlatılan çalışmalardan olumlu sonuçlar alındı. Kinoa, iklim koşulları ve toprak yapısıyla Iğdır'ın Ağrı Dağı eteklerindeki deneme sahalarında başarıyla üretildi.
Yaygın üretime yönelik laboratuvar testlerinin devam ettiği kinoa, piyasada 100 gramı 15 lira civarındaki satış fiyatıyla bölge çiftçisi için umut oldu.
38 TÜRÜNDE DE BAŞARILI SONUÇ
Proje ekibinden Iğdır Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Süleyman Temel, AA muhabirine, geçen yıl mart ayında kinoanın 23 çeşidinin ekildiğini, bundan olumlu sonuç alınınca 15 türün daha ekimini yaptıklarını söyledi. Kinoanın çok verimli olduğunu anlatan Temel, şöyle konuştu:
"Kinoanın 38 türünün ekimini yaptık, sulak alanlarda dönüm başı yaklaşık 400, kıraç alanlarda ise 200 kilogram arası verim aldık. Yapılan çalışmalar sonucu Iğdır'ın ekolojik koşullarının, kinoanın ot ve tohum üretimi açısından çok verimli olduğunu tespit ettik. Şimdi kinoanın laboratuvar ve sera ortamında soğuğa, tuzluluğa ve kuraklığa dayanıklılık testlerini yürütüyoruz. Buradan elde edilecek sonuçlarla bu bitkinin bu bölgeyi neden sevdiğini ve uyum sağladığını belirleyeceğiz. Kinoa bitkisi diğer kültür bitkilerine göre tuzluluğu biraz daha seviyor, Iğdır Ovası'nda da tuzluluk var."
Kinoanın bu bölgede olgunlaşma süresinin uzun olduğunu dile getiren Temel, "Iğdır'ın vejetasyon (olgunlaşma) süresi uzun, mart ayının sonundan itibaren tarlalara ekimleri yapabiliyoruz. Ekim ayına kadar yetişme süresi oluyor. Biz geçen yıl 23 çeşit içerisinde ortalama 4,5 aylık bir yetişme süresinin olduğunu tespit ettik" dedi.
ÇİFTÇİ İÇİN GETİRİSİ YÜKSEK
Türkiye'nin yeni yeni tanıştığı kinoanın, çiftçi için alternatif ve yüksek getirili bir ürün olduğunu belirten Temel, şunları söyledi: "Kinoa bitkisi sofrada buğdaya, pirince ve Mısıra alternatiftir. Ekonomik anlamda ise yine aynı bakliyatlara iyi bir alternatif olur. bugün buğdayın kilogramı 1 liraya satılıyorsa çiftçi bu bitkiyi satmak istediğinde 150 liradan aşağı satmayacak. Pirinç, mısır ve buğdaya göre ortalama 3 kat daha fazla protein, mineral ve vitamin içeriğine sahip. Kinoa bitkisinin lif oranı yüksek, bu yüzden insanların daha tok kalmalarını sağlıyor. Bu bitki diğer gıdalara göre daha yüksek protein ve vitamin içerdiğinden dolayı daha uzun bir süre insanların günlük gereksinim duydukları besin ihtiyaçlarını karşılıyor." 

26 Mayıs 2016 Perşembe

Ordulu isadami Rahmi Çağan

HİMMET ADI ALTINDA RÜŞVET!
İş adamı Rahmi Çağan A Haber ekranlarında herkesi hayrete düşürecek açıklamalarda bulundu. Paralel yapıya yaklaşık 150 bin euro bağışta bulunduğunu dile getiren Çağan, "Elimi verince kolumu kaptırdım." sözleriyle paralel yapının rüşvet ağını gözler önüne serdi.

PARALEL KUMPAS
Paralel çeteyle ilgili bir şok açıklama Muhammed Gömük'ten geldi. "Binali Yıldırım'a aracımı kiraya verdim diye paralel yapının hedefi oldum" diyen Gömük, "Başbakan paralel yapının üzerine gitmeseydi, ben de Deniz Gezmiş gibi 'Duvarda adalet yazıyor ona gülüyorum' derdim" şeklinde konuşarak paralel yapının kendisine kurduğu kumpası milyonların gözü önünde anlattı.
Belediye başkanı Selami Çarkçı

BAŞIMA AFRİKA’DAKİ BİR OKULA PARA VERMEYİNCE GELMEDİK KALMADI

ORDU’DA Kİ YAPILANMAYI BELGELERİ İLE İSTİHBARATA VERDİM

BİR BİNA ALDIM HAYATIM MAHVOLDU

SELAMİ ÇARKÇI CEMAATE DESTEK VERMEDİĞİ İCİN LAĞV EDİLDİ

YIKIM KARARI APAR TOPAR ALINDI

AĞAÇ DİKTİM DİYE HAPİS CEZASI VERDİLER

Gezi parkında milleti galeyana getirmek için ağaç katliamı yapılıyor dendi. Bende arazime ağaç diktim diye dönemin savcısı tarafından soruşturma açtırılıp dönemin Savcısı tarafından 1 yıl 15 gün hapis cezasına çarptırıldım. Konutun bahçesine ağaç diktim diye. 3 ay gibi kısa sürede davaları sonuçlandı. Mühür kırıldığı iddia edildi ama bilirkişi getirttim baktılar mühürler kırık değildi ama bunun için bana ceza verildi. 1 yılda İmar kirliliğine ceza verildi. 2 yıl 15 gün hapis cezası verildi. Aslından 1 yıldan azdı ceza ama Hakim bana sordu Pişmanmısın yaptığın işten diye, Bende ‘Ülkeme çaktığım hiçbir çividen pişman değilim, olmayacağım’ dedim. Hakim de pişmanlık göstermediğim için 1/6 oranında arttı. Sonra öğrendim ki 2 yılın üzerindeki cezalarda cezaevinde yatırılıyormuş. Dosyam yargıtayda.
Bu olaylar olurken, birde Facebook üzerinde perşembe’nin savcılarına hakaret ettiğim gerekçesiyle yargılandım. Bir facebook arkadaşımın üzerinden Savcı ve hakimlere hakaret edildiği gerçeksiyle ben yargılandım. Bu davadan 3 yıl üzerinden beni yargıladılar. 20 bin TL para cezasına çarptırıldım. Ağlayarak hakime ben bu suçu işlemedim dediysemde cezaya çarptırıldı.
Almanya’da bürodan kovmanın bedelini 3 ceza ile ödedim. Paralel safla aynı yerde yer almadım haraç vermediğim için bu hale geldim.

Perşembe Eski Belediye Başkanı Selami Çarkçı ORDU VE İLÇE BELEDİYELERE PARALEL ÇETE HAKİM
Paralel yapının yok olması mümkün değil. Ordu’da ortada, Perşembede ortada. Paralelle uğraşacağız, mücadele edeceğiz diyen Başbakanımızı yanlış yönlendiriyorlar. Ama hala Başbakanımızın gözüne baka baka paralelle uğraşacağız, bitireceğiz diyenler yalan söylüyor. Başbakanımız bir ekip göndersin Ordu’da paralel nedir, Perşembe’de paralel nedir hepsini araştırsın. Hepsi ortaya çıkacaktır.”

5 Mayıs 2016 Perşembe

Derviş Kuntman ardindan:BİR DOKTORUN ORDU ANILARI



Bu yazımızda Ordu ilinde Osmanlıdan Cumhuriyete hastane ve sağlıkla ilgili teşkilatlar konusunu ele alacağız. Bu çerçevede 1931 ile 1936 yılları arasında Ordu Sağlık Müdürü olarak görev yapan Derviş Kuntman’dan ve onun 1949 yılında emekli olduktan sonra kaleme aldığı anılardan bahsedeceğiz. Bu anılar Genelkurmay Başkanlığı’nca 2009 yılında “Bir Doktorun Harp ve Memleket Anıları” olarak yayınlanmıştır.
Ordu ilinde tarihi kayıtlarda sağlık teşkilatıyla ilk bilgi Trabzon Vilayeti Salnamesinde bulunmaktadır. Bu kayıtlarına göre 1873 yılında Ordu kasabası belediye meclisinin üyeleri arasında, Sıhhiye Memuru Salih Ağa adlı bir kişi görev yapıyordu.
Osmanlı Arşivleri uzmanı Adnan Yıldız arkadaşımızın yapmış olduğu arşiv çalışmasında ortaya çıkarttığı bir belgeye göre, 1892 yılında Ordu’da Kaymakamlık yapan Mehmet Ali Bey tarafından Hamidiye Cami ve Hükümet konağının yakınında bir yerde yoksullar ve kimsesizlerin tedavilerinin yapılabilmesine yönelik olarak Gureba Hastanesi yaptırılmıştı.
Ordu Tarihi denilince aklımıza öncelikle gelen rahmetli Sıtkı Çebi’nin “Ordu’da Hastane Tarihi” adlı çalışmasına göre, 1903 yılında Düz Mahalle Uygunluk Sokakta, üç katlı bir binanın ikinci ve üçüncü katları hastane olarak kullanılmaya başlandı. Ordu Hastanesi adı verilen bu hastanenin doktorlarından biri Atanas Efendi idi. 15 yatağı, bir dâhiliye doktoru ile bir eczacının bulunduğu hastanede ameliyat yapılmıyor, hastalar İstanbul’a yollanıyordu.
Bu hastane nüfus bakımdan gelişen Ordu’ya yeterli olamıyordu. Bu nedenle 1931 yılında Keçiköy mıntıkasına Memleket Hastanesi adı verilen bir hastane inşa edildi. İki katlı ve taş yapı olan hastane binası, o günlerde 80.000 lira harcanarak yapılmıştı. Tekâmül Gazetesi’nin 29 Ekim 1933 tarihli haberinde Memleket Hastanesi şöyle tanıtılmaktadır;
“Çini koridorlarıyla, kaloriferiyle, mükemmel ameliyathane ve laboratuarıyla, banyo daireleriyle en müşkülpesent doktorları memnun edecek bir şekilde olup, röntgen tesisatı, elektrik vs. ufak tefek noksanları da ikmal edildiği gün Karadeniz şehirlerinin en birinci sıhhi müesseseleri meyanına girecektir. Hastane 40 yataklıdır. Memleketin sıhhat ve hayatı üzerine kâfi tesirler icra etmektedir.”
Aslen Kilisli olan Mehmet Derviş Kuntman, Ordu’ya 1931 yılında Sağlık Müdürü olarak atandığında karşısına ilk çıkan sorun Memleket Hastanesi olmuştu. “Bir Doktorun Harp ve Memleket Anıları” adıyla yayınlanan eserinde bu konuyu etraflıca anlatmıştır.
Memleket Hastanesi konusuna girmeden önce Derviş Kuntman’dan ve anılarını içeren kitaptan biraz bahsetmek faydalı olacaktır.Derviş Kuntman anılarında eğitim ve meslek yaşamını anlatırken bir yandan da Balkan Savaşına, I.Dünya Savaşı’nın devlet ve halkın üzerindeki etkilerine değinmektedir.
1909’da Askerî Tıbbiyeden mezun olduktan sonra önce Gülhane’de stajını yapar ve sonra tabur tabipliğine başlar. Bundan sonra kendisini harplerin içinde bulur, önce Balkan Harbi ne, sonra da Sarıkamış Cephesine katılır. Allahüekber dağlarında asker ve subayların tedavisini yapar.
Kurtuluş Savaşı’na katılır. Ağrı Dağı eteklerinden 500 yataklı malzeme ve teçhizatı olan bir askerî hastaneyi beraberindeki iki doktor, bir eczacı, bir inzibat subayı, bir hesap memuru ve 50 askerden oluşan personel ile dört aylık bir yolculuktan sonra Batı Cephesi’ne taşır.
Derviş Bey, askerlikten emekli olduktan sonra Erzincan, Ordu, Kars, Kırklareli ve Çanakkale vilayetlerinde sağlık müdürü olarak görev yapar. Görev yaptığı yıllarda bu şehirlerimizde saptadığı sosyal, ekonomik ve sağlıkla ilgili problemleri ve bunların çözümü için verdiği mücadeleleri akıcı bir dil ile anlatır.
25 Mart 1924 tarihinde Erzincan Askeri Hastanesi’nde çalışırken 9 ay önce Edirne Ezine’de iken vermiş olduğu askerlikten istifa dilekçesinin kabul olduğu cevabı gelir. Böylece Erzincan Askeri Hastanesi’nin bakteriyologu iken 15 yıllık askeriyedeki görevi sonra erer. Binbaşı elbisesini çıkartarak sivil olur. Askeri Lisenin fizik derslerine girer.
12 Haziran 1924 tarihinden Erzincan merkez hükümet tabipliğine tayin edilir. Erzincan’daki görevini yaparken Hasankale’de meydana gelen deprem dolayısıyla acilen Erzurum’a gönderilir. Aile Erzincan’da kendisi Hasankale’de beş parasız perişan bir durumda kalırlar. Birkaç ay sonra buradaki görevi biter ve Erzincan’a geri döner.
1930 yılında Erzincan Sağlık müdürü olur. İzinli olarak İstanbul’dayken Ordu Sağlık Müdürü olarak tayin edildiğini öğrenir. 27 Eylül 1931’de Ordu’da görevine başlar.
25 Mart 1936’da Ordu’dan ayrılarak Kars’ta ki görevine başlar. 1939’da Kırklareli’ne, 1941’de Çanakkale’ye tayin olur. 1 Aralık 1949’da emekli olur. Böylece 15 yıllık Askerlik, 25 yıl sivil memuriyetinin ardından emeklilik Derviş Kuntman’da psikolojik sarsıntı meydana getirir. Düşünsel uğraşının devamı için anılarını yazmaya başlar.
27 Eylül 1931’de Ordu’ya geldiğinde Derviş Kuntman, vapurdan şehre bakar. Ordu’yla ilgili düşünceleri şöyledir:
 “Ordu’nun vapurdan görünüşü çok güzel. Her taraf yeşillik içinde olup aralarındaki kırmızı kiremitli evler pek hoşumuza gitti. Kasaba, sahile ve arkasındaki fındıklı sırtlara serilmiş bir şekilde uzayıp gitmekte, daha gerideki dağlar ormanlarla örtülü olup Kuzey Anadolu’nun yüksek dağ silsilelerine kadar uzanmakta ve hemen daima sis ve bulutlarla kapalı görülmektedir.
Memlekete gelir gelmez, bahçesinde portakal ağaçları bulunan, her tarafı gören güzel bir ev tutarak yerleştik. Uzun seneler Doğu ve Orta Anadolu’da yaşadığımızdan; sahilin ılık havası, denizin her gün bir renk ve şekil alan manzarası, çoluk çocuğu çok sevindirdi.”
Derviş Kuntman Ordu’ya bir doktor gözüyle bakar. Ordu’nun en önemli sağlık sorunu sıtmadır. Ordu’nun sahil kısmı tamamen sıtmalı olup burada yaz geceleri sivrisinekten yatmak uyumanın imkânı yoktur. Köylülerin çoğu pazarın kurulduğu Çarşamba günleri ötesini berisini sattıktan sonra ilk uğradıkları yer kinin almak üzere eczanelerdir. Kinin sıtmaya karşı kullanılan bir ilaçtı. Doktora giden Orduluların çoğu sıtmalı ve dalaklılar (dalağı büyümüş) olanlardı.
Sıtma başta olmak üzere insanlar birçok hastalıkla boğuşmaktadır ancak çağdaş tıp ve doktorluk henüz halka ulaşmamıştır. İnsanlar tedavileri için koca-karı ilaçları yapanlara, üfürükçülere, iğnecilere başvurmaktadır. Hastalar öncelikle askerlikte sıhhiye onbaşılığı yapmış kişilere gitmekte, bunlardan bir fayda göremedikleri takdirde doktorlara başvurmaktadır.
Halkın her konudaki cehaleti sağlık alanında da kendini göstermektedir. Derviş Kuntman anılarında ilginç bir olaya da değinmekte. Ensesinde egzama(deri hastalığı) olan bir adam doktora başvurur. Doktor reçete yazar ve adama verir. Reçeteyi verirken adama “Bunu al ensene sür ve üzerine bez bağla” der. Bunun üzerine adam reçete kâğıdını ensesindeki yaraların üstüne koyar ve bir bezle bağlayarak çarşıda gezmeye başlar.
Bu dönemde Ordu’da Halk ve Şifa Eczaneleri bulunmaktadır. Birbirinin karşısındaki bu eczaneler Çarşamba günleri arı kovanı gibi çalışırken diğer günler sakindir. Bu sakin günlerde eczaneler, doktorların, memurların ve şehrin ileri gelenlerinin buluşma yeri görevini icra eder. Burada siyasi, sosyal ve gündelik olaylar konuşulur.
Ordu Sağlık Müdürü olarak görevine başladığında karşısına çıkan ilk güçlük Ordu Memleket Hastanesi olmuştur. Sağlık müdürlüğünün yanında olan Memleket Hastanesi binası dar, eski ve işe yaramaz durumdadır. Yenisi Keçiköy’de yapılmış ancak çeşitli eksikler yüzünden burası da kullanılamamaktadır;
“Kasabaya üç kilometre mesafede Keçiköy denilen yerde yapılan yenisi, iki katlı bir bina olup buranın kalorifer tesisatı henüz bitmemişti. Çünkü bina yapılırken kalorifer borularının geçeceği delikler açılmadığından, bir müteahhit, yeniden duvarları deliyor, böylece uğraşıp duruyordu. Bir gün bana: ‘Siz buraya Hastane mi yaptınız, yoksa Karadeniz’e istihkâm mı? Duvarlar o kadar kalın ki buraya sarf edilen malzeme ile bu genişlikte ikinci bir pavyon (klinik) yapılabilirdi. Bu sebepten işimiz uzuyor.’ demişti.
Kalorifer inşası bittikten sonra müteahhide ikinci zorluk, teslim alınırken çıkarıldı. Kış geldi. Kalorifer yanmaya başladı. Hastane çok iyi ısınıyordu.
Yalnız, şartnamede ‘Dışarıda hava -5 iken, içeride sıcaklık derecesinin 20 olması lazımdır’ diye bir kayıt olduğu için devir teslim muamelesinin -5 dereceli bir günde yapılması gerekiyordu. Bu da Karadeniz sahilinde nadiren görüldüğünden müteahhit sızlanıyor ve bana: ‘içerideki dereceyi 25’e yükselteyim, lâkin dışarıya karışmam; o benim elimde olmayan bir şey, artık bu işe bir son verilsin.’ diye söylenip duruyordu Nihayet müteahhidin teklifi kabul edilerek kalorifer işi de halloldu.”
Memleket Hastanesinin tek sorunu sadece kaloriferler değildir. Bir de su sorununun çözülmesi gerekmektedir.
“İkinci garip sorun da hastaneye getirilen su idi. Bir diğer müteahhit de Sağlık Müdürlüğüne müracaat ederek hastaneye bir buçuk kilometre uzaklıkta bulunan bir dere içindeki gözeden hastaneye boru ile su getirdiğin? Söylüyor ve tesisatın devir ve teslimini istiyordu. Hastaneye giderek muslukları açtık; fakat bir damla su akmadı. Müteahhide ‘Hani ya! $u nerede?’ deyince: ‘Bilmem. Ben işe başladığım vakit gözede su vardı. Ben depoyu, yoldaki boruları, muslukları yaptım. Bu kadar masraf ettim. Ben bunların parasını istiyorum. Su beni alakadar etmez!’ demesin mi, şaştım kaldım. Ben de bu borulardan su akmadıkça bu kâğıdı imza etmem, diyerek adamı savdım.
İşte kaloriferi devraldıktan ve kuru bir dereden su boruları geçirerek musluklara taktıktan ve sakalarla su taşındıktan sonra hiçbir merasim yapılmadan yeni hastane halkın hizmetine açıldı.”
Ancak şehirden uzak olan bu hastaneye de Ordulular çok gerekmedikçe gelmemektedirler.
Derviş Kuntman 1936 yılında Ordu’daki görevinden ayrılarak Kars’a atanır. Ordu’dan ayrılır ama Ordu’yla bağlantısı devam eder. Çünkü oğlu Ordulu biriyle evlenmiştir.
1930’lu yılların Ordu’sunu daha iyi tanımamızı sağlayan anıları yazan Derviş Kuntman Ordulu değildi. Ama Ordu’da iz bırakan kişilerden birisi olmuştur. Dâhiliye doktoru olan oğlu Orhan Kuntman’ın Ordu’da Hükümet Caddesinde muayenehanesi vardı. Torunu ise emekli fizik öğretmeni Mehmet Ali Kuntman’dır. Mehmet Ali Kuntman, dedesinin anılarını “Tabur Tabibi Derviş Bey” adıyla 2011 yılında kitaplaştırmıştır.

1 Mayıs 2016 Pazar

1 Mayıs'ın bestecisi Sarper Özsan

-Marşın bestelenme hikâyesini anlatır mısınız? 

1974 yılıydı. Ankara Sanat Tiyatrosu, Bertolt Brecht’in, Maksim Gorki’nin romanından yararlanarak yazdığı “Ana” oyununu oynayacaktı. Müziklerini benim yapmamı istediler. Brecht’in bütün oyunlarında şarkı sözleri vardır. Oyunun 1 Mayıs 1905 sahnesi için Brecht, “İşçiler marş söyleyerek sahneye girer” notunu düş- müş ancak hangi marş olduğu belirtilmemiş. Kendisi de bu sahne için bir şarkı sözü yazmamış. Önce bu sahneye uygun bir marş aradım ama bulamadım. İş başa düştü ve marşın sözlerini yazmak zorunda kaldım. 1 Mayıs Marşı böyle ortaya çıktı.
-Önce söz mü müzik mi geldi? 

İkisini de birlikte yazdım diyebilirim. Bazen sözü müziğe, bazen de müziği söze göre düzelttim. Ayrıca 1 Mayıs’ı konu alan bir marşın coşkulu olması gerekiyordu. Kaldı ki, ben çocukluğumdan beri hep coş- kulu, heyecanlı bir kişi oldum. Bu benim müziklerime de yansıyor. Burada en güzel şey o heyecanı halkın da yakalayabilmesi. Zaten bir besteci niye yapar besteyi? Duygusu karşıya tam ulaşsın diye... Dokunmak için yapar. Bu konuda başarılı olmak beni tabii ki çok mutlu ediyor. 
-Besteyi sizin yaptığınızı insanlar biliyor mu?

Bilenler var tabii... Ama ben çok fazla ortalarda görünmek, böbürlenirmiş gibi olmak istemediğimden dolayı bilmeyen çok. Bu durum benim için çok önemli bir sorun değil. Bilenlerin bilmesi bana yetiyor. 

-Marşınızın bu kadar beğenilip dilden dile dolaşmasını bekliyor muydunuz?
Ben bu marşı bir tiyatro oyunu için yaptım. Müziği yaparken bu derece yaygınlaşacağı aklımın ucundan geçmiyordu. Ancak çok kısa sürede halka mal oldu diyebilirim. Bu durum benden kaynaklanmadı, kendiliğinden oldu.
'CEM KARACA'NIN COŞKUSU BANA YAKIN GELİYOR'
-Marşı birçok kişi ve grup seslendirdi. Siz en çok kimin yorumunu beğendiniz? 

Tüm sanatçı arkadaşlarım ellerinden gelenin en iyisini yaptı. Marşın bilinirliğinde hepsinin emeği var. Kendilerine çok teşekkür ederim. Cem Karaca’nın okumasındaki coşku ve heyecan bana daha yakın geliyor. Kaldı ki o plak yapılırken ben de stüdyodaydım. Marşın nakaratlarını Cem’le okumuştuk. 

-Marşın hep bir ağızdan söylenmesi nasıl bir duygu? 

Hep birlikte bir şey yapmak, yaşamın en güzel yanlarından biri. Hele koskoca bir miting içinde binlerce kişiyle birlikte yürürken, coşku içinde, sesinizin var gücüyle söylediğiniz bir marşın, insanı ne kadar mutlu ettiğini bu ortamı yaşayanlar bilir. Orada insan, yere daha kuvvetli bastığını, yalnız olmadığını, büyük bir coşku içinde olduğunu duyumsuyor ve mutlu oluyor. Ve bu büyük gücün bir parçası da sensin... Bunları söylerken bile tüylerim diken diken oluyor. 

-1 Mayıs mesajınız nedir? 

Kendimizi sağlam tutmak ve geleceğe inanmak birinci vazifemiz olmalı. Her gecenin bir sabahı vardır. İyimserliğimizi yitirmemeliyiz.