31 Ocak 2014 Cuma

Islamin baskenti neresi?


Suriye direnişinin liderlerinden Şehabettin, sınırda durdurulan TIR'lar için 'İçlerinde gıda malzemesi var, silah olsa bu savaş çok farklı olurdu' dedi.
Tevfik Şehabettin... Suriye'de 3 yıldır süren iç savaşın en önemli isimlerinden. 3 bin kişiden oluşan Nurettin Zengi Tugayı'nın komutanı. Aynı zamanda kısa bir süre önce onlarca muhalif grubun bir araya gelerek oluşturduğu, 12 binden fazla silahlı gücü olan, direnişin en güçlü dört çatı örgütünden Ceyşül Mücahidin grubunun dış ilişkiler sorumlusu. Türkiye Gazetesi'nden Osman Sağırlı, Tevfik Şehabettin ile Suriye'nin güvenlik nedeniyle adı saklı bir bölgesinde saatler süren bir söyleşi yaptı. TIR'lardan Cenevre'ye, El Kaide'den muhalifler arasındaki çatışmalara kadar birçok konuyu konuştu.

İşte o söyleşiden notlar;
Ceyşül Mücahidin grubu kimdir? Yabancı cihatçıların oluşturduğu bir yapı mı?
Biz Halep, Selahaddin, Mansura, Kefferna ve Lazkiye bölgelerinde hakim olan, Esad'a ve onun destekçilerine karşı Suriye halkını savunan bir yapıyız. Güçlerimizin hepsi de Suriye'nin çocukları, bu toprağın insanı, aramızda yabancı yok.

"CENEVRE'DEN BİR ŞEY ÇIKMAZ"

Şimdi sizin gibi gruplar, düzensiz ordular var. Cenevre'de Suriye'de akan kanın durması için bir çaba var. Cenevre görüşmelerinden ne bekliyorsunuz?
Cenevre'den açıkçası bir şey beklemiyoruz. Çatışmalar hiçbir zaman bitmeyecek. Ancak bildiğimiz şu bizim için hiçbir şey değişmeyecek.

"ESAD RUSYA VE İRAN IŞİD NUSRA BİZİM DÜŞMANIMIZ"

Suriye'de kimlerle çarpışıyorsunuz?
Beşar Esad ve Suriye direnişine karşı çıkan herkes bizim düşmanımız. Nizam yani Esad'ın güçleri. İran ve Rusya, Beşar Esad'ın projesinin daimi temsilcileri. IŞİD, Nusra, Hizbul Cellad dediğimiz Hasan Nasrallah'ın askerleri olan Hizbullah, Irak ve Yemen şiileri. Hatta Kuzey Koreliler. Tepemizde dolanan, bomba yağdıran uçak pilotları Koreli. Mücahidlerin rehin aldıkları Koreliler var.

"IŞİD MÜSLÜMAN DEĞİL"

IŞİD nasıl bir yapı? Türkiye'den bakıldığında hep kafa kesen ama aynı zamanda Esad'a karşı mücadele ettiği algısı oluşturulan insanlar var. Sizler de kafa kesiyor musunuz?
Dünyada hep yanlış bir algı var. Bir kere bizimle IŞİD ya da El Nusra'nın dolayısıyla El Kaide'nin herhangi bir bağı yok. Olamaz da. Çünkü onlar bizi tekfirci, kafir gibi gösteriyor. Kendilerinin cihad ettiğine bizim ise küfre düştüğümüze inanıyor ve saflarındaki insanları da buna ikna ediyor. Şunu bilmek lazım Bağdadi'nin sorumluluğundaki IŞİD İran ve Esad tarafından kurulmuş bir yapı. Bütün icraatları da onların lehine. Çünkü bunlar insanları kesiyor, katlediyor, mallara el koyuyor. Sonra da görüntüleri servis edip, "Bakın İslam nasılmış, bakın işte Mücahidler böyledir" diyerek dünyaya duyurmak istiyor. İran da İslamı kendilerinin temsil ettiğini göstermek, güya bu kafa kesen insanlara karşı mücadele ederek kendini temize çıkarmak istiyor. Onlar "katillerle çarpıştıkları" algısı oluşturuyor. Kasten kurulmuş bir yapı. Bizim saflarımızda çarpışan askerleri aldıkları zaman bir esir muamelesi yapmıyorlar; çoğunun kılıçla kafasını kesiyorlar, bazılarına elektrikli işkence yapıyorlar, son zamanlarda diri diri ateşe atıp görüntülerini çekiyorlar. Sonra da o görüntüleri bize gönderiyorlar. Gözdağı vermek istiyorlar. Bu nasıl Müslümanlık?

NUSRA EL KAİDE OLARAK ÇALIŞIYOR

Suriye'de El Kaide var mı?
Cephetül Nusra burada El Kaide olarak çarpışıyor. Ama şunu bilmek lazım El Kaide ancak Cephetül Nusra'dır. Devle tamamen İran'a bağlıdır. Zevahiri Devle'nin El Kaide'den ayrıldığını da söyledi. IŞİD'in lideri Bağdadi ile Zevahiri arasında hilafet var. Bağdadi, Rusya ve İran işbirliği içinde olduğundan ayrıldılar.

SİLAH DEPOLARINI BASIYORUZ

Silahları nereden alıyorsunuz?
İlk zamanlar bazı islam ülkelerinden destek aldık. Son dönemde destek yok artık. İran ve Rusya bölgeye, rejime destek veriyor. Biz de silah depolarını basıyoruz.

"TIR'LARDAN UN VE GIDA MADDESİ ÇIKIYOR"

Türkiye'de bir TIR tartışmasıdır gidiyor. Silah yüklü TIR'ların Suriye'ye geldiği söyleniyor. Size kaç TIR geldi?
Türkiye'nin TIR'larından un ve gıda maddesi çıkıyor. Keşke o TIR'lardan silah çıksaydı. Ne iyi olurdu. O zaman savaşın şekli böyle mi olurdu? Türkiye'nin buraya silah yardımı yaptığını söyleyenler Rusya'ya, İran'a ve Lübnan'a niye bakmıyor? Onlar üstelik inkâr da etmiyor. Açıkça destek verdiklerini her ortamda söylüyor. Türkiye'deki Müslümanlar bize destek çıktı. Kapılarını sonuna kadar açtı. Biz onların istediği zamanda ve istediği gibi ölmediğimiz, insani destek gördüğümüz için Türkiye'yi zorda bırakmak istiyorlar.

Rusya ve diğer ülkelerin "Esad giderse yerine kimi koyacağız. Öyle bir isim yok" şeklinde çıkışları var. Sizin aklınızda bir isim var mı?
Suriye halkı buna karar verecek olursa o isim bulunur, biz kendi aramızda belirleriz. Eğer karar bizimse kolay ama dışarıdakiler bir isim arıyorsa onu bilemeyiz.

SİZİN KADAR DESTEK VERENİ OLMADI

Arap ülkelerinin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bazı Arap ülkelerinin desteği var. Katar ve Suud'dan destek aldık bunu inkâr edemeyiz. Ancak istediğimiz düzeyde değil. Mısır bir ara çok destek oluyordu. Ancak Mursi'nin devrilmesiyle birlikte bu destekten mahrum olduk. Biz bu süreçte Türkiye kadar manevi destek vereni görmedik. Suriye-Türkiye halklarının ne kadar sıkı kardeşlik bağı ile bağlandığını gördük. Üstelik Türkiye bizim gibi Arap milletinden de değil. Türkiye bizim içimizde öyle bir iz bıraktı ki Allah razı olsun her zaman bizimle. Efendimiz muhacirlere "Habeş'e gidin" dediğinde Müslümanlar Necaşi'nin yanına gitmişti. Biz Erdoğan'ın duruşunu Necaşi'ye benzetiyoruz. Türkiye halkı da o muhacirlere kucak açan Ensar gibi. Bu direniş bize gösterdi ki Türkiye-Suriye halkı yok ortada tek halk var.

Suriye'de 1020 örgütten bahsediliyor. Bu kadar fazla direniş örgütünün olmasının sebebi fikir ayrılığı mı?
İç savaş başladığı dönemde ferdi yardımların da devletlerin yardımları da kim geldiyse ona verildi. Baştan tek bir sandıkta toplanmış olsaydı böyle olmayacaktı. Aynı zamanda bu kadar bölük pörçük olmasının sebebi siyasidir. Çünkü ayrı ayrı olduğunda tek bir karar alınamayacak.

"KORELİLER BİZİMLE GELİP SAVAŞIYOR"

IŞİD kafa kesip, muhaliflere gönderiyor.
Esirlerimiz arasında Koreli de var
"Esad'ın askerleri, Avrupalılar, Iraklılar, İranlılar, Kuveytliler, Fransızlar, Suudiler hatta Koreliler bile var elimizde."

Elinizde ne kadar esir var, Avrupalıların bu çatışmalarda yer aldığı söyleniyor. Aldıklarınızı ne yapıyorsunuz. Elinizde hangi ülkelerin vatandaşı var?
Esir sayısı oldukça fazla, hapishaneler ağzına kadar dolu. Esirleri mahkemelere çıkarıyoruz, mahkeme kararına göre davranıyoruz. Açıkça söyleyelim Müslüman kanı akıtanlara hayat hakkı tanımıyoruz. Bizde esirler olduğu gibi Esad'ın elinde de var. Elimizde Beşar'ın askerleri, Avrupalılar, Hizbullah, Irak ve İran vatandaşları, Kuveytliler, Fransızlar, Suudiler hatta Koreliler var. Çeşitli ırklardan insanlar... Biz Avrupalıları ve devleden (IŞİD) savaşıp bize esir düşenleri konsolosluklar ve aracılar vasıtasıyla ülkelerine geri gönderiyoruz. Esad'ın askerlerinden bazıların takas için tutuyoruz. Bir kısmını mahkeme suçsuz buldu serbest bıraktık. Fakat Esad'ın 10 askeri şu an benim yanımda. Geri hizmetlerde mutfakta, araç tamirinde çalışıyor. Hatta bunlardan birkaç tanesi de Hıristiyan. Gitmek istemiyorlar.

HAYAT KADINLARI CANLI BOMBA

Çarpışanlar arasında kadın var mı?
IŞİD'in içerisinde var. Büyük çoğunluğu geri cephede. Ancak canlı bombalar var. Onların durumu farklı. Kontrol noktalarında kendilerini patlatıyorlar. Bu kadınlar fuhuşa karışmış. Onlara "Siz çok büyük günaha girdiniz. Ancak cihad ederek bu büyük günahtan kurtulursunuz" diye telkinde bulunuyorlar. Kadınlar da bomba yüklü yeleği giyinip araziye çıkıyorlar. Geçenlerde bir Yemenli kadın kontrol noktasında kendini bu şekilde patlattı.

Esad'ın yanında çarpışan dışarıdan gelen paralı asker var mı?
Onun bütün askerleri paralı zaten. Hizbullah, Koreliler, Yemenliler , Kuzey Afrika'dan gelenler, Ruslar yine öyle. Yabancıların hepsi bir bedel karşılığında burada. Şebbiha askerleri ise 15-30 bin Suri arasında para alıyor.

IŞİD nerelerde hakim?
Rakka'da Halep'te, İdlip'te Hama'da, Meskene, Minbiç ve Cerablus'ta yoğunluktalar. Aldıkları yerleri hemen Esad'a devrediyorlar.

İnfaz görüntüleri, tecavüzler var bu ne zaman bitecek. Bütün dünya bu görüntüleri konuşuyor. 12 dakikada bir kişi ölüyor. Suriye bu tablodan ne zaman kurtulacak?
Ancak Esad'ın düşmesiyle biter; Bu da ya bizim yaptığımız gibi silahlı mücadeleyle (ki yardım gelmesi lazım) ya da dışarıdan siyasi veya askeri müdahale ile olabilir.

TÜRKİYE İSLAM BAŞKENTİDİR

Dış güçlerin askeri müdahalesini, hatta Cenevre'de gündeme gelen aralarında Türkiye ve İran'ın da olduğu Suriye'ye barış gücü askeri girmesine nasıl bakıyorsunuz?
Dışarıdan askeri müdahaleye karşıyız. Lojistik ve silah desteği istiyoruz. Beşar Esad'a siyasi olarak baskı istiyoruz. Silah ve maddi yardım alabilirsek Esad'a nasıl galip geleceğimizi göreceksiniz. Esad düşerse zaten barış gücü askerine ihtiyaç olmaz.

Size rejim başta olmak üzere bazı ülkeler terörist diyor.

Siz terörist misiniz?
Kim diyor bunu? Rusya mı, İran mı, Çin mi, Esad mı? Suriye içerisinde kimin direnişçi kimin terörist olduğu herkesin icraatından belli. Uçaklarla masum insanlara bomba yağdıran, ya da kiralık terör grupları besleyen biz miyiz? Esad ve yandaşlarının bizi terörist gösterme çabaları propaganda. Sadece onlar bize terörist diyorlar zaten.

Dünyaya bir mesajınız olacak mı?
Türkiye'ye teşekkür ediyoruz. Bize evlerini, hastanelerini açtı. Aşını ikiye böldü, imkanlarını zorladı. İçimizdeki bazı kötü insanların yapmış olduğu davranışlardan ya da bizden kaynaklanan olumsuzluklardan dolayı özür diliyoruz. Sizleri çok zor durumlara düşürdük. Hakkınızı helal edin. Türkiye bizim için imparatorluktur. İslam başkentidir.

Sarıgül‘ün mal varlığı


Şişli Belediye Başkanı ve CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül'ün çoğu İstanbul'da olmak üzere kendi üzerine 15 gayrimenkulü olduğu iddia ediliyor.

DSP'den ayrılarak Türkiye Değişim Hareketi'ni kuran Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün, çoğunluğu İstanbul'da olmak üzere kendi üzerine 15 gayrimenkulü olduğu ortaya çıktı. 1999'da Şişli Belediye Başkanlığına seçilen Sarıgül'ün ortaya çıkan malvarlığını çoğunu son 10 yılda alması da dikkat çekti.
ÇOĞU ŞİŞLİ'DE
Siyasi hayatına CHP gençlik kollarında başlayan daha sonra SHP'ye geçen ardından tekrar CHP'ye geçen ve Genel Başkanlığa aday olan, yaşanan krizden ötürü partiden ihraç edilen ve mahkeme kararı ile geri dönen Sarıgül en sonunda katıldığı DSP'den de ayrılarak Türkiye Değişim Hareketi adı ile yeni bir parti kurdu.
Sarıgül'ün, çoğu 1998'den itibaren Şişli civarında alınmaya başlanmış çok sayıda gayrimenkulü olduğu ortaya çıktı.
İŞTE O GAYRİMENKUL LİSTESİ
1) İstanbul Kadıköy Bağdat Caddesi'nde 1998 yılında alınmış bin 271 metrekarelik bina
2) İstanbul Bakırköy Kartaltepe'de 1998 yılında alınmış 2 bin 169 metrekarelik bina
3) İstanbul Şişli'de 1998 yılında alınmış 184 metrekarelik kat mülkiyeti
4) İstanbul Şişli'de 1998 yılında alınmış 203 metre karelik arsa
5) Kırklareli'nde 1998 yılında alınmış 43 bin 146 metre karelik orman çayırı arazisi
6) Kırklareli'nde 1998 yılında alınmış 71 bin 750 metre karelik arazi
7) İstanbul Şişli'de 1999 yılında alınmış 154 metrekarelik kat mülkiyeti
8) İstanbul Şişli'de 1999 yılında alınmış 154 metrekarelik kat mülkiyeti
9) İstanbul Şişli'de 1999 yılında alınmış 154 metrekarelik kat mülkiyeti
10) İstanbul Şişli Mecidiyeköy'de 1999 yılında alınmış 444 metrekarelik arsa
11) İstanbul Şişli Mecidiyeköy'de 2000 yılında alınmış 474 metrekarelik bina
12) İstanbul Şişli'de 2000 yılında alınmış 254 metrekarelik bina
13) İstanbul Beşiktaş Baltalimanı'nda 2000 yılında alınmış 16 bin 119 metrekarelik bina
14) Ankara Etimesgut Eryaman'da 2001 yılında alınmış 5 bin 764 metrekarelik bina
15) İstanbul Beşiktaş Dikilitaş'ta 2007 yılında alınmış 476 bin 60 metrekarelik bina
BABASINA DA ŞİŞLİ'DEN ARSA
Şişli bölgesinden aldığı gayrimenkuller dikkat çeken Mustafa Sarıgül'ün, İstanbul Şişli Cumhuriyet'te 2007 yılında alınmış 111.00 metrekarelik arsayı da babasına verdiği ortaya çıktı.

28 Ocak 2014 Salı

Türkiye'de bir ilk


Fatma Demir (64), 7 yıl önce kalp ameliyatı oldu. Rahatsızlıkları zaman zaman devam eden Demir, en son "kan tükürme" şikayetiyle Konya Medicana Hastanesi'ne başvuruldu. Kadının kontrollerinde kalbin kirli kanını akciğerlere taşıyan damarda anormal şekilde genişleme görüldü. Kalp kapakçıklarında da problem olan ve akciğere kan götüren arterdeki tansiyon yüksekliğine bağlı gelişen rahatsızlık nedeniyle hayati tehlikesi bulunan kadın, hemen ameliyata alındı.
Kalbin oluşturduğu yüksek basınç nedeniyle oldukça zor olan ameliyatta kanama ve dikiş yırtılmasını önleyen yöntem denendi. Başarılı geçen ameliyatın ardından Demir'in hayati tehlikeyi atlattığı bildirildi. Hastane doktorlarına göre ameliyat, Türkiye'de ilk, dünyada sekizinci hastaya yapıldı.
Opr.Dr. Deniz Yorgancılar ile birlikte operasyonu gerçekleştiren hastanenin Kalp ve Damar Cerrahi Uzmanı Opr. Dr. Özgür Mart, gazetecilere yaptığı açıklamada, hastanın tetkiklerinde tıpta çok nadir olan rahatsızlığının görüldüğünü söyledi.
Kalbin kirli kanını akciğerlere taşıyan ana damarda çok ciddi "balonlaşma" olduğunu tespit ettiklerini dile getiren Mart, şunları kaydetti:
"Ameliyat riskli de olsa hastamızı yaşatmak için operasyona karar verdik. Hasta, 7 yıl önce kalp ameliyatı geçirdiğini ve buna bağlı olarak o bölgenin çok yapışık olduğunu biliyorduk. Aynı zamanda kalbin bir kapağında da ciddi oranda genişleme tespit ettik. Kalbin damarda oluşturduğu yüksek basınç nedeniyle, dikiş tutması çok zor olan bölgede başarıyla işlemi gerçekleştirdik. Çeşitli hastaneleri gezip 'artık yapacak bir şey yok' denmiş olan hastayı, sağlığına kavuşturacağımız için çok mutluyuz. Literatüre baktığımızda ameliyatın çok nadir yapıldığını gördük. Çünkü; balonlaşan damarın özelliği, biz cerrahların çok iyi bildiği 'dikiş tutmaz' denilen bir damar olmasıdır. Hastamız, bize geldiğinde damarı balonlaşmış ve formunu kaybetmişti. İçinde pıhtı biriktiren damar, yoğun miktarda akciğere pıhtı atıyordu. Bu durumda ani ölüm riski çok çok yüksekti."

O belgeler açığa çıktı

1 Mayıs 1905...Cuma namazının ardından Sultan İkinci Abdulhamit'i uğurlamaya gelen halk Yıldız sarayı önünde toplanmıştı. 29 yıldan beri devleti yöneten padişahı selamlamak isteyenlerin yanında, namaza gelen devlket erkanını getiren atlı arabalar da sırayla dizilmişti.Namazı bitiren padişah cemaatle selamlaşarak çıkmaya yöneldiği sırada kednisine birşeyler söylemek isteyen Şeyhülislam'ı dinlemek için durdu. Kısa bir sohbete başlamak üzereyken yeri göğü inleten bir patlama gerçekleşti. Kan gölüne dönen ortalıkta onlarca kişi can verdi, çok kişi yaralandı. Ne olduğunu anlamaya çalışan ahalinin korku dolu bakışları arasında bir arabaya bindirilen Sultan II. Abdulhamit Yıldız Sarayı'ndaki makamına gitti.

PADİŞAH'I ŞEYHÜLİSLAM'LA SOHBET KURTARDI

Olayla ilgili ilk bilgiler gelmesiyle birlikte Ermeni Taşnak Örgütü tarafından Padişah'a dönük bir suikast olduğu anlaşıldı. Padişahın yolu üzerine çekilen bir arabaya konulan 120 kg patlayıcı ve metal parçalar zaman ayarlı bombayla patlatılarak düzenlenmişti. Bomba düzeneğini kuran eylemci de patlamayla birlikte ölmüş, Padişah'ı da Şeyhülislam'la yaptığı kısa sohbet kurtarmıştı. Bombalı saldırısı sonucu 26 kişi ölürken, 58 kişi de yaralandı. Olaydan sonra kapsamlı bir soruşturma başlatıldı ve olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. 15'i yakalanarak tutuklandı. Dava sonucu suikastın lideri olduğu tespit edilen Belçikalı Edward Joris idama mahkum edildi. Diğerlerine hapis ve kürek cezası verildi.

ARAŞTIRMA İÇİN ÖZEL FOTOĞRAFLAR ÇEKİLDİ
109 yıl önce düzenlenen bombalı suikastın tahkikat raporları orijinal belgeleriyle yayınlandı. Kültür AŞ tarafından yayınlanan kitapta, suikast öncesi durum, hazırlıklar, saldırı anı detayları ve soruşturma sürecini içeren tahkikat raporunun Osmanlıca orijinali de yer alıyor. Osmanlı Devleti'nin zayıflığından yararlanarak yeni bir devlet kurmak isteyen Ermeni komitecilerin düzenlediği suikastin hazırlanış ve saldırma anına ilişkin detaylara da dikkat çekiyor. Padişahın son derece önem verdiği soruşturmada özel fotoğraf çalışması da yapılıyor. Orijinali bin sayfada olan aras¸tırma raporu, daha sonra özet halinde hazırlanarak ilgili devlet görevlileri için matbaada oldukça sınırlı sayıda Türkçe ve Fransızca basıldı. İçerigˆi gizli tutulan rapor, 67 sayfa ana metin ile 8 sayfa iddianame ve Müstantik Kararnamesi'nden olus¸uyor. Raporun sonunda olayla ilgili 34 adet fotogˆraf yer alıyor.

27 Ocak 2014 Pazartesi

Avcı çantası


Ergenekon davasından tutuklanan eski emniye müdürü'nın anlattıkları bomba etkisi yarattı. Cezaevinde gazeteci 'e konuşan Avcı, HSYK'dan paralel devletin imamlarına kadar önemli açıklamalar yaptı. İşte onlar: Yargıtay imamının kim olduğunu bilmiyorum. Ancak Yargıtay'a bakan imam, Yargıtay'ın içinden değildir. Kurumlara bakan imamlar kurum dışından seçiliyor. Bu kurumlardaki varlıkları emniyet ve yargıdan farklı değil. Sızan belgeler, durdurulan TIR'lar... Paralel yapının bu kurumlara bakan imamları da var. MİT ve Genelkurmay imamlarının ismini savcıya verdim. 

DAVA DOSYALARIYLA OYNANIYOR Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda (HSYK) klasik bir hukuk düzeni yok. Bunu halkın görmesi lazım. Ben bizzat yaşadığım hikayelerden biliyorum HSYK'nın çalışma yapısını. 3 günde işleme konulması gereken evrak 1 ayda işleme konmuyor. Bir hakimin önüne gitmemesi gereken evrak bir şekilde ayarlanarak onun önüne gidiyor. Dosyadaki evrakla onun önündeki evrakın numaraları birbirinden farklı, tutmuyor. Mesela bir davamda hakim Ömer Diken aynı gün hem mahkeme üyesi hem de mahkeme başkanı görünüyordu. Şikayet ettim. Hakim inceledi, "Ben suç görmedim" dedi. Sonra onu (Ali Alçık) Yargıtay üyeliğine terfi ettirdiler. 

SAVCI MİT'E BAKAMAZ 'in internete düşen ses kayıtlarından -ki bende basından takip ettim; iş adamları ile anormal bir ilişki kurduğu anlaşılıyor. Bu ilişkilerin ortaya çıkması için kayda gerek yok aslında. Türkçe Olimpiyatları'nın sponsorlarına bakmak yeterli. Ben de birkaç kez gittim o organizasyonlara. O zamanlar sadece  gönüllüsü esnaf ve işadamlarından destek alırlardı. Son dönemlerindeki sponsorlar ise Türkiye'nin devler liginde olan patronlar. Daha önceki sponsorlarına bakın, bir de şimdiki sponsorlarına bakın. Baskı yapılıp yapılmadığını anlarsınız. Devletin bir kurumunun yaptığına diğer kurumu mani olamaz. MİT bir şey sevk ediyorsa savcı buna bakamaz. Bu işin şaka kaldırır yanı yok. Bu bir devlet politikasıdır. Devlet isterse silah isterse başka şey nakleder. Eğer devlet 'Bu benim malım bana ait' diyorsa orada kimsenin müdahalesi söz konusu olamaz. Adana ve Hatay'da yaşananlar skandal ötesi, Türkiye'nin dış dünyada itibarını sarsmaya dönük bir tutum. Çoğu insan sanıyor ki bunların tek amaçları Türkiye'yle ilgili dünyada teröre yardım ve yataklık eden bir ülke algısı yaratmak. Bir amaçları da Türkiye Devleti'nin istihbaratının nasıl bir zafiyet içerisinde olduğunu göstermek. Bütün gizli servisler olanı biteni hayretle izliyordur. TIR olayları paralel örgütün sadece MİT'te değil aynı zamanda askerde de olduğunu ortaya koyuyor. O TIR'ları durduran polis değil, jandarmadır. Hiç kimse bilmese bile asker devletin milli istihbaratının kontrolünde olan TIR'ları durduramayacağını bilir. Asker bunu bile bile durduruyorsa durup düşünmek lazım.

BAŞBAKAN BU ÖRGÜTÜN FARKINA ODA TV'DE VARDIBAŞBAKAN bu örgütün farkına 7 Şubat'ta değil Oda TV davasında vardı. Savcı Zekeriya Öz, sahte delil üreterek Oda TV'yi Zirve davasıyla birleştirmek istedi. Bu sayede Diyanet'ten medyaya kadar onlarca insan tutuklanacaktı. Ancak MİT bunun bilgisini Başbakan'a verdi. Önce İstanbul Emniyeti'nde bu yapının en önemli ismi olarak bilinen Ali Fuat Yılmazer, sonra da Öz görevden alındı. Bu operasyonlar engellenince hem MİT hem de Başbakan onlar için bitti. Sonrasında ise 7 Şubat darbesi devreye sokuldu. Aslında bu yapıyı bitirmek için 7 Şubat şanstı. Ancak sanırım cemaate yakın bazı çalışma arkadaşları olayın 7 Şubat'la dondurulacağını söyleyip aldattılar Başbakan'ı.
CEMAATİ ELEŞTİRMEK SUÇ HALİNE GETİRİLDİ...Öyle bir ortam yaratıldı ki herkes "Bir numara" yapılmaktan korktu. Özel Yetkili Mahkemeler istediğini alıp içeri attı. Hükümetin de büyük hatası oldu. Özel yetkili savcılıklar ve mahkemelerle çift başlı bir hukuk oluşmasına olanak tanındı. Bunu da paralel yapı çok güzel kullandı. Cemaati eleştirmek suç haline getirildi. Eleştiren bertaraf edildi. Ahmet Şık ve Nedim Şener, yayımlanmayan kitaptan cezaevine girdi. Benim durumum zaten ortada. Hal böyle olunca tabii vatandaşın devlete güveni sarsıldı

Kanserin asisi bulundu

Çaresiz' denilen hastalıklar yavaş yavaş dize geliyor. Bu hastalıkların başında yer alan akciğer kanserinin de aşısı bulundu. Kübalı bilimadamlarının geliştirdiği aşı sayesinde hastalık kontrol altına alınıyor. Türkiye İmmün-Onkoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Rüçhan Uslu, aşısının sadece ileri devre akciğer kanserinin uzun süreli kontrolünü sağladığını açıkladı. Prof. Dr. Uslu, akciğer kanseri aşısına ilişkin şu bilgileri verdi: 

YAYILMIYOR... 
"Bu tümör aşısı ileri devre akciğer kanserinde kullanılabiliyor. Hastalığın uzun süre kontrolünü sağlıyor. Hastalık ilerlemiyor, başka organlara sıçramıyor, bazı hastalarda stabil seyir kronikleşiyor, bazı hastalarda yanıt elde edilebiliyor, bazılarında ise tamamen yok ediliyor. Aşı sayesinde hastanın yaşam süresi 3 katına çıkabiliyor." Aşı verilerinin 2012-2013 yılında Avrupa'daki kongrelerde kabul gördüğünü ve birçok ülkede ruhsat başvurularının yapıldığını kaydeden Prof. Dr. Uslu, Türkiye'ye aşının 1 ay önce girdiğini söyledi. 

30 BİN HASTA Ülkemizde her yıl 30 bin kişinin akciğer kanseri teşhisi aldığını, bu teşhislerin çoğunluğunun "küçük hücreli dışı" tipi olduğunu, yüzde 70-80'inin de ileri evrede tespit edildiğini kaydeden Uslu, dolayısıyla tedavi kapsamına giren çok hasta olduğunu dile getirdi. 

MALİYETİ YÜKSEKSosyal güvenlik kurumları onaylayana kadar hastaların kendi aşılarının maliyetini kendilerinin karşıladığını söyleyen Prof. Dr. Rüçhan Uslu, şöyle konuştu: "Her aşı 2 bin-2 bin 500 dolara mal oluyor. 10 tane yaptırdığınızda büyük maliyeti olabiliyor." Prof. Dr. Uslu, böbrek ve cilt kanserleri konusundaki ilaç ve aşı arayışlarında da olumlu gelişmelerin bulunduğunu bildirdi

Bankalar nasil ve Kimler tarafindan hortumlandi

Türkiye'de bazı işadamları kendi bankalarını soydular. 2001 krizine neden olan bu soygunun Türkiye hazinesine maliyeti 251 milyar 563 milyon lira oldu. Bir de bu soygunun zararını ödemek için Hazine piyasalardan tam 381 milyar 877 milyon lira borçlandı.
Yani bu soygun olmasaydı devletin toplam borcu bu miktar az olacaktı. Vatandaş bu tutarda az vergi ödeyecekti. Gelelim bu soygunu kimin yaptığına...Bankaların içini boşaltma soygununu TÜSİAD üyesi işadamları yaptı. Peki TÜSİAD banka soyan bu işadamlarını üyelikten çıkartıp ceza verdi mi? Hayır.
Böyle bir uygulama olsaydı duyurmaları gerekirdi. Oysa önceki gün TÜSİAD'ın başkanı "evrensel kabul görmüş normlara uyulmayan, hukukun üstünlüğüne riayet edilmeyen ülkeye yabancı sermaye gelmez" diyor. Şimdi sormak gerekiyor "bankaları hortumlayıp, vatandaşın sırtına yükleyen TÜSİAD üyelerinin bu soygunu hangi evrensel kabul görmüş norma uyuyor?" Bazılarının işine gelmiyor bu soruyu sormak. Halbuki bu soru sorulsa bu ülkeye kimin yabancı sermaye girişini önlediği ortaya çıkacak.
Kendi bankasını soyan, kendi şirketini soyan işadamının olduğu ülkeye doğrudan yabancı sermaye gelmez tabii. O halde doğrudan yabancı sermaye girişini kendi şirketlerini soyan TÜSİAD üyeleri engelliyor diyebiliriz. Gelelim TÜSİAD başkanına sorulmayan ikinci soruya... TÜSİAD Başkanı "ihale yasası onlarca defa değiştirildi" diyor. Oysa kayıt dışını, kendi şirketini soymayı önleyecek ve yolsuzlukları ortadan kaldıracak yasa Türk Ticaret Yasası (TTK) oluyor. Ve Avrupa Birliği'ne uyum yasası olan Prof. Dr. Ünal Tekinalp'in hazırladığı bu yasayı uzun süre TÜSİAD engelledi. Sonra TÜSİAD bir ara Başbakan Erdoğan'a "AB yolunda reformları yavaşlattınız" eleştirisini getirince, bu defa Erdoğan "ben değil TÜSİAD olarak reformları siz yavaşlattınız. Yeni TTK'yı istemediğinizden milletvekillerine ve siyasi partilere baskı yapıyorsunuz, madem öyle kaldırın ambargonuzu yeni TTK geçsin TBMM'den" dedi. Bunun üzerine TÜSİAD ne yapacağını şaşırdı. Mecburen ambargosunu kaldırdı. Ve yeni TTK 1.5 yıl sonra yürürlüğe girmek koşuluyla TBMM'den geçti. Fakat tam yürürlüğe gireceği sırada aynı TÜSİAD, CHP'ye emir vererek yeni TTK'nın şirketten patronların para çekme yasağını, şirketlerin bağımsız denetimini, bilançoların web sitesinde yayınlanma zorunluluğu türünden pek çok evrensel normu yasadan çıkartan bir teklif getirdi. Sözde evrensel norm isteyen TÜSİAD, şirket hortumlamayı serbest bırakan maddeleri yine yasaya koydurttu. Böylece banka ve şirket hortumlamanın yolunu yeniden açtı.
Bildiğiniz gibi şirketler şeffaf olunca devleti soyamazlar, devletten ne aldığı devlete ne verdiği görünür şirketin. Yine şeffaf bilanço ortakların parasının çalınmasını önler.
Anlayacağınız TÜSİAD, ihale yasasındaki değişiklikleri öne sürüp vatandaşı aldatacağına, şirketlere şeffaflık getiren TTK'yı CHP'ye emir verip niye değiştirttiğinin hesabını vermeli. Aksi takdirde doğrudan yabancı sermaye yeterince gelmez bu ülkeye.

2001 öncesi banka patronlarının kendi şirketlerini soymasına neden olan düzene geri dönülüyor. Bankacılık Kanunu'nun, banka yöneticilerinin yüzde 25'den fazla ortak oldukları şirketlere kredi verilmesi yasağını verdiği bir görüşle deldi. Murat Demirel, Cavit Çağlar ve birçok batık banka patronunun uyguladığı hortum sistemine izin çıktı

BDDK GERİM ADIM ATTI

Taraf'ın haberine göre, 2001 krizinde uygulamaya konulan Derviş yasalarıyla getirilen ve banka patronu ile yöneticilerinin kendi şirketlerine sınırsız kredi açmalarını önleyen yasada gedik açıldı. Bankacılık Düzenleme Ve Denetleme Kurumu'nun (BDDK) ağustos ayında verdiği bir görüş ile 2001 krizinden bu yana taviz vermediği bir alanda ilk defa geri adım attı ve banka yöneticilerinin kendi şirketlerine kredi kullandırabilmesinin önünü açtığı ortaya çıktı.

"SINIRIN AŞILMASINDA SORUN YOK"

Söz konusu karar ile üst düzey banka yetkililerinin yüzde 25'ten daha fazla hisseye sahip oldukları firmalara borç vermesini yorumlayan BDDK, ortaklığın "dolaylı" olması durumunda bu sınırın aşılmasında bir sorun olmadığını belirtti. Uzmanlara göre BDDK'nın yaptığı yorum, bütün banka yöneticilerinin dolaylı pay sahibi oldukları şirketlere kredi kullandırmalarına imkân sağlayabilir.

KANUNUN GETİRDİĞİ YASAK DELİNİYOR

Bu görüşü savunanlar arasında, 2001 krizinde Hazine Müsteşar Yardımcısı olan ve kamu bankalarının yeniden yapılandırmasında görev alan Hakan Özyıldız da var. Özyıldız, "Ben hukuki değil, iktisadi bir değerlendirme yapabilirim. Doğrudan ya da dolaylı olmasının bence bir önemi yok" değerlendirmesinde bulundu. Bankacılık Kanunu'nun 50'inci maddesi, banka yöneticilerine, yüzde 25'den fazla ortak oldukları şirketlere kredi verilmesini "her ne şekilde olursa olsun" ifadesiyle yasaklıyor. Özyıldız, Bankacılık Kanunu'nun bu maddesinin amacını şöyle açıklıyor: "2001 krizi öncesinde de bu tür krediler kullandırıldı ve kanun koyucu aynı şeylerin tekrar etmemesi için bu kredilere yasak getirdi."

Son 10 yılda bankacılık, ortalama yüzde 5 büyüyen 786 milyar dolarlık Türkiye ekonomisinin en sağlam sektörlerinden biriydi.

'2001 DÖNEMİNDE DEĞİLİZ'

Burgan Yatırım Menkul Değerler Analisti Nergis Kasabalı, konuyla ilgili, "2001 krizi öncesi gibi bir dönemde değiliz. Türk bankacılık sektörü oldukça sağlam ve sağlıklı durumda" dedi.

2001 öncesinde, bankaların kendi grup şirketlerine ve yöneticilerine kredi kullandırması sıkça uygulanan bir yöntemdi.

60 MİLYAR BATMIŞTI

BDDK'NIN banka sahibi patronlara kredi kullanmaya Vize vermesi akla Türkiye'yi 2001 krizine götüren süreci getirdi. O dönem, banka patronları kendi şirketlerine kredi vererek Türkiye'yi milyarlarca TL zarara sokmuştu. TMSF'nin 2009 verilerine göre 28 Şubat sürecinde 26 banka battı ve bunların yol açtığı zarar 60 milyar doları aştı. Kendi şirketlerine ve yakınlarına kolaylık sağlayıp, devleti ve milleti zarara uğratanlar arasında Mehmet Emin Karamehmet'in Cavit Çağlar'a sattığı ve Çağlar'ın yakınlarına kredi sağlayan Interbank, Dinç Bilgin-Zafer Mutlu'nun ortağı olduğu Etibank, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in yeğeni Yahya Murat Demirel'in batırdığı Egebank gibi bankalar bulunuyor.

Dünyanın enerji haritasını toryum değiştirecek


TAEK CERN Bilim Komitesi Üyesi Prof. Dr. Sultansoy: "Yeşil nükleer enerji olarak adlandırılan toryum, dünyanın enerji problemini çözebilecek en önemli kaynaklardan biri. Toryumu enerjide kullanmaya başladığımızda dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alabiliriz. 2030'larda elektrik enerjimizin yüzde 50'sini yerli kaynağımız toryumdan üretebiliriz. Türkiye enerji devi olabilir, yeter ki biz bu teknolojiye sahip çıkalım. OECD ve IAEA verilerine göre dünyadaki toryum rezervinin yüzde 11'i Türkiye'de bulunuyor"
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN) Bilim Komitesi Üyesi Prof. Dr. Saleh Sultansoy, "yeşil nükleer enerji" olarak adlandırılan toryumun, dünyanın enerji problemini çözebilecek en önemli kaynaklar arasında bulunduğunu belirterek, "Toryumu enerjide kullanmaya başladığımızda dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alabiliriz" dedi.

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesinde de öğretim üyesi olan Sultansoy, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Türkiye'nin cari açığının en önemli iki nedeninin enerji kaynakları ve ileri teknoloji ürünlerin ithalatı olduğunu söyledi.

Sultansoy, 2030 yılında gelişmiş ülkeleri seviyesine çıkabilmek için en az 100 gigavatlık ek güç kurulması gerektiğini belirtti. Yılda 50 ton toryum ile 50 gigavat enerji üretilebileceğini belirten Sultansoy, bu miktarın Türkiye'nin toryum rezervinin onbinde birinden daha az olduğunu ifade etti.

Gelecek 20 yıl içerisinde dünyanın enerji haritasının toryum ile değişeceğini savunan Sultansoy, şunları kaydetti:

"Gelişmiş ülkeler, enerjilerinin büyük kısmını nükleer santrallerden sağlamaktadır. Fransa, enerjisinin yüzde 85'ini nükleer santralden karşılarken, biz yıllardır bu santrallerin kurulup kurulmamasını tartışıyoruz. Şu anki bilimsel verilere göre, Türkiye toryum rezervinde dünyada ikinci sırada bulunuyor. Türkiye'nin gelişmesini istiyorsak toryumdan enerji üreten santraller kurmalıyız. 1 gigavatlık enerji için 3,5 milyon ton kömür veya 200 ton uranyum gerekiyor. Aslında 1 ton toryumdan da bu enerji elde edilebilir. Toryum yakıtlı reaktörlerin 2020'li yıllarda ticarileşmesi öngörülüyor. 2030'larda ise elektrik enerjimizin yüzde 50'sini yerli kaynağımız toryumdan üretebiliriz. Türkiye enerji devi olabilir, yeter ki biz bu teknolojiye sahip çıkalım ve uluslararası işbirliklerine katılabilelim."


"Dünyanın toryum yerine uranyuma yönelmesinin nedeni nükleer silahlanma yarışı"


Toryumla çalışan santraller konusunda dünyada en büyük ilerlemeyi sağlayan ülkenin Hindistan olduğunu belirten Sultansoy, ABD, Norveç, Kanada, Japonya ve Çin gibi ülkelerin toryumu elektrik santrallerinde kullanmak üzere proje ürettiklerini söyledi. Türkiye'nin elektrik enerjisi üretimini OECD ortalamasına yükseltebilmesi için mevcut kapasitesini üç katına çıkarması gerektiğine dikkati çeken Sultansoy, ülkedeki toryum rezervlerinin bin yıllar boyunca enerji gereksinimini karşılayacak kapasitede olduğunu vurguladı.

Sultansoy, toryumun tabiatta şu anki nükleer santrallerde kullanılan uranyumdan yaklaşık üç kat fazla bulunduğu belirterek, dünyanın toryum yerine uranyuma yönelmesinin tek nedeninin nükleer silahlanma yarışı olduğunu savundu.


"Türkiye'nin bu işten karlı çıkması bazı güç odaklarının işine gelmiyor"


Dünyada toryum rezervi açısından üç ülkenin başı çektiğini ifade eden Sultansoy, şöyle devam etti:

"Bilinen toryum miktarı açısından Hindistan ilk sırada bulunuyor. Onun hemen ardından Türkiye ve Brezilya geliyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) ve OECD verilerine göre 880 bin ton ile dünyadaki toryum rezervinin yüzde 11'i Türkiye'de bulunuyor. Diğer bağımsız kaynaklar ise ülkedeki rezervlerin bundan 3-4 kat daha fazla olduğunu ve Türkiye topraklarındaki toryumun değerinin 120 trilyon dolar olabileceğini tahmin ediyor. Isparta'da bulunan Çanaklı Madeni'nde kolay işlenebilen torit minerali şeklinde 20 bin ton rezerv var ve sadece bu rezerv 100 yıl boyunca elektrik enerjimizi karşılayabilir. Toryumla beraber atom bombası yapılamayan bir enerji üretilecek. Daha da önemlisi, hızlandırıcı sürümlü toryum yakıtlı sistemler nükleer atık problemini çözmeye imkan sağlayacak. Yüksek miktarda toryum rezervine sahip olan Türkiye'nin bu işten karlı çıkması bazı güç odaklarının işine gelmiyor. Toryumu enerjide kullanmaya başladığımızda dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alabiliriz."

Sultansoy, Türkiye'nin yakın gelecekte kalıcı bir stratejik değer oluşturabilmek için toryumla ilgili ulusal yol haritasını belirlemesi, gerekli insan kaynağını yetiştirmek amacıyla nükleer teknoloji üniversitesinin ve laboratuarların kurulması gerektiğine dikkati çekti.

Eskişehir'de 2003'te yaklaşık 100 bilim insanının katılımıyla toryum çalıştayı düzenlediğini anımsatan Sultansoy, uzun vadeli bir program hazırlandığını ancak sürecin devam etmediğini sözlerine ekledi.

26 Ocak 2014 Pazar

İçme suyu japon balıklarına emanet

BUSKİ Genel Müdürü İsmail Hakkı Çetinavcı, kentin içme suyu ihtiyacının yaklaşık yüzde 90'ının, Doğancı ve Nilüfer barajlarından sağlandığını söyledi. Barajlardan çıkan isale hattının yaklaşık 11 kilometrelik bir mesafeyle Dobruca İçme Suyu ve Arıtma Tesisi'ne getirilerek suyun arıtıldığını belirten Çetinavcı, kentin içme suyu denetiminin de buradaki laboratuvarlarda titizlikle yapıldığını dile getirdi.

JAPON BALIKLARI YARDIM EDİYOR
İsmail Hakkı Çetinavcı, 1985 yılında kurulan arıtma tesisinde o tarihten bu yana barajdan gelen suyun denetiminde, bir akvaryumda bulunan Japon balıklarından da yararlanıldığı bilgisini verdi. Laboratuvardaki akvaryumun, süs amacıyla kurulmadığına işaret eden Çetinavcı, şöyle konuştu: "Akvaryum içindeki su, ham sudur. Barajdan doğrudan tesisimize gelen, herhangi bir işleme tabi olmadan buraya ulaşan ham sudur. Dolayısıyla bu, Bursamızın bir şansıdır. Çoğu illerde arıtılmadan önceki sukaynakları, ağır metal, arsenik, cıva, bakır içerir. Bizim ise arsenik itibarıyla ele aldığımızda kabul edilebilir standart olarak 10 mikrogram/litre değeri var. Bu bir ara 50'ydi, 10'a düşürüldü. Yani çok rahatlıkla kabul edilebilir bir standarttır.''

'BALIKLARIMIZ ÇOK HASSAS'
''Dolayısıyla buradaki balıklarımız, ağır metale karşı, biyolojik virüslere karşı çok hassastır. Burada balıklarımız sağlıklı ve güvenli bir şekilde yüzüyor. Akvaryumdaki 14 Japon balığı, laboratuvarda çalışan arkadaşlarımız tarafından gözlendiği gibi ayrıca akvaryumun yanında bulunan kamerayla da güvenlik odamızdan günün 24 saati görüntülü olarak takip ediliyor. Bugüne kadar başımıza gelmedi ama Allah korusun, balıkların toplu halde rahatsızlıkları veya ölümlerinin gözlenmesi halinde hemen buradaki vanaları kapatırız. Barajdan giren su, iki saat sonra tesisimizi terk ettiği için bu arada gerekli müdahaleleri de yapma imkanımız var. Bu nedenle balıkların da burada ayrı bir önemi var."

LEPİSDES CİNSİ BALIKLAR KULLANILIYOR
Kayseri Su ve Kanalizasyon İdaresi (KASKİ) bünyesinde kurulan ve uluslararası akreditasyonu bulunan laboratuvarda, 'lepisdes' cinsi balıklarla 'Balık Bio Deneyi'' bir başka ismiyle 'Zehirlilik Seyreltme Deneyi' yapılıyor.

Lepisdes cinsi akvaryum balıklarıyla yapılan deney hakkında bilgi veren KASKİ Laboratuvar Şube Müdürü Fazilet Malik, ''Biz laboratuvarın bu bölümünde atık sularla ilgili bir deney yapmaktayız. Balık bio deneyi, diğer bir ismiyle zehirlilik seyreltme katsayısına bakıyoruz. Burada asıl amacımız, işletmelerin alıcı ortamlara verdikleri atık suyun oradaki canlılara zarar verip vermediğini görmek'' dedi.

Bir işletmenin kullandığı ve doğaya bıraktığı atık suyun oradaki canlılara zarar verip vermediğine bakmak amacıyla böyle bir testin uygulandığını kaydeden Malik, ''Örneğin bir işletme Kızılırmak'a veya Karasu'ya atık su deşarj ettiğinde oradaki canlılara zarar veriyor mu ona bakıyoruz. Bunun için de biz bu laboratuvarımızda lepisdes balıklarıyla deney yapmaktayız. Çünkü lepisdes balıkları balık türleri içerisinde en hassas balık türü. Numuneleri fabrikalardan denetleyici firmalar, Çevre İl Müdürlüğü ya da bizim KASKİ'nin Atık Su Arıtma Daire Başkanlığından uzmanlar, numuneler alıp getiriyor. Biz de 48 saat boyunca numunelerin özelliğine ve kirliliğine göre seyreltmeler yaparak içerisine belli oranlarda, belli sayılarda lepisdes balıkları koyarak analizlerimizi yapıyoruz. Raporlarımızı ona göre yapıyoruz. Eğer seyrelttiğimiz sularda deneylerimizde bir veya birden fazla lepisdes balıkları ölüyorsa, suyun canlı ortamına zarar verdiğini raporlamış oluyoruz'' diye konuştu.

Zehir oranı yüksek atık suların balıkların yaşamasına imkan vermediğini ve o şekilde balıkların öldüğünü vurgulayan Fazilet Malik, şunları kaydetti:

''Ama bunun standart metotları var. Yani belli metotlara göre çalışıyorsunuz. Zehirlilik seyreltme katsayısı var, ona göre seyreltiyoruz ve onlara göre de değerlendirme yapıyoruz. Her gelen numuneye olduğu gibi direkt balıkları koymuyoruz. Çevre Bakanlığı'nın bu konuda yayınlamış olduğu yönetmelikler var. Bu yönetmeliklerden de faydalanıyoruz. Hangi oranlarda seyreltmemiz gerekiyor, ne yapmamız gerekiyor onlara göre analizlerimizi yapıp TSE standartlarına göre raporlamalarımızı yapıyoruz. Biz akredite bir laboratuvarız. Çünkü Türkiye'de balık bio deneyinde, zehir seyreltme katsayısında akredite olan çok sayıda laboratuvar yok.''

Deneyler sırasında, örnek olarak kendilerine getirilen kirli, atık sulara direkt olarak balıkların konulduğu durumlar da olduğunu, ancak bu işlem için atık suyun belli parametreleri taşıması gerektiğini ifade eden Laboratuvar Şube Müdürü Fazilet Malik, ''Direkt olarak koyduğunuz numuneler de olabiliyor. Gerçekten kirli olmayan bir atık su geldiğinde parametrelerine bakıyorsunuz. Önceden o suyun kirli olmadığını düşünüyorsanız eğer, direkt balıkları da koyabiliyorsunuz. Bunun dediğim gibi standartları var. O metotlarda nasıl tanımlanmışsa öyle analiz yapıyorsunuz. Her gelen suya 10 tane balığı koyuyorum, yaşıyor mu yaşamıyor mu diye bakmıyoruz tabi'' ifadelerini kullandı.

Kosova Savaş,şehit,Osmanlı,1. Murad,türbe

Kosova Savaşı’nda şehit düşen Osmanlı padişahı 1. Murad’ın türbesinin bakımını 400 yıldır aynı aile yapıyor. Aile geleneğinin son temsilcisi Saniye Türbedar, “Bu dedelerimden kalma manevi bir görev. Benden sonra çocuklarıma kalacak” diye konuştu.

O Osmanlı’nın ilk şehit padişahı. 1389’daki Kosova Savaşı’nda kazandığı zaferden sonra bir Sırp tarafından şehit edilen 1. Murad’ın iç organları,Priştina yakınlarına gömülür ve bir türbe inşa edilir. Zaman içerisinde türbe bakımsız kalınca, Evliya Çelebi buranın bakımı için gönüllü bir aile arar. 1600’lerde Özbekistan Buhara’dan gelerek Kosova’ya yerleşenHacı Ali Buhara ailesi bu görevi üstlenir. Hacı Ali Buhara’nın başladığı görev nesilden nesle aktarılarak bugün de devam eder.

DEDELERİMDEN KALMA

Buhara ailesi daha sonra Türbedar ismiyle anılmaya başlar. Vefat eden türbedarların bazıları Sultan 1. Murad’ın mezarının yanına gömülür. 1. Murad’ın mezarı bugün 63 yaşındaki Saniye Türbedar’a emanet. Gelen ziyaretçilere türbeyi gezdirmekten türbenin iç dış temizliğine kadar her şeyle ilgilenen yaşlı kadın, “Bu bir aile geleneği. Dedelerimden kalma manevi bir görev. Benden sonra Allah izin veririrse çocuklarıma kalacak” diye konuşuyor.

ONUR DUYUYORUZ

Saniye Türbedar, yaptığı işten gurur duyduğunu belirterek duygularını, “2005 yılına kadar türbenin durumu içler acısıydı. Fakat Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı burayı restore etti. Şimdi gerçek değerini buldu” diye anlatıyor.

"Yerli elektrikli otomobil" üretti

Firmanın Ar-Ge ve Mühendislik Müdürü Özer Arslan, yaptığı açıklamada, aracın test sürecinde olduğunu belirterek, şirketin 2006 yılından bu yana otomobil üretimi konusunda çalışmalar yaptığını söyledi. Özer, son birkaç yıllık dönemde yeni üretilen aracın dışında ikisi dizel biri elektrikli olmak üzere 3 prototip otomobil daha ürettiklerini dile getirdi. 4 aracın da çalışır durumda olduğunu ve binlerce kilometre yol katettiğini dile getiren Arslan, "Yaptığımız çalışmalardan anladık ki son ürettiğimiz araç şehir içi kullanıma uygun bir araç olacak" dedi. Milyarlarca euno gerektiren yatırımlar yerine KOBİ düzeyinde bir firmanın da otomobil üretebileceğini kanıtladıklarını ifade eden Arslan, ürettikleri otomobilin bireysel tüketiciler için ikinci bir otomobil ya da ticari amaçlı değerlendirilebileceğini kaydetti. Otomobilin kilometre başına 2 kuruşluk enerji tükettiğini ve tam dolu şarjla 150 kilometre yol kat edebildiğini anlatan Arslan, bunun da 3 liralık bir masrafa karşılık geldiğine işaret etti.

DÜNYA GENELİNDE YENİ

Otomobil üretimi konusunda gerekli tüm testleri bitirme aşamasında olduklarını kaydeden Arslan, "Bu testlerin sonunda aracımızı satışa çıkartacağız" ifadesini kullandı. Otomobil üretmenin zor bir iş olduğuna işaret eden Arslan, bu zamana kadar tasarladıkları araçların üretimi sırasında işin maliyeti ve yabancı rakipler konusunda bilgi sahibi olduklarını dile getirdi. Elektrikli otomobil üretiminin dünya genelinde yeni bir alan olduğunu belirten Arslan, kullanıcıların araçtan keyif almalarının temel amaçlarından olduğunu söyledi.

GÖREV OLARAK BENİMSEDİK

Otomobili üretim süreci hakkında da bilgi veren Arslan, şöyle devam etti: "Daha önce ürettiğimiz araçlardan önemli bir bilgi edindik. Son aracı yapana kadar kafamızdaki düşünce içten yanmalı araç üretmekti. Ama araçlarımızdan bir tanesini 4 yıl önce Şirketimizin Yönetim Kurulu Başkanı Ercan Malkoç'un sunumu ile Sayın Başbakanımıza tanıtma fırsatımız oldu. O sunumda Sayın Başbakanımız bize, dünyanın elektrikli araçlara yoğunlaştığını ve bizim neden elektrikli araçlara yönelmediğimizi sordu. Bu sözü kendimize görev olarak benimsedik. 4 sene içerisinde tamamen elektrikli araçlara yönelik bir araştırma yaptık ve son 2 yıllık süreçte bu aracı ürettik."Otomobilin üretiminde eski teknoloji kullanmadıklarını dile getiren Arslan, aracın lityum batarya ve elektrik motoru dışındaki unsurlarının tamamen yerli olduğuna dikkati çekti.

4 YILLIK BİR PROJE

TÜBİTAK'ın motoru ve lityum bataryası dahil elektrikli araç üretimi konusunda proje destekleri olduğunu belirten Arslan, kendilerinin de bu destekler için başvurduklarını söyledi. Arslan, "Bu kapsamda zaten Türkiye'de lityum akü üretilecek. Sanırım 4 yıllık bir proje. Bu projenin sonunda Türkiye'nin milli aküsü, milli elektrik motoru ve araç yazılım sistemleri olacak" dedi. Arslan, otomobilin gerek gürültü gerekse emisyon üretimi konusunda çevreye duyarlı olduğunu ve şasi bölümünde alüminyum malzeme kullandıklarını sözlerine ekledi.

İktidarı, muhalefeti, Türk'ü, Kürt'ü, dindarı, dinsizi ve vatanını seven herkes

Gülen Cemaati kontrolündeki paralel devletin mağdur ettiği çok sayıda insan var ülkede ama hiç kuşkusuz bütün bu mağdurlar arasında ünlü polis şefi Hanefi Avcı'nın yeri başka. Çünkü onun bu mağduriyeti yaşamasının tek nedeni Türkiye kamuoyunun henüz yüz yüze geldiği bu derin yapıyı o 2010 yılında yazdığı ve Haliç'te yaşayan Simonlar adını verdiği kitapta tek tek afişe etmiş olmasıydı. Eskişehir Emniyet Müdürü iken yazdığı kitapla cemaatin hedef tahtasına oturan, türlü entrika ve komplolarla tutuklanıp Silivri Cezaevi'ne konulan Avcı ile Adalet Bakanlığı'ndan aldığımız özel izinle SABAH ekibi olarak bir söyleşi yaptık. Dikkatle ele alınması ve sorgulanması gereken söyleşinin bugün ilk bölümünü okuyacaksınız. Ancak son derece kritik açıklamalarda bulunan Avcı'yla birlikte olmaya yarın da devam edeceğiz...

 Bugün tartışılan devlet içindeki paralel yapıyı siz 3 yıl önce yazdığınız kitabınızda ele almıştınız. Belli ki bu insanları çok yakından tanıyordunuz... Avcı: Eskiden biliyorsunuz insanlar 'dindar, İslamcı, Cemaatçi' diye fişlenir emniyet kadrolarında üst görevlere getirilmezdi. Ben geçmişte de hep karşı çıktım. Önemli olan liyakat sahibi olmasıydı. Bu yüzden o dönemde cemaatçi olduğu söylenen insanlara da sahip çıktım. Liyakat sahibi olanlara kritik görevlerde yer açtım. "Bu ülkenin geleceği için güzel insanlar yetişiyor" derdim. 

 Bir şeylerin yanlış gittiğini ne zaman fark ettiniz? - Taşkınlıklarına mani olmaya çalışanları tasfiye etmeye başlamaları üzerine farkına vardım. 

 Nasıl oldu bu? - Örneğin Emin Aslan... Celal Uzunkaya, Mustafa Gülcü ve Sabri Uzun gibi isimleri emniyette kurmaya çalıştıkları yapılanmaya engel olacaklarını düşündükleri için ekarte ettiler. Çok ilginçtir... 28 Şubat döneminde Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral'ın "Fethullahçılar raporu" hazırlandığında Emin Bey askere gidip rapora itirazını dile getirmişti. Askeri doğru bilgiler olmadığına ikna etmeye çalışmıştı. Sonra Emin bey Yüksek Şura'da bunların olmaması gereken atama, terfilerine, yanlışlarına karşı çıkınca sahte isimle dinlediler ve mesleğiyle oynadılar. Bir başka mağdur çok iyi bir polis olan Mustafa Gülcü'ydü. Ergenekon Davası başladıktan sonra savcılar emniyetin hazırladığı Ergenekonvari bir yapılanma olduğunu kabul etmesi için baskı yapmışlar. Kabul etmeyince hedef oldu. Bir polis muhbirinin ihbarıyla disiplin soruşturması geçirip pasifize edildi. Emin Aslan'ı yine bir polis muhbirinin ihbarıyla "uyuşturucu kaçakçısı ile ilişkisi var" deyip hapse attılar. Sabri Uzun gibi bir istihbaratçıyı isimsiz ihbar mektupları, sahte kararlarla dinleyip pasif göreve çektiler oradan da müfettiş görevlendirilerek soruşturma açıp 'haksız mal varlığı edindi' diyerek sicilini lekelediler. Bu yaşananlar olan bitenin farkına varmamı sağladı. 

 Siz bunu yetkililere anlatmayı denediniz mi? - Birçok görüşmem oldu. O zaman İçişleri Bakanı Beşir Atalay'dı. Beni samimiyetle dinledi. Ama Başbakan'ın ikna olmadığını sanıyorum. Çünkü paralel yapının bu kadarını yapabileceğine inanmadı. Benim kısa bir süre önceki halim gibiydi durumu yani. Bana da başka biri gelip bu şekilde anlatsaydı, görmeseydim, şahit olmasaydım inanmazdım. Başbakan ve çevresini benden soğutmak için de yanlış bilgiler yaydıklarını düşünüyorum. Örneğin KOM Başkanıyken KOM'un İstanbul'da dinlediği bir yeri Başbakan'ın eşi Emine Hanım aramış. O telefon tapelerini Başbakan'a götürüp "Hanefi Avcı eşinizi dinliyor" demişler. Sonradan gerçeğin bilindiğini, böyle bir dinleme yapmadığımızın anlaşıldığını öğrendim. Ancak benimle ilgili Başbakan'a başka neler söylendi onu bilmiyorum. 

 Yani siz derdinizi kimseye anlatamadığınız için yazdınız 'Haliç'te Yaşayan Simonlar'ı... 
- Kayıtlara düşmek ve sonrasına ışık tutmak, kamuoyuna aktarmak için yazdım. Zaman beni haklı çıkardı. Hani derler ya; Olaylar yeniyken müdahale ederseniz çabuk önlem alırsınız. Öyle olmalıydı ama olmadı ve o olaylar büyüdü, büyüdü ve şimdi hükümetin karşısına büyük bir kaos olarak çıktı. Ama şükrediyorum ki iyi ki şimdi oldu. İllaki olacaktı sonunda ama Allah şaşırttı ve Başbakan'a çok erken saldırdılar. Bir anormallik vardı ve çok şükür en azından bu hükümet erkenden farkına vardı bu anormalliğin. 
BU YAPININ HİÇBİR ŞEYİNE İNANMAM O zaman siz 17 Aralık operasyonuna sadece yolsuzluk perspektifiyle bakmıyorsunuz. - Başıma onca işi gelmişken bu yapının yaptığı hiçbir şeye inanmam. Hem böyle yolsuzluk operasyonu mu yapılır? Soruşturmanın nereye gideceğini bilmiyorsunuz ama herkesten saklıyorsunuz. Neden? Çünkü en başından beri niyetiniz belli! 

 Usule aykırı mı demek istiyorsunuz? - Evet. Ben de görevdeyken bazı yolsuzluk operasyonları yaptım. Ama yaparken üstlerimi bilgilendirdim. Mesela Enerji Bakanlığı'nda ihalelere fesat karıştırma soruşturması vardı. Bizzat gidip hem Enerji Bakanı'na hem de İçişleri Bakanı'na bilgi verdim. Kim olduklarını, kimlerin adının geçtiğini olayın ne olduğunu anlatmadım ama o bakanlıkta tahkikatlar yaptığımızdan haberdar ettim. Ha yolsuzluk yapan bakanın oğludur, kardeşidir ayrı. Oğlun kardeşin yolsuzluk yapmış demezsin ama bakanlığıyla ilgili bir soruşturma yaptığının bilgisini hem bakanlığına hem de amirlerine haber vermek zorundasın. Validen, Başsavcıdan ya da Adalet Bakanı'ndan niye saklıyorsun? Burada bakıyorsunuz vali şehri yönettiğini sanıyor ama yönetmiyor. Emniyet Müdürü emniyeti yönettiğini sanıyor ama yönetemiyor. İçişleri Bakanı bakanlık yaptığını sanıyor ama gereken bilgiyi alamıyor. Başsavcı da habersiz. Hiçbir amirin haberi olmadan yapılan bir soruşturma var. Böyle bir devlet anlayışı olabilir mi? Bediüzzaman der ki; Hakimiyetin şenni müdahaleyi reddeder. Yani bir yerde bir tek iktidar olur. Çift başlı iktidar olmaz! 

SORUN YALNIZ HÜKÜMETİN DEĞİL HERKESİN Mücadele için geç mi kalındı? - Geç kalındı ama yine de Türkiye bir şans yakaladı. İyi değerlendirmek lazım. Hükümet kararlı ve cesur olmalı. Ancak bu bir yılda iki yılda bertaraf edilebilecek bir yapı değil. Bu sadece polis ya da kriminal hamlelerle de çözülemez. Mücadele uzun bir zaman alacak. Devletin kilit noktalarına yerleşmeleri bu hükümet döneminde oldu. Başbakan kendileri gibi geçmişte dışlanmış bu insanları sahiplendi. Devletin kritik noktalarında görev almalarına hep olumlu baktılar. 

 Peki bu yapıyla mücadeleden başarıyla çıkılabilecek mi? - Çıkmak zorundayız. Bir de bu sadece iktidarın sorunu değil. Hepimizin sorunu. Bütün Türkiye'nin. Bugün AK Parti yarın CHP, öbür gün MHP! Kim gelirse gelsin bunlarla mücadele etmek zorunda zaten. O nedenle bu ülkeye aidiyet hisseden herkes, iktidarı muhalefeti, Türk'ü Kürt'ü, dindarı ve dinsizi herkes Başbakan'ın yanında tavır almalı. Bu bir fırsattır, değerlendirilmelidir. Bakın. Bunlara ön ayak olduğu için kızılabilir hükümete. Eleştirilebilir ama hükümet zayıf düşsün Erdoğan iktidardan gitsin diye gidip öbür tarafa destek verilemez. Ben bir mağdur olarak, bunların iftiralarıyla, sahte belge ve komplolarıyla hapse düşmüş hayatı karartılmış bir kişi olarak söylüyorum bunu. Ben de çok kırgınım hükümete. Herkesten daha çok kırgınım çünkü bunların başıma ördüğü çorabı göremediler ve önlem almadılar vaktinde diye. O zaman bana kulak verip bunlara tavır alsalardı ben şimdi görevimin başında bunlarla mücadelede en ön saftaydım. 

MUHALEFETİN TAVRINA İÇERDEKİLER KIZIYOR Sizce operasyonu yapanlar istedikleri algıyı toplum nezdinde yaratabildiler mi? - Tam tersi oldu. Dışarının nabzını bilemiyorum. Ama bizim mahallede (gülerek cezaevi ortamını kastediyor) algı oldukça farklı. Balyoz ve Ergenekon davalarından yargılananlar şu anda hükümetin yanında tavır alınması gerektiğine inanıyor, muhalefetin tavrına kızıyorlar. 



25 Ocak 2014 Cumartesi

Kutrsal Baliklar

Malatya'nın  ilçesine bağlı 'de su kaynağının olduğu yerde barınan balıklar, efsanelere konu oldu. Yıllar önce balıkları yiyen ya da onlara zarar veren insanların öldüğü söylentileri dilden dile yayıldı. Bu inanış, dedelerden torunlarına miras kalarak günümüze kadar ulaştı. Bu nedenle balıklar kutsal ilan edildi. Şimdiye kadar balıkların kerametini bulmak için sayısız araştırma yapıldı. Kutsal olarak görüldüğü için Malatyalılar bu balıkları yemiyor. 

HAYVANLAR YEMESİN DİYE Balıklar öldüğünde, bu durum anonslarla duyuruluyor. Daha sonra ölen balıklar, diğer hayvanlar tarafından yenmesin diye kefene sarılıp dualar eşliğinde mezarlığa gömülüyor. Köy muhtarı İbrahim Bozkurt, "Kutsal balıkları, kedi ve köpekler yemesin diye toprağa veriyoruz. Buradaki balıklar kutsal. Bunlar yenmez. Ama yiyene karışmayız. Cesareti olan varsa gelsin balığı alsın yesin" dedi.