18 Aralık 2016 Pazar

Rockefeller'den yüzyılın itirafı..İşte Türkiye üzerinde oynanan kirli oyunlar!

ABD’li Yahudi bankacı işadamı David Rockefeller, son yüzyılın en büyük itiraflarını yaptı. Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler...
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
"TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK"


Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bizim desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki; ödeme günleri geldiğinde bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik. Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidardaki yerini uzunca bir süre için sağlamlaştırdığını zannediyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.

"1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI"
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.
BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.

ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ; ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ” HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için PKK denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ… SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır.

Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” sorusuna ise şöyle cevap verdi:
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim;

Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.
Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya'da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.
Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu

17 Aralık 2016 Cumartesi

Mogollar ,Halep: İran'ın Srebrenica'sı..Hangi dinden bunlar?

Atlas Okyanusu'ndan Pasifik kıyılarına kadar, yeryüzünün ana eksenini oluşturan Müslüman Ortak Kuşak'ta taş üstüne taş bırakmama kararı vermişler. Her ülke için ayrı planlar, projeler yapmışlar. Hiçbir ülkeyi, hiçbir bölgeyi istisna tutmamışlar.

Derin zaaf alanları belirlemişler, her müdahaleyi bu zaaf alanları üzerinden yürütme planları yapmışlar. Şimdi; etnik çatışmalar, mezhep savaşları üzerinden bütün o geniş coğrafyayı büyük bir yıkıma sürüklüyor, 21. Yüzyıla yayılacak şekilde felaket ve kaossenaryoları uyguluyorlar.

Kimse kendini güvende hissetmesin. Hiçbir ülke ilişkilerine güvenmesin. Hiçbir başkent bu büyük hesabın arkasına gizlenerek kendini koruyacağı, dahası bir takım kazanımlar içine gireceği hesabı yapmasın. Biz bu asırlık müdahalelerin daha ilk evrelerini yaşıyoruz. Biz, ülkelerimizdeki, topraklarımızdaki beyinsizler ve hainler yüzünden felaket üstüne felaket yaşıyoruz.

Bizi kan denizine sürükleyen kim?

Biz, 20. Yüzyıl boyunca hüküm süren ısmarlama rejimlerin tükenmişliğinin, tayin edilmiş siyasi kadroların beceriksizliğinin yol açtığı kan denizinde yüzüyoruz. Biz oyapay sınırların anlamsızlığı, zoraki devletçiklerin ihaneti, toplumsal bağların yıpranmışlığı üzerinde bir hayat bulma, bir fidan büyütme, bir can aralığı keşfetme mücadelesi veriyoruz.

Devletlerin örgütleştiği, siyasi ahlakın yerlerde süründüğü, terör örgütleri üzerinden coğrafyanın talan edildiği, bin yıldır birlikte yaşayanların birbirine boğazlatıldığıkadim şehirlerimizinharabeye çevrildiği, kafasını kaldıran her ülkenin ağır bir şekilde cezalandırıldığı bir dönemin, bir tarih aralığının, bir talihsizlik çağının insanlarıyız.

Aynı zamanda kahramanlarıyız. Belki bütün bu kötülüklerin ardından, bu dibe vuruşun ardından başlayacak, daha şimdiden işaretlerini ortaya koyan yeni yükseliş çağının, meydan okumanın, derin değişimin kahramanlarıyız.

Haçlılardan, Moğollardan ne farkınız kaldı sizin!

Halep şoku yaşıyoruz. Ülkelerin ahlaken nasıl iflas ettiğinin, Müslüman kimliğinin İslam'ı en çok kullanan ülkeler ve örgütler tarafından nasıl değersizleştirildiğinin, en basit insani hak ve ahlakın nasıl yerle bir edildiğinin şokunu yaşıyoruz.

Kadınların, çocukların nasıl imha edildiğinin, yok edilen, harabeye dönüştürülen bir şehirden çıkışlarına bile izin verilmediğinin, katliamla kutsanan ülkeler ve onlara bağlı örgütler tarafından yaralılara bile merhamet gösterilmediğinin örneklerine tanık oluyoruz.

Kudüs'ü işgal edip bütün Müslümanları kılıçtan geçiren Haçlılardan ne farkınız var? Anadolu'da taş üstünde taş bırakmayan Haçlılardan ve Moğollardan ne farkınız var?Bağdat'ı yakıp yıkan, nehirleri kan nehrine dönüştüren Moğollardan ne farkınız var?

Ebu Gureyb'de esirleri köpeklere parçalattıranlardan, sadece Müslüman olduğu için en ağır aşağılamalara maruz bırakanlardan ne farkınız var? Filistin halkının kanı üzerinde kurulan, kanı ile beslenen İsrail'den ne farkınız var?

Siz kimsiniz, nesiniz, hangi dindensiniz?

Hadi onlar Hristiyan'dı, putperestti, Yahudi'ydi. Hep öyle dediniz, bizden uzak dediniz, düşman dediniz, yabancı dediniz, istilacı deniniz, bize öyle öğrettiniz.

Peki siz kimsiniz, siz nesiniz? Halep'te sizi nereye koyacağız sizi?Hangi medeniyete, hangi dine, hangi kültüre sığdıracağız sizi?

Hadi bu bir savaş diyelim. Muhalifler yenildi, diyelim. Halep'i ele geçirdiniz, diyelim. Ne yani herkesi kılıçtan mı geçireceksiniz, kurşuna mı dizeceksiniz, toptan imha mı edeceksiniz? Ne istiyorsunuz? Bu, harabeye çevirdiğiniz şehirde hiç mi canlı bırakmayacaksınız? Kadınların çıkışına, çocukların çıkışına engel oluyorsunuz, ambulanslara, yaralı taşıyan araçlara saldırıyorsunuz.

Siz söyleyin, biz size ne diyelim?

Sivil kıyıma girişiyorsunuz, toplu katliama yelteniyorsunuz. Siz nesiniz, kimsiniz, hangi ahlak ve geleneğin ürünüsünüz? Müslüman öldürmekle mi şahlanacaksınız, masumları katlederek mi devlet olacaksınız, coğrafyanın nefretini kazanarak mı saygı kazanacaksınız?

Yoksa bütün bunlardan vazgeçtiniz, yeni bir istilacı güç, yeni bir işgalci güç, intikamcı güç olarak mı tanımlayalım sizi? Siz söyleyin, biz size ne diyelim? Biz, Halep'te masumlara yaptıklarınızı gördükten sonra bundan sonra bu coğrafyada neler yapacağınıza dair ne düşünelim?

Halep: İran'ın Srebrenica'sı..

Türkiye, Rusya ile ateşkes sağlayarak bir nefes aralığı oluşturdu. O dar alana sıkıştırılmış, enkaz altında kalan insanlarısağ salim dışarı çıkarmak için bir yol açtı. İran, Suriye ordusu içindeki bütün unsurlarıyla, Suriye içine yerleştirdiği bütün terör örgütleriyle buna karşı çıktı. Olmadı, engelleyemedi.

Bu sefer sivilleri taşıyan konvoylara saldırdı, yaralıları taşıyan ambulanslara saldırdı. Savaştan, katliamdan kaçan sivilleri katletti. Belki onlar orada kalsaydı, Halep'te kalsaydı bir çeşitSrebrenica yaşayacaktık ve bu İran'a bağlı terör örgütleri üzerinden uygulanacaktı.

O çirkin mezhep söylemi ve Pers imparatorluğu..

Hal böyle iken, biz İran'a hiç mi bir şey demeyelim, Tahran'ın bu acımasızlığına hiç mi itiraz etmeyelim, hiç mi isyan etmeyelim? Bu nasıl bir devlettir, nasıl bir rejimdir?

Çirkin bir mezhep söylemi üzerinden bütün silahlarını Müslümanlara doğrultanbütün gücünü Müslüman toprakları ilhak etmede kullanan, mezhep fanatizmi üzerinden terör örgütleri kurup ülkelere saldırtan bu devletin hiç kutsalı yoktur?

Bu, mezhep savaşı değil, biliyoruz. İran bir Fars emperyalizmi hayali yaşıyor, biliyoruz. Bu işgalci ve yayılmacı planlarını mezhep üzerinden servis ediyor, biliyoruz. Bütün coğrafyanı imha edecek birnükleer güce dönüştürülmek istenen mezhep savaşlarının baş tetikçiliğini oynuyor, bunu da biliyoruz.

Bu büyük istila hesaplarını kullanarak Kızıldeniz'den Afganistan'a kadar bir Pers imparatorluğu kurmaya çalışıyor ve korkunç bir güç zehirlenmesi yaşıyor, hepsini biliyoruz.

Sen önce kendi etnik haritana bak

Ama bu ülkenin yüzde ellisinden fazlası Fars kökenli değil. Azeri, Arap, Kürt, Türkmen, Beluci ve diğerlerinin nüfusu Fars kökenlilerden fazla. Ülkenin etnik kırılganlığı bölgedeki her ülkeden daha hassas. Dünyadaki bütün Şii kökenlileri birer silahadönüştürüp bulundukları ülkeleri istikrarsızlaştırıyor.

Basra Körfezi ülkelerini, Yemen'i, S. Arabistan'ı hedef alıyor. Türkiye'ye karşı PKK dahil terör örgütlerini destekliyor, besliyor. Devrim'den bu yana Müslüman toplumların kendisine verdiği moral desteğini onlara kan olarak geri iade ediyor.

Ama İran, ilk kez bu kadar açık bir şekilde Müslüman toplumları hedef almaya başladıIrak'ta korkunç mezhep katliamları yaptı. Şimdi bunu Suriye'de yapıyor. Mezhep kimliği arkasına gizlediği oahlaksız savaşı o boyutlara vardı ki, sonunda masumları, savaştan kaçanları, kadınları, çocukları katletmeye, toplu infazlar yapmaya başladı.

Mekke'ye de saldıracak..

Tahran'ın Suriye'deki meselesi Suriye değildir. Şam rejimini korumak değildir. Irak'ı ele geçirdi, Suriye'yi de ele geçirip sınırını Akdeniz kıyılarına kadar uzatmaktırYemen'i de ele geçirip sınırı Kızıldeniz kenarına uzatmaktır. En nihayetinde de Mekke'ye ele geçirip savaşı İslam'ın kalbine yerleştirmektir.

Biz mezhepçi bir dil kullanmayacağız. Coğrafyamıza o gözle bakmayacağız. İran halkını o söylemle suçlamayacağız. İran'ın bu anlaksız işgal girişimlerine karşı Tahran rejimine yönelteceğiz oklarımızı. Her şeye rağmen İran'da yaşayan vicdan sahiplerinin ses vermesini bekleyeceğiz. Onların insan duyarlılıklarına hitap edeceğiz.

Savaşı İslam'ın kalbine İran'la yerleştiriyorlar

Ama Tahran rejiminin coğrafyayı ateşe veren bu istilacı politikalarına, bu saldırgan tutumuna karşı en keskin tepkilerimizi ortaya koyacağız. Bütün gücünü Müslüman ülkelere ve toplumlara yönelten böyle bir rejimi mahkum edeceğiz, suçlayacağız, onun Batılı istila dalgasıyla ortak bir şekilde Müslümanları vurmasının önüne geçmeye çalışacağız.

On yıl önce “Savaş İslam'ın kalbine yerleşecek” diyenler bunu İran üzerinden tezgahlayacaklarmış, yeni yeni anlıyoruz. Etrafındaki bütün ülkelerin istikrarsızlık alanlarını tahrik eden İran'ın bütün bu tahriklerine rağmen bizler o “iç savaş” tezlerine yenilmeyeceğiz ama bu, hiçbir şey yapmayacağımız anlamına gelmemektedir. Zaten kendisi yapacağını yapmış, coğrafyada yalnızlaşmış, yabancılaşmış, bir dış düşman haline gelmiştir.

Halep düşmedi, Moğolları hatırla..


Halep düşmedi. Böyle savaşlar bitmez. Böyle savaşların sonu gelmez. Bugün gidenler yarın geri döner. Bugün kazandık zannedenler yarın yenildiğini anlar. Şehirleri, ülkeleri, milletleri imhaya girişenler hiç bir zaman kazanamaz.

Bugün Tahran yönetimine Moğolları hatırlatmak geliyor içimden, Haçlıları hatırlatmak geliyor. Bu coğrafyanın intikamının nasıl bir şey olacağını hatırlatmak geliyor. Yeni bir Pers İmparatorluğu'nun sadece bir hayal olduğunu hatırlatmak geliyor.

Gün gelir evinde vurulursun

Sen bu yola böyle dolu dizgin gidersen, sen coğrafyadaki bütün ülkeleri, ulusları, şehirleri arkasından vurursan gün gelir içeriden vurulursun, evinde çökersin, bir gün gelir ayakta kalma mücadelesi verirsin, demek geliyor.

Mezhep Savaşı, Batı'nın coğrafyayı yok etmek için keşfettiği bir nükleer güçtür. Nükleer savaş kadar yakıcıdır. Aman dikkat! Bu felakete sürüklenmemeye dikkat. Bu tuzağa düşmeyeceğiz. O mezhep dilini kullansın biz onun gizlediği askeri hedeflerine, siyasi hedeflerine, jeopolitik hesaplarına savaş açacağız, onunla mücadele edeceğiz.

Müslüman ülkeler Türkiye'ye güç vermeli

Atlantik'ten pasifik kıyılarına kadar, yeryüzündeki Müslümanlar Türkiye'ye destek vermeli. Bu ilke, ahlak, vicdan hareketine, mücadelesine katkıda bulunmalı. Ayakta kalan, Son Kale'ye omuz vermeli. Bütün ülkelerin, toplumların böyle bir sorumluluğu vardır.

Yeryüzünden dik duran, doğruları haykıran, böyle bir siyasi akla, kadroya, lidere ve toplumsal şuura sahip Türkiye güçlü durmalı. Dışarıdan ve içeriden yok etmeye ayarlı bütün felaket senaryolarına karşı Türkiye'yi yalnız bırakmamalı. Türkiye'nin öncülük ettiği kaynaştırıcı, birleştirici siyasi söyleme, güç verdiği dirence, tarihsel sorumluluğa herkes katkıda bulunmalı.

Türkiye'den başka umut kalmamıştır

Coğrafyanın başka umudu kalmamıştır. Bu rüzgar tersine dönecekse, Türkiye bu işin merkezinde olacaktır. Türkiye yalnız kalırsa, daha çok ülke parçalara ayrılacaktır. İran'ın Pers rüyaları, mezhep fanatizmiyeni büyük tehdit olarak öne çıkmıştır. Bu yeni tehdide karşı, bölgeyisakinleştirecek ülke Türkiye'dirKuzey Afrika'dan Pakistan'a, Endonezya ve Malezya'ya kadar her ülke, bu tarihi sorumlulukla yüzleşmek zorunda kalacaktır.

Bu umut, Türkiye umudu, yüzyılımızı, coğrafyamızı kurtaracak, ayağa kaldıracak, çatışma alanlarını refah alanlarına çevirecek, kurtuluş yolunu gösterecek tek umuttur. Yoksa tarihin akışını da, coğrafyanın tamamını da kaybedeceğiz…

Ama biz biliyoruz ki Türkiye, kimse olmasa da, yapayalnız kalsa dadirenecek, mücadeleye devam edecektir. Çünkü Tarih boyunca hep böyle yapmıştır.

Mogol istilasi nasil olmustur?
Özet: 

XIII. Yüzyılda Moğol istilasıyla başlayan hareketlenme uçlardaki Türkmen nüfusunun hızla artmasını sağlamıştır. Zulümden kaçan Türkmenleri kendi himayelerine alan Beyler nüfuzlarını gün geçtikçe artırmışlardır. Anadolu’nun uçlarında yerleşen Türkmenler, milli kimlik ve kültürlerini buraya taşıyarak, hayat tarzlarını devam ettirmişlerdir. Meydana getirilen beylikler buralarda müesseseler inşa ederek uçların Türkmen tarzında yeniden şekillenmesini sağlamış, Batı Anadolu coğrafyasını kendileri için vatan haline dönüştürmüşlerdir.


GİRİŞ

Anadolu’daki Türk iskânı uzun tarihi bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Başlangıçta Bizans’ın kontrolünde gerçekleştirilen bu iskânlar, Abbasilerle birlikte Türk komutanların uçlarda görevlendirilmeleri şeklinde devam etmiştir. Tuğrul ve Çağrı Beylerin akınlarıyla iyice keşfedilen Anadolu Türkmenlerin sığınağı haline gelmiştir. Türkmenlerin yoğun bir şekilde yönlendirildiği Anadolu topraklarında Malazgirt Zaferi sonrasında Türkmen devletleri kurulmaya başlamıştır. Doğu ve Orta Anadolu’da kurulan bu devletlerin Türkmen kitlelerini himayesi,bölgedeki Türkmen yoğunluğunu daha da artırmıştır. Doğu ve Orta Anadolu’da bu şekilde gerçekleşen Türkmenyerleşmeleri, Türkiye Selçuklularının kurulması ve Türkmen Beylerinin uçlara gerçekleştirdikleri akınlarla kısmen de olsa batıya doğru yönelmeye başlamıştır.

XIII. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’nun Doğu ve Güneyinde ciddi bir kargaşa hâkimdir. Moğol istilası önündenkaçan topluluklar burada yerleşmişlerdir. Türkiye Selçuklu idaresi ise bu toplulukların iskânında yetersiz kalmaktadır.Türkmenlerin söz konusu yüzyılda Doğu ve Güneyden ilk hareketlenmelerinde Türkiye Selçuklu idaresinin kötü yönetimi ve neticesinde ortaya çıkan Babai isyanları tesirli olmuştur. Babai şeyhlerinin artan şöhretleri, müritlerinin sayılarının hızla artması, Selçuklu idarecilerini endişelendirmektedir. Selçuklu idarecilerinin bu endişeleri Türkmen kitleler üzerinde baskıyı artırırken onları canlarından bezdirir hale getirmiştir.Babai isyanlarının sonucunda meydana gelen Moğol istilaları da, Türkmenlerin uçlara doğru yönelişinde en önemli etkenlerdendir. Ahi ve Türkmenlerin öldürülmeleri, mallarının müsadere edilmesi, ağır vergiler yüklenmesi,tekkelerine el konulması onları zor duruma sokmuş çareyi uçlara doğru kaçmakta bulmuşlardır.

MOĞOL İSTİLASI SONRASI BATI ANADOLUDA DEMOGRAFİK VE ONOMASTİK DEĞİŞİM

Uçlarda Yerleşmeyi Gerektiren Sebepler 

XIII. yüzyılın ilk yarısında Moğol istilası önünden kaçan topluluklar Uçlarda yerleşmişlerdir. Hızla gelişen bu durum karşısında Türkiye Selçuklu idaresi iskânda yetersiz kalmıştır. Bu süreçteki ilk hareketlenmelerde Türkiye idarenin kötü yönetimi ve yönetimin tetiklediği Babai isyanları tesirli olmuştur. Bölgede Babai nüfuzunun hızla artması,Selçuklu idarecilerini tedirgin ederken bu tedirginliğin yansıması Türkmenler üzerinde baskıların daha da artması şeklinde olmuştur.

İsyanlar sonrasında meydana gelen kargaşa ortamı Moğol istilalarına davetiye çıkarmıştır. İstila kendisini Ahi ve Türkmenlerin öldürülmeleri, mallarının müsadere edilmesi, ağır vergiler yüklenmesi, tekkelerine el konulması şeklinde göstermiştir.

Devletin nüfuzunu ortaya koyamaması, Moğol kumandanlarının ve onlar adına hareket eden Selçuklu idarecilerinin zulümlerini artırarak devam ettirmelerini sağlamıştır. Anadolu’da Moğol nüfuzunun azaldığı dönemlerde malları yağmalanan, öldürülen Türkmenler isyan hareketlerini başlatmışlardır. Aksaray ve Ereğli çevresinde Moğol nüfuzuna ve Moğol yanlısı Selçuklu idaresine karşı en önemli güç Karaman Türkmenleridir. Bu süreçte bölgede Türkmen direnişi her fırsatta meydana getirilmiştir. Moğol komutanlarından Kongurtay, bölgedeki direnişi kırmak üzere Aksaray’a gelmiş, burada çok şiddetli bir kuşatma meydana getirmiştir. Aksarayi, bu kuşatmayı kıyamet günü kalabalığına benzetmekte ve bu esnada öldürülen ve esir edilen Türkmenlerin sayısını altı bin olarak vermektedir. Geyhatu dönemindeki isyanlarda da aynı şiddet ve baskı uygulanmış, bölgedeki Türkmen nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Moğol askerlerinin Ereğli ve çevresini yakıp yıkmasından sonra Türkmenler sarp ve himaye görecekleri yerlere doğru kaçarak kurtulmaya çalışmışlardır. Geyhatu İçel, Beyşehir, Denizli, Muğla bölgelerindeki Türkmen yoğunluğundan endişe duyarak geniş bir bölgede Türkmen kıyımını başlatmıştır. Aksarayî, Türkmenlerden bazılarının evlerini terk ederek mağaralarda gizlendiklerini, bazılarının ise vahşi hayvanların ve yırtıcı kuşların yiyeceği olduğuna dikkat çekmekte, Türkmenlere uygulanan vahşiyane tutumun bir zerresini rüyada görmeye bile tahammülünün olmadığını zikretmektedir.

Moğol istilası öncesinde uçlarda Meliklik tarzında idarelerini sürdüren Türkmen Beyleri istila ile birlikte zulümden kaçan Türkmenlerin hamisi durumuna gelmiştir.

Batı Anadolu’da Demoğrafik ve Onomastik Değişimin Başlaması 

XIII. yüzyıl Batı Anadolusu’nun demoğrafik ve onomastik yapısı hakkında net bilgileri ortaya koyabilmek oldukça güçtür. Bu dönemin nüfusu hakkında, bu süreçte meydana getirilen müesseselerden ve sonraki dönemlere ait bir takım verilerden yola çıkarak bazı değerlendirmeler yapabilmek mümkün olacaktır. Nitekim bir coğrafyanın vatan olabilmesi, üzerinde yaşayanların o toprakta bıraktıkları izlere bağlıdır. Cami, han, hamam, çeşme , zaviye, saray, köprü vs. gibi maddi eserlerin yanında yer isimleride bu hususta çok önemlidir. Maddi unsurlar zamanla yok olur veya edilirken köylerin, ırmakların, denizlerin,dağların isimleri hafızalardan kolay kolay silinemez.

Bizans kronik yazarı Akropolites, Batı Anadolunun Türkleşmesinin daha çok Moğol istilası sonrasındaki dönemde gerçekleşen göçlerle sağlandığını belirtmektedir. XIII yüzyılın ikinci yarısından itibaren Doğu ve Orta Anadolu bölgesini zapteden Moğollar bölgede büyük tahribat yapmışlardır. 1530 tarihli Doğu ve Orta Anadolu ile Batı Anadolu illerinin muhasebe-i vilayet-i Anadolu defterlerini karşılaştırdığımızda henüz Orta ve Doğu illerinin, bu dönem zarfında bölgede nüfusa etki edecek diğer olaylarıda dikkate aldığımızda bile, Moğol badiresini üzerlerinden atamadıkları görülmektedir. Sözkonusu tarihte Kayseride 8917 hane müslim nüfus yaşarken 2003 hane gayri müslim gebran nüfus(387 Numaralı Muhâsebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri, I, ( 937/1530), 1996). Bayburt’ta 7387 hane müslim nüfustan, 5169 hane gayrı müslim ( Gebran) (387 Numaralı Muhâsebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri, I, ( 937/1530), 1996). Sivas’ta ise 5902 hane müslim nüfustan 978 gayrı müslim ( Gebran) yaşamaktadır(387 Numaralı Muhâsebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri, I, ( 937/1530), 1996). Aynı dönemde Hüdavendigar livasında ise 31645 hane müslim 117 hane ise gayri müslim (Yahudi) yaşamaktadır(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530), Ankara, 1995). Yine aynı süreçte Koca-ilinde(438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994).ve Sultanönünde ise gayri müslim nüfus görünmemektedir(438Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994). Bu dönemde Hamid’te, 21923 müslim hane,375 gayri müslim (Gebran) hane bulunmaktadır. Hamid İli içerisinde gayri müslim nüfusun dağılımı ise daha çok Burdur ve Uluborlu’da yoğunlaşmaktadır(438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994).Kütahya merkezde ise 40182 hane müslim nüfusa karşılık 377 hane gayri müslim ( Gebran) nüfusun yaşadığı görülmektedir(438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994).Doğu bölgelerinin daha önce İslamlaşmasına rağmen bahsimize konu olan göçlerin ve diğer sebeplerin tesirleriyle(Doğu ve Orta Anadolu’da Safevi tarikatın mensup dervişlerin propaganda faaliyetleri Türkmen tarikatları etkilemiştir. Safevi devletinin kuruluşunda Anadolu’dan göçen Türkmenlerin tesirleri büyük olmuştur. Nitekim Gelibolulu Mustafa Alî Efendi bu süreçte onbinlerce Türkmenin bölgeden ayrıldığını ifade etmektedir. Bkz. Sümer,F.(1992)Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara.)Batı Anadolunun daha fazla Müslüman nüfus barındırmaya başladığı görülmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında ise XIII. yüzyılda Moğol istilası sonrasında gerçekleşen Türkmen göçlerinin tesiri büyüktür.

XIII. asrın ortalarından itibaren Moğol istilasının Ahi ve Türkmenler üzerine meydana getirdiği baskı ve zulüm,onların yerlerini ve yurtlarını terk ederek uç’lara doğru çekilmelerini sağlamıştır. Bu süreçte Orta Anadolu bölgesi tam manasıyla haraBey’e dönüşmüştür(Sümer, 1970) Güneyde ise istiladan kaçan kırkbin evden daha fazla Türkmen, Memluk Sultanı Baybarsa sığınmıştır. Baybars ise bu Türkmenler’i Gazzeden Antakyaya kadar olan mıntıkalarda yerleştirmiştir(Sümer, 1970) İşyerlerine, tarlasındaki hasadına, tekkelerine el konulan, hatta vergileri karşılığında çocukları bile rehin alınan, Moğol baskılarıyla iyice çaresizleşen Ahi ve Türkmenler, uç’lara doğru hızla ilerlemişlerdir(Lindner, 2000). himaye gördükleri Bey’ler etrafında toplanarak kendilerini muhafazaya çalışmışlardır. Anadolunun fethedilmemiş uç’larına doğru yönelerek öncelikle ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Bizans, Moğolların başa çıkılmaz baskılarından kaçıp uç’lara yerleşen Türkmenler’i başlangıçta görmezden gelirken, daha sonra hızla yerleşen Türkmen nüfusun yoğunluğu karşısında engelde olamamıştır. Balıkesir ve Çanakkale çevresine Danişmend ailesinden uç Beyler’i yerleşerek Türkmenler’i himaye etmeye başlamışlardır. Gazilik anlayışına sahip bu Bey’ ler, Orta Anadolu’da Moğol baskısı altında ezilmiş çaresiz Türkmenler’in ihtiyaçlarına cevap vererek onları yer ve yurt sahibi yapmışlardır. Bu ise Danişmend İlindeki Türkmenler’in hızlı bir şekilde buralara doluşmalarını sağlamıştır. Öncelikli olarak ihtiyaçlarının giderilmesinden başka bir şey düşünmeyen Türkmenler gerekli zemin hazırlandığında ise futuhata dahil olmuşlardır(Uzunçarşılı, 1988). Karesi bölgesinde bu süreçteki Türkmen sayısı ile ilgili kesin rakamları verebilmek mümkün olmamakla birlikte bazı ipuçları bölgedeki yoğunluğu göstermesi açısından önemlidir. Nitekim İbni Batuta, bölgeyi ziyaretinde kendisinin bir Ahi zaviyesinde misafir edildiğinden ve Türkmenler’in şehirde bir camii inşasını bitirmeye yaklaştıklarından bahsetmektedir(İbn Batuta, 1995).

Bunun yanında 166 numaralı 1530 Muhasebe-i Vilayeti Anadolu Defterinde Oğuz boylarından Kayı, Kınık, Çepni,Avşar, Bayad, Bayındır ismini taşıyan köylere rastladığımız gibi şehirde Ahilik kültürünü hatırlatan Debbağlar mahallesi ve dört tane Ahi Zaviyesi bulunmaktadır(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530),1995). Ahi ve Türkmenler Karasi topraklarına yerleştikten hemen sonra zaviyelerini meydana getirmişler ve bu çabalarını artarak devam ettirmişlerdir. İbn-i Batutada bir Ahi zaviyesinde misafir edilirken ilerleyen yıllarda bunun sayısı giderek artmışır. Nitekim toplulukların bir yerleşim yerinde müesseseler meydana getirebilmeleri, onların bölgedeki yoğunlukları ile ilgilidir. Her ne kadar XIII. yüzyılda Balıkesir ve çevresindeki Türkmenler’in sayıları hakkında kesin bilgileri ortaya koyamasakta onların müesseseler meydana getirebilecek kudrette oldukları aşikardır. İstila ile harabe durumuna gelen Orta Anadolu, Söğüt ve çevresindede Türkmen yoğunlaşmasını sağlamıştır. I.Alaaddin Keykubadın iskan siyaseti gereği Orta Anadolu’ya getirilen Kayılar bir müddet burada yerleşmişlerdir(Uzunçarşılı, 1988). Bu süreçte Moğol istilası ve Selçuklu idaresinden duyulan rahatsızlıklar Türkmenler’i isyana sevketmiştir. Bu isyanların sert bir şekilde bastırılmaya çalışılması ise Orta Anadolu’daki Türkmenler’in uç’lara doğru büyük bir nüfusla yönelmelerini sağlamıştır.

Kayı aşiretinin Söğüt bölgesine yerleşmesi konusunda kaynaklarda birbirinden farklı rivayetler zikredilmektedir. Şükrullah, Ertuğrul Bey’in Bizans sınırlarındaki ilerleyişini bu yerleşmede ele alırken(Şükrullah, 1949).

Aşıkpaşazade, Ertuğrul Bey zamanında cenk ve cidalin olmadığı ve Söğütün aşirete yurt, Domaniç ve çevresinin ise yaylak olarak verildiğini haber vermektedir(Aşıkpaşazâde, 1949).

Kayı Beyler’inin uç’larda dirayetli bir yönetim sergilemeleri çevredeki Türkmenler’in bölgede yoğunlaşmasını sağlamıştır. Moğol baskısından kaçan Türkmenler buraları sığınılacak limanlar olarak görmüşlerdir. Türkmenler’in Osmanlı topraklarında birleşmelerinde etkili unsurların başında Moğol istilası gelmektedir. Nitekim Geyhatunun Ereğli ve çevresinde meydana getirdiği katliam kalabalık Türkmen güruhunu bu yöne sevketmiştir. Türkmenler’in arasında yakınlıkların bulunması, bu toplanmayı kolaylaştıran etkenlerdendir. Muhtemeldirki Geyhatunun Ereğliden sürdüğü Türkmenler ile Söğüt çevresinde yerleşen Türkmenler’in birbirleriyle ünsiyetleri olmalıdır.

Uç’lardaki Türkmen nüfusun etkili olduğu yerleşim yerlerinden olan Beyşehir ve Seydişehir çevrelerinde ise İlk Türkmen yerleşmelerinin ne zaman gerçekleştiği henüz tam olarak belirlenememekle birlikte bölgede Oğuzlar’ın değişik boylarına mensup 20.000 Çadır Türkmen’in bulunduğu belirtilmektedir(Togan, 1981). Muhtemelen 100.000 civarında Türkmen’in bölgede yerleştiği anlamna gelmektedir.

1288 yılına ait bir kale kitabesinden anlaşıldığına göre “ Emir-i Kebir-i Muazzam” ünvanıyla Eşref Bey adındaki Türkmen Bey’inin buradaki Türkmen gurupları himaye ettiği anlaşılmaktadır(Kofoğlu, 1995).

Bölgedeki Türkmenler bir takım Türkmen ittifakları içerisinde olarak Moğollara karşı ciddi bir Türkmen birlikteliği meydana getirmişlerdir. Daha sonraki süreçte bölgedeki Türkmenler’in nüfus ve nüfuzu daha fazla artmış olmalıdırki Moğollar tarafından öldürülen maktul hükümdar III.Gıyaseddin’in annesi çocuklarını saltanat naipliğini Eşrefoğlu Süleymana bırakmıştır(Kofoğlu, 1995).

Havası, yeri ve suyunun güzelliği ile dikkat çeken Isparta ve havalisine Türkmen nüfusunun ilk yerleştirilmesiyle ile ilgili olarak Müneccimbaşı, III. Kılıçarslan dönemine işaret etmektedir (Müneccimbaşı, 1995).Bölgeye Türkmenler’in yerleştirilmeleri ise I. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde gerçekleştirilmiştir. Hamid Bey idaresindeki değişik Oğuz boylarına mensup Türkmen guruplar Antalya ve havalisine yerleştirilmişlerdir. XVI. yüzyıla ait tahrir defterlerinde Oğuz boylarının isimlerini taşıyan köyler tesbit edilmiştir (Sümer ,1992). Salur, Dodurga, Eymir, Yüreğir, Afşar,Bayındır, Çavundur, Dodurga, Salur, Kayı köylerinden başka 17 Ahi zaviyesi, 1 Ahi mescidi, 2 Ahi hamamı, 1 Ahi çiftliği, 1 Ahi tekkesi, 4 Debbağ mahallesi, bulunmaktadır(438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri I (937/1530), 1994). Bölgedeki Türkmenler’in tesiri özellikle Anadolunun tamamen Moğol nüfuzu altına girmesiyle dahada artmıştır. Nitekim Selçuknamede Aydın, Saruhan, Menteşe, ve Osmanlı Beyler’inin Hamid Bey’ine bağlı bulundukları belirtilmektedir.

Denizli ve çevresinde Ahi ve Türkmenler’in yoğunlaşmasının en etkili nedenlerinden birisi Moğolların Kayseride mevcut bulunan askeri ve ekonomik gücü kırmalarıdır. Buradan kaçan Ahi ve Türkmenler özellikle Denizli civarına yerleşmişlerdir. Çünkü burada Türkmenler’i muhafaza edebilecek nufuz bulunmuştur. Nitekim Ahi Evren tutukluluğu sonrasında ilk olarak Denizliye çağrılmıştır(Bayram,1991).

Ebu Said Denizli, Antalya ve Isparta çevresinde 200.000 çadır Türkmen’in yaşadığını haber vermektedir. Bu ise bölgede tahmini olarak 1000.000 Türkmen’in yaşadığı anlamına gelecektir(Sümer,1992).

Muğla ve çevresindeki Türkmen yoğunluğu ve bölgeye geliş süreçleri ile ilgili farklı bilgiler bulunmaktadır. Bu konuda Aşıkpaşa, Menteşin Hacı Bektaşın kardeşi olduğunu ifade ederek Horasandan itibaren başlayan ve Orta Anadolu merkezli bir süreci ifade etmeye çalışmaktadır. C. Chen’de bölgedeki yoğunlukta Orta Anadolu’ya vurgu yapmaktadır. Denizli ve çevresindeki Türkmenler üzerine gerçekleştirilen siyasi ve askeri baskılar buralarda kümelenen Türkmenler’i daha uç’lara doğru yönlendirmiştir. Nitekim Moğol istilası ile virane haline gelen Orta Anadolu’dan kaçan Ahi ve Türkmenler’in Uç’lardaki bir başka iskan yeri ise Muğla ve çevresi olmuştur. Menteşe
Livasının 1530 kayıtlarında 26 tane Ahi Zaviyesinin, 3 tane Ahi Mescidinin varolduğu görülmektedir. Bunun yanında bölgede Oğuz boylarından Afşar,Bayındır, Döğer, Kayı, Kınık adlarını taşıyan köylerin bulunması Türkmen varlığını göstermesi açısından önemlidir(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530), 1995).

Uç’larda Türkmen nüfusunun oluşumunda etkili unsurlardan biriside Alaaddin Keykubadın iktidarında gerçekleştirilen iskan faaliyetleridir. Bunlardan birisi yoğun Türkmen nüfusuyla dikkat çeken Kastamonu bölgesidir.

Ebu Said bölgede 100.000 çadır Türkmen hanesinin yaşadığını haber vermektedir. Bu ise Kastamonu çevresinde tahmini 500.000 nüfusun yaşadığı anlamına gelecektir(Sümer,1992).

Kastamonu Livasının 1530 kayıtlarında Oğuz boylarından Afşar, Bayındır, Beydili, Çepni, Kayı, Kınık, Salur, Üreğir isimlerini taşıyan yerleşim birimlerine rastlanılmaktadır(438 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II (937/1530), 1994)

Diğer taraftan iskanların gerçekleştiği diğer bir yer ise Manisa, Aydın , Kütahya çevresidir. Selçuklu Sultanı Celaleddin Harezmşahla gerçekleştirdiği mücadele sonrasında Harezm emirleriyle birlikte bazı Türkmen Beyler’ini Anadolunun değişik yerlerinde iskan etmiştir. Nitekim Manisa ve Kütahya bölgelerinde Harezm isimlerini andıran ifadeler bulunmaktadır(Uzunçarşılı, 1988).

Muhtemelen onlarla birlikte bazı Türkmen Beyler’ide bu bölgelere yerleştirilmişlerdir. Nitekim Manisa’nın 1530 kayıtlarında Bayındır, Bayat ve Kınık köylerinin yanında Ahi köyü, Ahi mahallesi, Bektaş köyü, Bektaş mahallesi, Debbağ mahallesi gibi kayıtlara rastlanmaktadır(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530),1995).

Aynı tarihte Aydın’da Avşar, Bayındır ve Kayı köylerinin yanında, 17 Ahi zaviyesi, Ahi çeşmesi, Debbağ mahallelerine rastlanmaktadır(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530), 1995).

Kütahyada ise, 15 Ahi zaviyesi, 18 Ahi çiftliği, 4 Ahi mahallesi, 3 Ahi mezrası bulunmaktadır. Bunun yanında Oğuz boylarından Alayunt, Avşar, Beğdili, Çepni, Döğer, Kınık, Kayı, Salur, Dodurga köylerine rastlanmaktadır(438numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994).

Diğer taraftan Ebu Said, Kütahya ve Eskişehir bölgesinde 30.000 çadır Türkmen’in bulunduğundan bahsetmektedir. Bu ise bölgede tahmini 150.000 Türkmen’in yaşadığı anlamına gelecektir. 1451 tarihli Aydın tahririnde şehrin yedi mahalleden oluştuğu görülmektedir. 1529 kayıtlarında ise meydana getirilen dört zaviyeden üçünün Ahi Zaviyesi olması dikkat çekmektedir(Emecen, 1991).

Bu tür teşkilatların bir anda meydana getirilemeyeceği düşünülürse bu süreçte Ahi ve Türkmenler’in bölgedeki nüfusunu göstermesi açısından fikirler verebilecektir.

MOĞOL İSTİLASI SONRASI BATI ANADOLUDA MİMARİ DEĞİŞİM

Orta ve Doğu Anadolu’da Değişimin İlk Örnekleri 

Türkler’in Anadolu’ya yerleşme aşamaları, Menâkıb-ı Hacı Bektaş Veli’de üç ana merhalede gösterilmiştir. İslami dönemde gerçekleşen bu yerleşmeler aynı zamanda sahip olunan bir takım mimari özelliklerin nakli anlamına gelecektir. Dolayısıyla bu aşamalarla Türkmenler’in bu süreçten önceki dönemlerde kazanmış oldukları birikim belki küçük değişimlerle Anadolu’ya aktarılacaktır. Bu açıdan Anadolunun mimari olarak değişimine katkı sağlayacak köprülerden birisi Türkmenler’in Abbasiler döneminde Sugur vilayetlerine yerleştirilmeleridir. Bu aşamada kısmi de olsa bir takım değişiklerin sağlanacağı aşikardır. Türkmenler’in kitleler halinde Anadolu’ya yerleşmesi ve kendilerine ait çok özel mimari eserlerini ortaya koymaları daha çok askeri yerleşme sonrasında olacaktır. Büyük Selçuklular’ın Anadolu’yu fetihleri ile başlayan bu aşama, özellikle Tuğrul Bey ve Alpaslan dönemlerinde yoğunlaşacaktır. Bu süreçte Türkmenler Anadolu’ya kitleler halinde girmeye başlayacaklardır. Anadolu’ya gelen Türkmenler, çeşitli yerlerde Beylikler meydana getireceklerdir. Türkmen Beyler’i Anadolu’da eski kazanımlarıyla birlikte yeni bir tarz oluşturarak kendilerine ait ilk mimari eserlerini meydana getirmişlerdir. Bu dönemde sanatın her alanında, özellikle cami mimarilerinde Türk dünyasından getirilen en güzel örnekler Anadolu’da nakşedilmiştir. Mimarideki bu değişim, Yesevi dervişlerin Anadolu’ya gelmesiyle artarak devam ederken, Türkmenler’in Moğol istilası sonucu uç’lara doğru kaçmalarıyla en ücra yerlere kadar ulaşmış ve onların birikimleri buralarda nakşedilmiştir.

Türk mimarisinde bu sürece gelinceye kadar kazanılan deneyim, Anadolu’da kurulan Beylikler eliyle bu coğrafyaya aktarılmıştır. Bu süreçte Anadolu’da kurulan camilerin ilki kabul edilen ve Artuklu yapısı olarak zikredilen“Diyarbakır Ulu Camii” bunun en güzel örneğidir. Genel olarak bütün Artuklu camiilerinde Büyük Selçuklu mimarisine dayanan karekteristik plan ve mimari özelliklerinin, daha sonra devam eden hususi uslupları hakim olmuştur(Aslanapa, 1973).

Artuklulardan başka Orta Anadolu’da kurulan Danişmendliler’in inşa ettikleri camiler her ne kadar orijinal hallerinde bulunmasalarda küçük farklılıklarının yanında Selçuklu uslubunu korumuştur. Selçuklu kervansarayındaki gibi tonozların kesiştiği boşlukları camilerde, ortadaki küçük kubbeler kapatmaktadır. Danişmend bölgesindeki eserlerden olan “Kölük Camii”nin mozaik çini mihrabı, Konya Alaeddin Camiindekinden önce yapılmasına rağmen daha zengindir. Sivas Ulu camiindeki “birbirini kesen sekizgenlerden oluşan geometrik örgü motifleri” genel benzeyişin yanında özel detaylar olarak, Karahanlılardan itibaren gördüğümüz Türk motifleri, göçün mimari’ye yansımasının en önemli örnekleri olarak dikkatimizi çekmektedir.

Erzurum ve çevresindeki Saltuklu, Erzincan ve Divriği çevresindeki Mengücük eserlerinde, Türk sanatının değişik dönemlerinden bir çok örneği genelde ve özelde görebilmekteyiz. Mengüceklerin yaptırmış olduğu en eski camiilerden olan “Divriği Kale Camii’nin” kitabesinde usta adı olarak “Meragalı Hasan bin Firuz”’un ismi geçmektedir. Bu kayıt eserin mimarının Azerbaycan’dan geldiğini göstermesi açısından önemlidir(Aslanapa,1973).

Konyada XII. y.yıl ortalarında yapıldığı düşünülen ve en eski Selçuklu Selçuklu Camii olarak kabul edilen Alaadddin Camii’nin kitabesinde Usta adı olarak “Mengiberti el- Hacc el- Ahlatî” ismi zikredilmektedir. Ahlatlı Mengiberti usta Büyük Selçuklu ve Artuklu camiilerinde görülen klasik Türk Camii tarzını Konyada Türkiye Selçuklular’ına aktarmaya çalışmıştır(Aslanapa, 1993).

XIII. y.yıl başlarına rastlayan Akşehir Ulu Camiindede Develi Ulu camiine yakın bir plan uygulanarak uç’lara doğru mimari bağlantılar oluşturulmaya çalışılmıştır.

Batı Anadolu’da Mimari Değişimin Başlaması 

1243 Kösedağ Muharebesi sonrasında önemli Türkmen şehirlerinin Moğollar tarafından yağma edilmesi uç’lara doğru hareketlenmeyi meydana getirirken buralarda kendilerine ait yeni bir mimari doku meydana getirmeye başlamışlardır. Moğol istilasıyla uç’lara doğru yerleşen Türkmenler Kütahya ve çevresinde Germiyan, Eğridir ve çevresinde Hamid, Beyşehir ve çevresinde Eşref, Muğla ve çevresinde Menteşe, Birgi ve Selçuk çevresinde Aydın, Manisa ve çevresinde Saruhan, Balıkesir ve çevresinde Karasi, Söğüt ve Bursa çevresinde Osmanoğulları beyliklerini meydana getirerek mimari birikimlerini kendi adlarına meydana getirdikleri beyliklerinde devam ettirmişlerdir.

Moğol istilasının ağır baskısından kaçarak Uç’lara sığınan guruplardan olan Menteşe Türkmenler’ide bu mimari mirası kendi coğrafyalarına taşımışlardır. Menteşe Türkmenler’inden olan Ahmet Gazi’nin Milas’ta yaptırdığı Ulu Camii bu mirası taşıması bakımından önemlidir. Plan olarak Selçuklu Camii geleneğini devam ettiren bu eser mimarinin nakliyle alakalı en güzel örneklerdendir. Bölgedeki Selçuklu tarzı mimari hava uzun yıllar devam etmiş,1404 ‘lü yıllarda bile meydana getirilen camilerde, bu hava hissedilmiştir. İlyas Bey tarafından Balatta inşa edilmiş olan Cuma camiinde bu durum açıkça hissedilmektedir.

İbn-i Batuta Karasi Türkmenler’inin yaşadığı Balıkesir ve çevresini ziyaretinde şehirde büyük bir camiin olmadığından bahsederken, o dönemde inşasının bitmeye yaklaştığı şehrin dışındaki bir camii’de haber vermektedir. Meşhur seyyah bu ziyareti esnasında Ahi Sinan adında bir zaviyede misafir edilmiştir(İbn Batuta, 1995).

Diğer taraftan kare mekan üzerine Türk üçgenleri ile dikkati çeken ve Kütahya Ahilerinden Şeyh Mehmed tarafından yapılan Kurşunlu Camii’de bağlantıyı kurması açısından önemlidir. Manisada İshak Bey tarafından inşa edilen medrese ve türbe ile birlikte külliye tarzında meydana getirilen Ulu Camii, plan itibariyle Artukluların Silvan’da ve Kızıltepede 1204’te meydana getirdikleri Ulu Camiileriyle benzerlik teşkil etmektedir. Diğer taraftan Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından Birgi’de inşa edilen Ulu Camii, Firuze ve koyu morrenkli, geometrik yıldız ve geçmelerden örneklerin hakim olduğu mozaik çinili mihrabıyla ve ceviz ağacından panolarla çivisiz geçmeli minberiyle, Selçuklu tarzını buraya taşımıştır(Öney, 1998).

Anadolu’da XIII. yüz yıldan itibaren görülmeye başlayan “Ağaç Direkli ve Ahşap Tavanlı Camii” yapma geleneği muhtemelen yine göçlerle izah edilebilecektir. Bu tarz eserlere Gazneli Mahmudun “ Arasü’l-Felek Camii” ile Karahanlıların Semerkant, Buhara gibi Türkistan şehirlerinde rastlanmaktadır. Ağaç direkli ve ahşap tavanlı olarak inşa edilen bu tarz Anadolu’da devam ettirilmeye çalışılmıştır. Afyon Ulu Camii, Sivrihisar Ulu Camii, Ankara Aslanhane Camii, Beyşehir Eşrefoğlu Camii, Ayaş Ulu Camii bunun en güzel örneklerindendir.

I. Alaaddin Keykubad tarafından Kastamonu bölgesinde iskan edilen Hüsameddin Çoban ve oğulları, XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Muğla ve havalisinde Denizli dağları arasında kümeleşen Menteşeoğulları Türkmenler’i bölgelerinde himaye etmişlerdir. Bölgeye yerleşen Türkmenler zamanla kendilerine ait eserleri buralarda meydana getireceklerdir. Türkistan şehirlerinde sıklıkla görülen ağaç direkli ve ahşap çatılı camii örneklerinin Orta Anadolu ve ve İç Batı Egenin dışında Uç’lardada görülmeye başlaması Türkmen göçlerinin mimariye tesirini göstermesi açısından önemlidir. Bu konuda Kastamonu yakınlarında, Kasaba köyünde Emir Mahmud Bey’in inşa ettirdiği direkler üzerine ahşap örtülü Camii ve güneyde Menteşe Türkmenler’inin yerleştiği Milas’ta meydana getirilen Hacı İlyas Camii düz ahşap çatılı ve bütün cepheyi kaplayan kiremit örtüleriyle en güzel örnekleri teşkil etmektedir.

İrandan Türkistana kadar olan geniş bir coğrafyada kullanılmakta olan, içerisinde Cuma ve Bayram namazı kılınmayan küçük mahalle camileri yapma geleneğide, bu mimari aktarımın sonucu olsa gerektir. Nitekim Anadolu’da bu yüzyılda aynı maksatla bir çok örneklerinin yapıldığı görülmektedir. Diğer taraftan Anadolu’daki Kümbet ve Türbelerde mimari bakımdan Büyük Selçuklu kümbetlerinin süslemeleri aynen tekrarlanmıştır. İlk zamanlarda tuğladan veya taştan, sonradan yalnız taştan yapılmaya başlanmıştır. Özelikle tuğla kümbetlerde Azerbaycan Marega bölgesinin tesiri büyüktür. Türkistan coğrafyasının orijinal ürünlerinden olan Kümbetler’in Doğu Anadolu’dan başka Batıda da görülmeye başlaması, eski Türk sanatının bütün özellikleriyle uç’lara nakşedilmesi açısından önemlidir.

Hamidoğlu Mübarizü’d-din Mehmed Bey tarafından inşa edilen, kesme taş ve sekizgen gövde üzerine meydana getirilen kümbet bunun en önemli örneklerindendir.Çeşitli öğretim müesseselerini içine alan medreseler, ilk olarak XII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da, Danişment ve Artuklu coğrafyasında görülmeye başlamıştır. Kubbeli ve eyvanlı olarak geliştirilen medreselerde Türk sanatının tarihi dinamizmi gözlenmektedir. Anadolu’da Türk mimarisinin ürünü olarak gelişen kubbeli medreseler Danişmendlilerden Selçuklular’a geçerek hızla yayılmış ve sonraki mimari çalışmalara temel teşkil etmiştir. Doğu, Güney ve Orta Anadolu’da Türk sanatının en ince ayrıntılarına kadar yansıtıldığı Medreseler Moğol istilası sonrasında uç’larda da kendisini göstermeye başmıştır. Hamid Türkmenler’inin yerleştiği Eğridir’de 1302 yılında Dündar Bey, Korkutelinde ise Emir Sinanü’d-din Medreseleri bu açıdan önemlidir. Diğer taraftan Germiyan Emirlerinden Umur b. Savcının rasathane olarak yaptırdığı Vacidiye Medresesi Türk üçgenlerine oturan büyük kubbesiyle dikkat çekmektedir(Varlık, 1974).

Her üç medresede Selçuklu uslubunun en güzel örneklerini ortaya koymaları açılarından çok önemlidir. Karahanlı, Gazneli ve Büyük Selçuklular’ın Rıbat olarak isimlendirdikleri Kervansaraylar, Anadolu’daki yüksekkültürü canlı bir şekilde aksettiren eserlerdendir. Denizliden, Erzurum, Kars ve Iğdıra, Kütahyadan, Malatya, Bitlis,Ahlat’a, Antalyadan, Sinop ve Samsuna, uzanan bu yollar üzerinde Kervansaraylar meydana getirilmiştir. Bu eserler Türk mimarisinin Uçlara aktarılması yanında, XIII. Yüzyıldaki nüfus hareketliliklerinin yönleri hakkındada bilgiler verebilecektir. Gerek planları ve gerekse süsleme motifleri itibariyle Türk sanatının en ücra yerlere dahi nakşedilmesi açısından önemlidir.

Moğol istilasıyla uç’lara yerleşmek zorunda kalan Türkmenler kendilerine ait mimari dokuyu buralarda ilk zamanlardan itibaren yansıtmaya başlamışlardır. Bu doku Türkmenler’in meydana getirdikleri Beyliklerle, zamana ve şartlara göre ana çizgilerden kopmadan, fakat bir takım değişikliklerle gelişerek genişlemeye devam etmiştir. Bu süreç Osmanlı Devleti ile birlikte dahada hızlanmış yeni tarzlar oluşturmuştur. Türk İslam kültürünün şiarı olan mimari eserlerin sayısı gün geçtikçe artmıştır. Bu konuda Osmanlı Devleti’nin ilk verileri incelenerek nasıl bir değişimin yaşandığını görmek gerekeceğinden Uç’lara ait 1530 tarihli Muhasebe-i Vilayeti Anadolu Defterlerini
inceledik. Türkmenler’in uç’lara ilk yerleşmesi ile sözkonusu tarihe ait 438-1(438 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), 1994).-II(438 numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530),1994).ve 166(166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530), 1995). numaralı defter kayıtları karşılaştırıldığında Türkmenler’in uç’larda kendilerini kabul ettirdikleri ve kendilerini yansıtacak eserleri büyük bir  hızla meydana getirdikleri görülecektir.
1530 tarihine kadar Hüdavendigar, Biga, Karesi, Saruhan, Aydın, Menteşe, Teke, Kütahya, Karahisar-ı Sahip, Sultanönü, Hamid, Bolu, Kastamonu, Kocaeli vilayetlerinin söz konusu kayıtlarından anlaşıldığına göre, mimari bakımdan uç’larda Türk İslam uslubunun oluştuğu kanaatine varabilmekteyiz. Buna göre bahsedilen livalarda toplam olarak 260 camii, 625 mescit, 86 medrese, 406 zaviye, 39 kervansaray, 186 hamam, 38 imaret, 31 muallimhane, vs.şeklinde Türk İslam sanatını yansıtan eserler meydana getirilmiştir.

MOĞOL İSTİLASI SONRASI BATI ANADOLUDA KÜLTÜREL DEĞİŞİM

Moğol İstilası Öncesinde Anadolu’da Kültür Disiplininin Oluşturulması 

XIII. yüzyılda Anadolu’ya doğru gerçekleşen Moğol istilası Batı Anadolu’ya Türkmenler’in göç etmelerini sağlamıştır.Türkmenler yurt edindikleri bu coğrafyada kendilerine ait bir takım farklılıkları nakşetmeye başlamışladır.

Bu süreçte meydana gelen göçlerin en önemli özelliklerinden birisi mihmandarları olan Türkmen şeyhlerin tasavvufi disiplin ve terbiye içerisinde bulunmaları ve etrafındaki insanlara da bunu telkin etmeleridir. Dolayısı ile bu göçlerle Anadolu kültürel olarak fethedilmiştir.

Batı Anadolu’da Kültürel Değişimin Başlaması 

XIII. yüzyılda Anadolu’nun özelliklede Batı Anadolu’nun fethedilmesinde, Türkleşip İslamlaşmasında Hace Ahmed Yesevi ve müntesiplerinin büyük hizmetleri olmuştur. Bu düşünce tarzının Anadolu’nun kültürel yapılanmasında çok büyük katkıları olmuştur. Hace Ahmed Yesevi Sultan Sencer devrinin önemli meşayihinden olan Hace Yusuf-i Hamedaninin önde gelen halifelerindendir. Hace Ahmed Yesevi, Tasavvufi Türk Edebiyatının kurucusu olmasının yanında Türk İslam Tasavvufunun en büyük mutasavvıflarındandır.

XIII. yüzyıl Anadolusunda Türkmen Şeyhlerinin hemen tamamı Hace Ahmed Yesevi ekolünün Anadolu’daki takipçileri olmuşlardır. Aynı meslek ve meşrebin Anadolu’da inkişafını sağlamaya çalışmışlardır(Bayram, 2003).

Bu ekolün müntesipleri Anadolu’da“ Yaratılmışı Yaratandan Ötürü Sevmek” prensibini kabul etmişlerdir. Bu sebeple müntesipler, kendi iç dünyalarına kapanmayıp dışa dönük bir hayat tarzı benimsemişlerdir.

Şeyh Evhadü’d-din Hamid el-Kirmani, Yesevi anlayışın Anadolu’da hızla yayılmasını sağlayan kişilerden birisidir.Şeyhin Türk asıllı olması ve Türkmenler arasında Türkçe konuşması hızlı yayılmayı kolaylaştıran en önemli etkenlerdendir(Bayram, 2002).

Aynı zamanda bu anlayışın Türkmen yaşantısına uygun olması, hayatı göçebe tarzda devam eden insanların tercihlerinde kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. Türkmenlerin tabiatla baş başa geçen hayatları bu meşrep vasıtasıyla şefkat ve tefekkürü onlara daha kolay anlatmış, daha çabuk İslama yaklaştırmıştır. Bu anlayışla birlikte Türkmenler, terbiye edilmiş düşünüş biçimi elde edip, bununla ahlaki yaşayışlarına yön vermişlerdir.

Anadolu’nun değişik yerlerinde özellikle Moğol istilası sebebiyle Uç’larda yayılan Yesevilik’le disipline edilen Evhadi hareket, mutedil İslam’ın buralardaki pencereleri olarak açılmaya devam etmiştir. Moğol istilasıyla birlikte Anadolu’nun uç’larında bulunan halifeleri vasıtasıyla Türkmen düşünüş tarzı terbiye edilmiş ve onların ahlaki yaşayışlarına yön verilerek davranış değişiklikleri ve farklı bir bakış tarzı meydana getirilmiştir.

Yesevi disiplin Anadolu’da Ahi hareketi üzerinde de tesirli olmuştur. Şeyh Evhadü’d-din Hamid el-Kirmani’nin damadı ve önde gelen talebelerinden olan Ahi Evren bu prensipler etrafında bir sistem meydana getirmiştir. Meydana getirilen bu teşkilatın asıl amacı ise toplum için faydalı bireyler yetiştirmektir.

Moğol istilasının Ahi teşkilatı üzerinde meydana getirdiği yıkım Ahilerin özellikle uç’lara doğru yönelmelerine sebep olmuştur. Uç’larda yerleşen Ahiler aldıkları tasavvufi terbiye çerçevesinde teşkilatlar meydana getirerek buralarda faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Uç’larda, kendi düşünce sistemleri çerçevesinde geliştirdikleri davranışlarıyla,sanat ve mesleklerindeki farklı özellikleriyle yeni bir tarz meydana getirmişlerdir. Uç’larda Ahi davranışları çerçevesinde kurumlar meydana getirilmiştir.

Türkmen göçleri ile birlikte Batı Anadolu farklı bir bakış açısı ve davranış biçimiyle karşı karşıya kalmıştır. Nitekim XIV yüzyılın ilk yarısında Batı Anadolu’yu ziyaret eden İbni Batuta bir çok yerde Ahilerle karşılaştığını bildirmekte,onların misafirperverliği karşısında şaşkınlığını gizleyememektedir(İbn Batuta, 1995).

Yine aynı kaynakta, meşhur seyyahın hemen her gittiği yerde Ahi zaviyelerinde kaldığı bildirilmektedir(İbn Batuta,1995).

Meşhur seyyahın bu ziyareti Türkmen göçlerinden belli bir zaman sonra gerçekleşmiş olsa dahi, bir müessesenin herhangi bir yerleşim yerinde meydana gelmesi belli bir zamanı gerektirecektir. İbn Batutanın bildirdiklerinden anlaşıldığına göre Moğol istilasından kaçan Türkmenler büyük bir hızla Ahi kültürünü Uç’larda yaymaya başlamışlardır. Dolayısıyla Batı Anadolu bu tarihlerden itibaren Ahilerin meşgul olduğu meslek guruplarından Debbağlık, Demircilik, Dokumacılık ve Örgücülükle tanışmış ve bunlarla ilgili yeni kurumlar meydana getirmiştir.

Özellikle halı dokumacılığında Orta Anadolu’dan uç’lara doğru gerçekleşen bu kültür aktarımı çok net olarak gözükmektedir. Orta Anadolu’da Kırşehir ve Sivas bölgelerinden, Batıda Uşak, Kula, Gördes, Bergama’ya geleneksel desen ve motifleriyle bir aktarım söz konusu olmuştur(Bodur, 1984).

Nitekim Çanakkale, Bergama, Milas, Kula, Gördes, Uşak, Batı Anadolu’nun önemli dokuma merkezleri olmuş,Avrupalı asilzadelerin bile siparişlerine cevap verilmiştir(Cahen, 2007).

Türkmen göçleriyle Batı Anadolu’ya maddi kültür öğelerinin taşındığı gibi manevi kültür öğelerininde taşındığı görülmektedir. Bunların başında İbn Batutanın ısrarla ifade ettiği Misafir ağırlama ve cömertlik hasleti gelmektedir.

Dolayısıyla bu hasletlerini imaretler ve zaviyeler kurma şeklinde göstermişlerdir. Nitekim İbn Batuta Karesi vilayetini ziyaretinde Türkmen Beyler’i tarafından yaptırılıp yolcuların istifadesine sunulan bir imaretten bahsetmektedir. Bu imarette yolcuların üç gün süreyle bütün ihtiyaçları karşılanmaktadır(İbn Batuta, 1995) .

Türkmenler sahip oldukları hayat tarzı ve düşünce sistemleriyle uyumlu kurumlar meydana getirmeye Anadolu’da da devam etmişlerdir. Uç’larda sayıları hızla artan şehirler, kasabalar, köyler, mahalleler meydana getirerek buralardacamii’leri, mescidleri, medreseleri, zaviyeleri, kervansarayaları, hamamları, çeşmeleri ve imaretleri hızla inşa etmişlerdir.

SONUÇ

Uç’lardaki Türkmen Beyler’i Moğol istilası öncesinde Türkiye Selçuklular’ına bağlı Meliklik tarzında idarelerini sürdürürken, istila sonrasında Uç’lar, iç kesimlerden kaçan Türkmenler’in sığınağı haline gelmiştir. XIII. Yüzyılda yaşanan bu göçler ile birlikte uçlardaki Türkmen nüfusunun artması Türkmenlerin kendi hâkimiyetlerini kurmalarını sağlamıştır. Anadolu’nun uçlarında yerleşen Türkmenler, milli kimlik ve kültürlerini buraya taşıyarak, hayat tarzlarını devam ettirmişlerdir. Meydana getirilen beylikler buralarda müesseseler inşa ederek uçların Türkmen tarzında yeniden şekillenmesini sağlamış, Anadolu coğrafyasını kendileri için vatan haline dönüştürmüşlerdir.


∗ Dr. Dumlupınar Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü

KAYNAKLAR

Arşiv Belgeleri

387 Numaralı Muhâsebe-i Vilayet-i Karaman ve Rum Defteri, I,
( 937/1530), (1996), Ankara.
166 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri ( 937/1530), (1995), Ankara.
438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri II ( 937/1530), (1994), Ankara.

Kitaplar

Aşıkpaşazâde, (1949), Tevârih-i Âl-i Osman, Haz. N. Atsız, İstanbul.
Aslanapa, O. (1973), Türk Sanatı II, İstanbul.
İbn Batuta, (1995), Büyük Dünya Seyahatnamesi, Sadeleştiren, Mümin Çevik, İstanbul.
Bayram,M. (1991), Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya.
Bayram,M. (2003),Türkiye Selçukluları Üzerine Araştırmalar, Konya.
Cahen, C. (2007), Osmanlılardan Önce Anadolu, Çev. Erol Üyepazarcı, İstanbul.
Lindner, R.P. (2000), Ortaçağ Anadolusunda Göçebeler ve Osmanlılar, Çev. M. Günay, Ankara.
Müneccimbaşı, (1995), Câmiu’d- Düvel, Çev. A. Ağırakça, İstanbul.
Öney G. (1998), Anadolu Selçuklularının Mimari Süslemesi ve El Sanatları, Ankara.
Sümer F.(1992), Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara.
Sümer F. (1992), Oğuzlar, İstanbul.
Sümer F. (1992), Çepniler, İstanbul.
Şükrullah, (1949), Behçetü’t-Tevârih, Haz. N. Atsız, İstanbul.
Togan, Z. V. (1981), Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul.
Uzunçarşılı İ.H. (1988), Anadolu Beylikleri, Ankara.
Varlık,M. Ç. (1974), Germiyanoğulları Beyliği Tarihi, Ankara.

Makaleler

Bodur, F. (1984), “ Batı Anadolu Halılarından Bir Grup”, Sanat Çevresi, 2, 10-13.
Bayram,M. (2002), “ Anadolu Selçukluları Zamanında Evhadi Dervişler”, Türkler Ansiklopedisi, VII, 320-327.
Emecen, F. (1991) “ Aydın” İslam Ansiklopedisi, ( TDV), 4, 235-237.
Kofoğlu,S. (1995), “Eşrefoğulları”, ( TDV), 11, 484-485.

Sümer, F.( 1970), “Anadoluda Moğollar”, SAD, s. 25-60.