27 Mart 2016 Pazar

İngilizlerin sadık dostu Misyoner Mustafa Reşid Paşa

Mustafa Reşit Paşa 13 Mart 1800'de İstanbulda doğdu, babası Mustafa Efendi II.Bayezid Külliyesi vakıfları ruznamçesiydi, 1810'da vefat edince dayısı Seyyid Ali Paşa'nın yanında kaldı ve  öğrenim gördü. 1820'li yıllara doğru dayısı Seyyid Ali Paşa mühürdar oldu, onunla birlikte Mora'ya gitti. Mora'daki isyanın bastırılması sırasında uygulanan olumsuz yöntemleri yakından izledi. Seyyid Paşa görevinden alınınca Mustafa Reşit Bey de İstanbula döndü, 1824'te Sadaret Mektubi Kalemi'ne katip olarak girdi. Sadrazamlıktan saraya yazılan ve çoğu kez doğrudan II.Mahmud tarafından okunan tezkireleri görme imkanı oldu. 1829'da Edirne'de Rus delegeleri ile sürdürülen görüşmelerde Osmanlı kuruluna sekreterlik etti. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın 1827 Navarin olayından sonra birtakım isteklerde bulunması ve uzlaşmaz tutum takınması üzerine ayaklanmasını önlemek için Mısır'a gönderildi. Mısır'daki uzun görüşmelerde çalışma disiplini ve yeteneğini beğenen Kavalalı onu yanına almak istedi ancak kabul etmedi ve İstanbul'a döndü.Önce vekil, 1832'de de asil olarak Amedi-i Divan-ı Hümayun oldu. Böylece Osmanlı bürokrasisinde ilk önemli göreve ulaştı.
Paris ve Londra Büyükelçilikleri
II. Mahmut, 1834'te Avrupanın büyük devletlerinde sürekli elçilikler gönderilmesi konusunda aldığı karar çerçevesinde, genç ve yetenekli diplomatlara ihtiyaç duydu. İlk akla gelenlerden biri olan Mustafa Reşit Bey "fevkalade orta elçi" sanıyla 1834'te Paris'e gönderildi. Uzun bir zamandan beri Osmanlı Devleti'ne karşı Mehmet Ali Paşa'yı tutan Fransız yöneticilerini ve kamuoyunu Osmanlı lehine çevirmede başarılı oldu. Eylül 1836'da Londra Büyükelçiliğine atandı.
Mustafa Reşit Bey, dünyayı yönlendiren siyasal kararların Londra'da alındığını gözlemledi ve İngiltere'nin Uluslararası ilişkilerdeki ağırlığını gördü.Mısır sorununun ancak İngiltere'nin aracılığı ile çözümlenebileceğine inandı, II. Mahmud'a gönderdiği yazılarda bunu vurguladı. Ayrıca bir layihasında da İngiltere'nin Osmanlı Devleti'nden askeri yeniliklerin yanı sıra, tarım ve ticaret alanlarında da reformlara girişilmesini, vergi yöntemlerinin değiştirilmesini, karantina konmasını, iş alanları ve fabrikaların açılmasını beklediğini açıkladı.
Elçilik görevi sürerken hariciye müsteşarlığına yükseldi daha sonra hariciye nazırı oldu ve bu yeni görevi ile İrlanda'ya ziyarette bulunarak İstanbula geri döndü.16 Ağustos 1838'de İngiltere ile bir ticaret anlaşması imzalanmasını sağladı. Bu anlaşmaya göre tekeller kaldırılıyor İngiltere'ye Osmanlı topraklarında geniş ticaret hakları tanınıyordu.
Ağustos 1838'de Kavalalı'ya karşı İngiltere'nin desteğini sağlaması ve bir anlaşma ortamı sağlaması amacıyla ikinci kez Londra'ya büyükelçi olarak gönderildi. Reşit Paşa, İngiltere'den sözlü olarak Mısır'a karşı Osmanlı Devleti'ne yardım vaadini almayı başardı.
Sultan Abdülmecid dönemi ve Gülhane-i Hattı Hümayunu
Ağustos 1839'da Abdülmecid tahta geçtiğinde protokol gereği kendisine bağlılık bildirmek ve baş sağlığı dilemek üzere İstanbula geldi ve orada kaldı. II. Mahmud'a anlatamadığı veya kabul ettiremediği batıcı yeniliklere Abdülmecid'in ilgi duyduğunu gördü ve ciddi hazırlıklara girişti. Sonuçta Gülhane-i Hattı Hümayunu'nu ya da öteki adı ile Tanzimat Fermanı'nı ortaya çıkardı. 3 Kasım 1839 günü Gülhane Bahçesi'nde padişahın ağzından sivil, asker yetkililerin, yabancı temsilcilerin, dini topluluk önderlerinin  ve kalabalık bir halk kitlesinin önünde okundu. Sonrasında Tanzimatın getirdiği yenilikleri uygulamak için yeni düzenlemelere girişildi.
Mısır'ı verdi karşılığında Tanzimat'ı aldı
Abdurrahman Şeref "Tarih muhasebeleri" adlı kitabında Mustafa Reşid Paşa'ya Tanzimat'ı getirdiği için "devletimizin tarihi Reşid Paşa'ya ilel-ebed minnetdar kalacakdır" diye yazar. Hemen hemen İngiliz ve Fransız gazeteleri de benzer fikirleri paylaşırlar. 26 kasım tarihli L'Univers gazetesi Tanzimatın tatbik edildiğinde imparatorluğun manzarasının değişeceğini medeniyeti yaklama yönünde Müslümanların mesafe kat edeceğini yazarak, Osmanlının yeni bir yola girdiğini ve "hassaten  Tanzimatın Reşid Paşa'nın fikir aydınlığı ve hayırkar tesiri ile" ortaya çıktığını belirtir. Presse gazetesi ise Tanzimat'a iki tam sayfa ayırır, ilanın Fransızca tercümesini verdikten sonra Osmanlı devletinin harabiyetlerini kökünden kazıyacağını yeni bir devlet çıkaracağını öne sürer. Le Siecle gazetesi ise Tanzimat'ın ilan edilmesinin batı medeniyetinin İslam medeniyetinin temsilcisi Osmanlı üzerindeki en büyük zaferi olduğunu ve Barachin, Blaque ve Reşid Paşa'nın özel katibi Core adındaki Fransızların yardımcı olduklarını söylemektedir.
Tanzimat'a en ilginç tepkilerden biri Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte'den gelmiştir. Comte, 1854'de Reşid Paşa'ya gönderdiği mektupta fermanın ilan edilmesinin önemli olduğunu vurgulayarak şark medeniyetlerinin pozitivizmi kabul etmelerinde başlarında bulunan şeflere önemli görevler düştüğünü belirtir.  Türkiye ve Tanzimat'ın ünlü müellifi Engelhardt ise "Sultan murad'ın cesaret edemediği ahkam-ı Kuraniyyeye mugayir kanunun Reşid Paşa'nın gerçekleştirdiğini" iddia eder.
İngiliz büyükelçsi Lord Ponsonby ise Tanzimat'in ilanının İngiltere'nin çıkarlarına uygun olduğunu söyleyerek Mustafa Reşid Paşa'yı bu girişimlerinden dolayı tebrik eder. Aynı elçi bir yıl sonra, Mısır meselesinin İngiltere'nin istekleri doğrultusunda çözülmesinden  dolayı Mustafa Reşid Paşa'ya tekrar teşekkür eder. Tarihçi Lutfi, Mısır meselesini anlattığı tarihinde Reşid Paşa ile İngiliz elçisi arasında bir dostluk olduğunu fakat bu dostluğun Mısır'ın kaybedilmesi ile sonuçlandığını belirtir.

“Başka misyonerlere olduğu gibi İngilizlere olan yakınlığı hasebiyle Mustafa Reşit Paşa misyoner Hayri’ye de iltifat etmiş ve onu 1200 kuruş maaşla Sadaret’in (Başbakanlığın) en kilit noktalarından biri olan tercüme kalemine tayin ettirmiştir. Üç sene sonra maaşı 1700 kuruşa çıkarılmıştır.
Misyoner Hayri Bey bu konuda o kadar mesafe kat eder ki daha sonra el kitabı haline gelecek olan Lugat-ı Osmanî’yi bile kaleme alır, bastırır ve yüz binlerce nüsha satar.
Mustafa Reşit Paşa’nın vefatından sonra İstanbul’da fazla kalamayan Hayri Bey (Lethause) nihayet İngiliz tebaasından olduğunu ilan ederek Londra’ya döner. Ne gariptir ki casus olarak Osmanlı Sadareti’nde çalışmış olan bu İngiliz’e Osmanlı makamlarınca herhangi bir müeyyide uygulanmamıştır. Uygulanamazdı da. Zira onu oraya tayin ettiren devletin başı Sadrazam Mustafa Reşit Paşa idi.
Mustafa Reşit Paşa, “İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya’yı gezmiş modern anlamda Türk diplomasisini kurmuş olan Osmanlı sadrazamıdır. Roma’da Papa ile görüştü ve hakkında ‘Türk Hıristiyan oldu’ dedikoduları yayıldı. Onu destekleyenler ise ‘Papa Türk oldu’ cevabını verdiler.”[1]
Bu hadise, zamanımızda cereyan eden bazı hadiselerle büyük benzerlikler arz etmektedir. Demek ki oyun aynı, senaryo aynı ve fakat zaman, mekan ve rolleri üstlenen kişiler farklıdır.
Zeki, yetenekli, Avrupa hayranı, ıslahatçı ve iyi bir bürokrat olan Mustafa Reşit Paşa’nın aynı zamanda Mason olduğu kayıtlarda geçmektedir.
Hatıralarını aktardığımız Mustafa Bey Misyoner Cemiyetlerinin dünyanın her tarafında birer kütüphane tesis ettiklerini, Mustafa Reşit Paşa’nın sadareti sırasında da 1845-46 yıllarında Tahtakale civarında bir kütüphane kurduklarını, burada pek çok kişiyi Protestanlığa aldıktan sonra buranın kendilerine dar geldiğini, Fincancı yokuşunda daha büyük bir yere geçtiklerini ve derununda bir de kilise kurduklarını ifade ediyor. Burası İstanbul’daki misyoner ve Protestanların toplanma yeriydi. Burada yüzlerce insan Protestanlaştırılmış ve İslam dininden döndürülmüşlerdi.
Protestan yapılmak maksadıyla Londra’ya davet edilen Mustafa Efendi’ye misyoner Nebit şunları söylemektedir:
“... Mustafa Efendi şöyle beyan ederim ki yarın sabah yani Pazar günü bizim yılbaşıdır. Bu senenin birinci günü Pazara tesadüf eylediğinden bayramımızda bu günü pek mukaddes ittihaz eyledik. Onun için Türklerin İngilizler hakkında göstermekte oldukları muhabbet ve İngilizlerin İslamlardan görmekte oldukları hürmet ve riayete mukabil, bütün İngiliz kavmi, büyük bir ittihat ve kemal-i hulûs ile bu sabah bütün dünya yüzünde ne kadar Protestan kilisesi varsa cümlesi de Türklerin hidayet-i ilahi için ve kutsiyet-i Hz. Mesih’e nailiyetle Protestan olmaları için büyük bir dua etmekliğimizi dünya yüzünde ne kadar Protestan kilisesi varsa cümlesine iki ay evvel umumiyetle birer emirname gönderildi”.
Osmanlı subayı Mustafa Efendi’nin Sergüzeşt adlı eserinde ifade ettiğine göre misyonerlerin bir kısmı Mason idiler. Misyoner teşkilâtının Farmason şubesi bile mevcuttu. Mason ve misyoner olarak İstanbul’a gönderilen Mr. Wayt Mustafa Efendi’ye Oxford Üniversitesi’nden seçilen 13 talebeden birisi olarak misyoner dairesine geldiğini, bir sene burada Türkçe ve Arapça öğrendiğini daha sonra 5 talebenin başlarındaki bir profesör ile birlikte İskenderiye’ye, 8 talebenin de başka bir profesör ile İstanbul’a geldiğini anlatıyor. İstanbul’a gelen grubun içinde olan Wayt, İngiliz sefirinin kendilerine Türk çocukları gibi elbise giydirdiğini, Türkçe’yi mükemmel öğrenebilmeleri için Türk katipleri ve kavvaslarla beraber olduklarını, Fatih, Ayasofya, Süleymaniye ve Beyazıd camilerinde okunan derslere devam edip, abdest alıp, cemaatle namaz kıldıklarını, kendisinin Kur’an’ı belki yirmi kere hatmettiğini ifade ediyor. Ve ekliyor: “Hele abdest ve namaz şartlarını o kadar güzel öğrendik ki görüştüğümüz ufak tefek mollaları mat ederdik.” Bu zât daha önce de ifade ettiğimiz gibi Bektaşiliğe girmiş bir kimsedir.
Mustafa Efendi Londra’da bulunan Protestan Misyoner Cemiyeti’ne de sirayet etmiş ve başkan Potinkers’le görüşmüştür.
“... Elhasıl dünyanın her tarafına dağılmış olan misyonerler üç ayda bir kere Misyoner Cemiyeti’ne bir rapor gönderirler. Bu raporlar münasebeti olan dairelere havale olunur. Orada incelenir. Sonra rapor sahiplerine talimatı hâvi cevaplar yazılır. Fakat bu raporlarla inceleme neticeleri Protestanlık dairesine arz olunur ve orada nasıl hareket edileceği tayin kılınır. Protestan dairesi reisi, Misyoner Cemiyeti’nin reisidir. Katoliklik ve Ortodoksluk, Hıristiyan dinine mensup iseler de İngilizler Hıristiyanlığı Protestanlık ile temsil etmek istiyorlar. Halbuki Protestanlığın da bir çok mezhepleri vardır.”
Ölümü
28 Eylül 1846'da  Mustafa Reşit Paşa sadrazam oldu. Bab-ı Ali'de  bürokratik düzenlemelere gidildi. Hazine-i Evrak Dairesi ile ilk defa devlet arşivi kurulması gündeme alındı. Mustafa Reşit Paşa'nın yedi ay süren ilk sadrazamlığı cumhuriyet ilanına hazırlandığı yolundaki iddialar yüzünden 27 Mayıs 1848'de sona erdi. Daha sonra iki defa daha sadrazam olan Mustafa Reşit Paşa yakalandığı hastalık sebebiyle Ocak 1858'de öldü.
Mustafa Reşit Paşa, İngiliz yanlısı olmakla dikkat çekmiş ve daha çok bu yönü ile eleştirilmiştir. Ona göre Osmanlı Devleti'nin yaşaması, İngiltere ile sürdürülebilecek dostluğa bağlıydı. Bunu açıkça ortaya koyması Fransa'nın Osmanlı aleyhine bir tavır takınmasına neden olmuştu. Öte yandan İngiltere'nin dostluğu da sürekli ve güvenilir bir biçimde sağlanamamıştır. Fakat ilan ettirdiği Tanzimat Fransız gazetesinin iddia ettiği gibi bir dönemi sona erdirirken Cumhuriyetin kurulmasıyla sonuçlana yeni bir dönemi başlatmıştır.

Auguste Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya Mektubu Tıklayınız.

Akrabalik zincirleri

Naili Moran - Mustafa Reşit Paşa - Fahri Korutürk - Mehmet Eymür - Engin Cezzar - Atilla Dorsay



Naili Moran'ın abisi:
                         



Memduh Moran'ın ilk eşi  ve oğlu  ünlü reklamcı  Erol Moran'ın annesi Cenan Kocareşid'in babası :

Cumhuriyet, 09 Mayıs 1961, Sayfa 2




Cenan Kocareşid'in yengesi:

VEFAT Bosna Hersek Umumi Valisi Yenişehirli Vezir İbrahim Paşa ile Bahriye Nazın Moralı îbrahim Paşa'nın torunlan, îstanbul Mebusu merhum Salah Cimcoz ile merhume Hasene Cimcoz'un kızlan, merhum îbrahim Cimcoz, merhum Bülent Cimcoz, Emel Korutürk ve Saynur Aral'ın ablaları, 6. Cumhurbaşkanı merhum Fahri Korutürk ve merhum Sadi Aral'ın baldızlan, Jale Cimcoz ve Nermin Cimcoz'un görümceleri, Osman Korutürk, Agah Aral, Şen Keçeci, Selah Korutürk, Omer Aral ve Ayşe Arzık'ın teyzeleri, Hüseyin Cimcoz'un halası, merhum Nusret Uzgören, merhum Vedid Uzgören, merhum Şerif Cimcoz, merhum Mehmet Ali Cimcoz, Sevim Kayan, merhume Nilüfer Osmanoğlu, merhum Ali Keçeci, Abbase Moralı ve Selahattin Moralı'nın kardeş çocuklan, Cenan Kocareşit'in yengesi, Nilüfer Akaün, Ayşegül Şora, merhum Ali Şora, Asım Gürel, Yusuf Gürel ve Faik Tekeli'nin anneanneleri, Lale Alatlı, Nazh Alatlı, Banş Akalın, Ali Gürel, Kerem Gürel, Ömer Gürel ve Nilüfer Gürel'in büyükanneanneleri, Füsun Barşal, Sina Gürel, Zeynep Tekeli'nin anneleri, Galatasaray Kulübü eski başkanlanndan merhum Ali Haydar Barşal ın eşi FATMA BARŞAL 03 Ocak 2001 tarihinde vefat etmiştir. Cenazesi, 05 Ocak 2001 Cuma günü, Moda Camii'nde kılınacak öğle namazını müteakip Sahrayı Cedit ; Kabristanında toprağa verilecektir. Ailesi



Fatma Barşal'ın kızı Sina Gürel'in kayınvalidesi:



Memduh Moran'ın son eşi:




Leyla Gencer'in kayınvalidesi'nin annesi olan Süreyya İpekçi eşinden ayrılıp Mehmet Şamlı ile evlenmiş.Bu evlilikten dünyaya gelen üç kızkardeşten  biri yukarıda ölüm ilanı bulunan  Sevim Moran.Diğer kızkardeşler Ayşe  Kapancı  ve Engin Cezzar'ın annesi Fatma Cezzar.


Sevim Moran'ın eniştesi:






Not: Ahmed Kapancı'nın dünürleri Rahime-Avni Dorsay  çifti Atilla Dorsay'ın anne ve babasıdır

Fahri Korutürk'ün oğlu Osman Korutürk , Münci Kapani'nin kızıyla evlenmiş.

Fatma Barşal'ın dayısının kızı Sina Abbase Kavur ünlü yönetmen Ömer Kavur'un annesiydi.Ömer Kavur'un anneannesi Vicdan Moralı'nın babası Abbas Halim Paşa , Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın torunuydu.

Erol Moran'ın annesi Cenan Kocareşid'in babası  Salih KocareşidMustafa Reşit Paşa'nın torunuydu.Mustaf Reşit Paşa'nın oğlu Ali Galip Paşa  Sultan Abdülmecid'in kızı Fatma Sultan ile evlenmiş

Serif Hüseyin'in Osmanlıya ihaneti


PDF Link: http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/II2/5-deniz-dogru.pdf

1853 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Şerif Hüseyin, Mekke’yi muhafaza etmekle görevli eski bir aileye mensuptu. 1856 ile 1858 yılları arasında dedesinin son emirliği döneminde Mekke’de kalmış, ardından tekrar İstanbul’a dönmüştü. Üç yıl sonra babasının vefatıyla amcası Emir Abdullah’ın yanına Mekke’ye giderek tüm eğitimini burada tamamlayan Şerif Hüseyin’in hayatı, 1908’de Mekke Emiri Şerif Ali’nin görevinden alınarak yerine amcası Abdullah Paşa b. Muhammed’in tayin edilmesi ile bir anda değişti. Zira amcasının daha Hicaz’a, görevinin başına gitmeden vefat etmesi bir müddettir vezir rütbesiyle Şûra-yı Devlet üyeliği yapan Şerif Hüseyin’e Mekke Emirliği yolunu açtı. Böylece 1908 yılının Kasım ayında Mekke Emiri tayin edildi.
İHANETLE GELEN SONSUZ ACI
Sultan II. Abdülhamit, Şerif Hüseyin’in İstanbul’da olduğu yıllarda kendisini yakından tanımak istemiş, kullanılmaya müsait bir şahsiyet olduğunu anlayarak onu kontrolü altında tutmak istemişti. Bu maksatla Şerif Hüseyin ve ailesine bir yalı bahşederek İstanbul’da kalmasını sağlamış, dış güçlerin oyuncağı olmasını engellemeye çalışmıştı. Bununla da kalmamış çocuklarını da en güzel okullarda okutmuştu. Şerif Hüseyin böylece görünüşte büyük imkânlara sahip olduğunu sansa da Sultan II. Abdülhamit’in iktidarı boyunca hep denetim altında tutulmuştu. II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte İttihat ve Terakki yönetimi Şerif Hüseyin üzerindeki denetimli kontrolü kaldırdı ve memleketine gitmesine göz yumdu. Bu yanlış politika ve ardından Şerif Hüseyin’in Mekke Emiri tayin edilmesi, Osmanlı’nın Arap topraklarında gelecekte yaşayacağı sıkıntıların da nüvesini oluşturmuştu. Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa girmesi İngilizlerin Şerif Hüseyin’i kararlı bir şekilde desteklemesine neden oldu. Çünkü Almanya’nın Hindistan deniz yolu ve petrol bölgelerini ele geçirme riski bulunuyordu. 1914 yılına gelindiğinde Hicaz vali ve kumandanlığına tayin edilen Vehib Paşa, Şerif Hüseyin ile tam bir güç mücadelesi yaşadı. Vehib Paşa, Şerif Hüseyin’in bağımsız tavırlarından şikâyet ediyor, Şerif Hüseyin de bölgesel gücünü kullanıp Vehib Paşa’nın otoritesini sınırlandırmaya çalışıyordu. Hatta paşa, merkezi idareden, İngilizlerle Osmanlı Devleti’ni yıkmak için işbirliği içinde olan Şerif Hüseyin’in emirlikten azledilmesini ve İstanbul’daki mebus oğullarının şehirden ayrılmalarına müsaade edilmemesini talep etmişti.
Şerif Hüseyin, I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı Devleti ve hilâfeti için desteğini ilân ederken oğlu Abdullah da gizlice İngilizlerle görüşüyordu. Bu gizli görüşmede Abdullah, babasının Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanması karşılığında kurmayı hedeflediği Büyük Arap Krallığı için İngilizlerden destek istedi. Görüşmeler tarihte Şam Protokolü adı verilen bir mutabakatla sonuçlandı ve İngilizlerle Şerif Hüseyin Osmanlıya ihanet konusunda anlaştı. Cemal Paşa’nın Suriye’de görevli iken Beyrut ve Şam’da devlete ihanetle suçladığı bazı Arapları idam ettirmesini bahane eden Şerif Hüseyin, 1916 Haziran ayında Ecyad Kalesi’ne saldırmak suretiyle ihanetin ilk fitilini ateşledi.
İsyanı meşrulaştırmak için de İttihat ve Terakki yönetimini ‘dinsizlik’ ile suçladı ve taraftar kazanmaya çalıştı. Hicaz Bölgesi Arapları da isyanın destekleyicisi olmuşlardı. Önce Cidde’yi ardından Taif’i ele geçiren Şerif Hüseyin, 1916 yılının Kasım ayında kendisini Arap ülkelerinin kralı ilân etti. Ancak beklediği desteği bulamadı ve İngilizlerle işbirliği yaptığı için diğer Müslüman bölgelerin ileri gelenleri tarafından lanetlendi. 1918’de I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından Arap krallığı kurma girişimlerine yine devam eden Şerif Hüseyin, 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Görüşmelerinde aradığı desteği bir kez daha bulamadı. İngilizler klasik politikaları gereği verdikleri sözü yerine getirmemiş, Şerif Hüseyin’e sadece Hicaz bölgesinin krallığını vermişti. Büyük oğlu Abdullah’ı Ürdün kralı diğer oğlu Faysal’ı da Irak kralı yaparak Arap topraklarını parçalayan İngilizler, büyük Arap krallığı projesini de böylece ortadan kaldırmış oldu.
AH BEN NE YAPTIM!
Hala umutlarını koruyan ve bu yönde tehlikeli adımlar atabileceği kanaatine varan İngilizler, bir diğer büyük aile Suudlar ile de görüşerek Şerif Hüseyin’i Hicaz’dan kovma konusunda anlaştı. İngilizlerin etkisiyle başlatılan Suud İsyanı ile Şerif Hüseyin, Ürdün’e kadar kovalandı ve sonunda Kıbrıs’a kaçmak zorunda kaldı. Aldatıldığını geç de olsa anlayan Şerif Hüseyin’in Kıbrıs’taki sürgün hayatı, Osmanlıya ihanetinin vicdan azabıyla geçti. 1930 yılında Ürdün’de bulunan oğlu Abdullah’ın yanında kaldığı sırada vefat etti ve Kudüs’te defnedildi. KKTC I. Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, aile dostu Şerif Hüseyin’in Kıbrıs’taki vicdan azabı günlerine tanık olmuş ve o günleri şu sözlerle anlatmıştı: “Babam onun elini öper, Şerif Hazretleri’de anlatmaya başlardı: ‘Ahhh, ben ne yaptım. Niye Osmanlı’ya ihanet ettik? Yaptığımızın cezasını çekiyoruz şimdi! Raif anlat şu İstanbul havalarını dinleyeyim’ derdi babama. Bana da ‘Rauf yanıma gel’ deyip el öptürür, avucuma bir altın bırakırdı.

1. AYAKLANMA OLAYI
Hicaz, Filistin ve Suriye cephelerindeki Arap ayaklanması;
Mekke Şerifi Hüseyin [1] ve oğulları tarafından 6 Haziran 1916 tarihinden itibaren Hicaz’da başlatılmış, 400 sene Osmanlı egemenliğinde bulunan Hicaz, Filistin ve Suriye topraklarının elden çıkması ile 25 Ekim 1918 tarihinde son bulmuştur.

Mekke Emiri Şerif Hüseyinİngiliz ile Fransızların desteği ve Lawrence’ın [2] idaresinde başlatılan bu önemli ayaklanma harekâtı; ayaklanmanın sebepleri, ayaklanmanın cereyan tarzı, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi ve Medine’nin boşaltılması ve sonuç başlıkları halinde değerlendirilecektir.

2. AYAKLANMANIN SEBEPLERİ
A.    İngilizlerin, Doğu Akdeniz, Süveyş Kanalı, Sina Yarımadası ve Kızıldeniz’e hâkim olup, Hindistan ticaret yolunu açık bulundurmak,
 ayrıca Orta Doğu’daki İngiliz menfaatleri için Irak ve Arabistan Yarımadası’ndaki petrol yataklarını ele geçirmek…
2 Ağustos 1914 tarihinde Türkiye ile ittifaka katılan Almanların Doğuya yayılmasını engellemek,
Osmanlı Devleti’nce ilan edilmesi beklenen “Cihad-ı Mukaddes” (Kutsal Savaş)’e karşı önlem almak istemeleri,

B.    İngilizlerin yukarıdaki niyet ve maksatlarını gerçekleştirmek için de, Araplarla yakın ilişki kurmak, onlara her türlü araç, silah, malzeme ve para yardımında bulunmak, ayrıca onları örgütleyip eğitmek suretiyle Türklere karşı kullanmalarını sağlamak,

C.    İngilizlerin müttefiki olan Fransızların da etnik yapısı itibariyle özellikle Lübnan’da ve Doğu Akdeniz’de nüfuzunu ve etkinliğini artırmak istemesi,

D.    Türklerin Arap halifeleri zamanında orduda ve yönetimde önemli görevlere getirilmeleri, maddi ve manevi imtiyaz sahibi olmalarından dolayı da Arap halkı arasında hoşnutsuzluk yaratması,

E.    Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 tarihinden itibaren Mısır, Suriye ve Hicaz’ın fethedilmesi,
İslâm halifeliğinin Araplardan sonra Osmanlı padişahlarına geçmesi ve 400 sene kadar uzun bir süre halifeliğin Osmanlıların idaresinde kalması nedeni ile de Arap halkının Türklere karşı düşmanca duygulara saplanması… Türklerin hilafeti Araplardan “zorla” gasp ettiği inancını taşıması, ayrıca hilafetin “Araplardan başkasına ait olamayacağına dair” Muhammed’in bıraktığına inandıkları vasiyeti gerçekleştirmek için fırsat kollamaları,

F.    Osmanlı Devleti tarafından 1839 yılında Gülhane Hattı Hümayunu ile başlatılan Tanzimat reformlarını, Arapların dinsizliğe yöneliş şeklinde görmeleri ve Türkleri İslâma, Kur’an hükümlerine ihanet etmekle suçlamaları…
 Tanzimat fermanında yer alan özellikle “Hıristiyan ahaliye eşit ve kanun dairesinde muamele edileceği” konusundaki hükümlere istinaden Osmanlı Devleti’ni “halifeyi şeriata” yani kutsal yasalara aykırı iş görmekle suçlamaları, bunun yanında Arap halklarını ve Arap ülkelerindeki yüksek dereceli memurları Osmanlı padişahına karşı ayaklandırmaya teşvik etmeleri,

G.    İngilizlerin; 1908 yılında İkinci Meşrutiyetin ilan edilmesini fırsat bilerek Bab-ı Ali üzerinde nüfuzlarını kullanarak Şerif Hüseyin’i Padişah II. Abdülhamit’in onayı ile Mekke Şerifliğine atandırmaları… Onun ailesi ve maiyeti ile birlikte bir İngiliz muhribiyle Cidde üzerinden Mekke’ye getirilmesi, onun ve oğullarının Hicaz, Sina, Filistin ve Suriye cephesi muharebeleri ile Arap ayaklanmasının sonuna kadar İngilizlerle yakın ilişkiler içerisinde bulunması,  [3]

H.    Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’a gider gitmez Osmanlı Devleti’ne karşı pasif direnmeye geçmesi,
Arap aşiretlerinin ayaklanmasını gündeme getirerek İstanbul Hükümeti’ni korkutmaya çalışması…
Ayrıca ikinci oğlu ve Osmanlı Parlamentosunda Hicaz milletvekili olan Abdullah’ı (eski Ürdün Kralı) daha 1912 tarihinde İngiliz Fevkalade Komiseri Lord Kitchener (Kişner) ile anlaşmak üzere Mısır’a göndermesi,

I.    22 Temmuz 1913 tarihinde fiilen son bulan Balkan Harbinde kaybedilen topraklardan sonra şimdi sıranın Suriye, Filistin, Hicaz ve Arabistan yarımadasındaki Osmanlı topraklarına geldiği hususunun İngiliz, Fransız ve Arap ileri gelenleri tarafından değerlendirilmesi, ayrıca Toroslar’a kadar uzanacak şekilde bağımsız bir Arabistan devletinin kurulmasının kararlaştırılması,

İ.    Bir kısım Arap aydınının ise kendi halklarına ve batı dünyasına özetle; “...İslâm dinini geliştirmekten alıkoyan Türklerdir. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleri ve Arap ülkelerini fethetmeleri sonucunda İslâm dini bozulmuş ve kendine özgü niteliklerinden uzaklaştırılmıştır... Araplar, Türk egemenliği altına girmemiş olsaydı, bugün yeryüzünün en ileri, en uygar ve güçlü bir toplumu olurlardı...”  [4] İfadeleri etkisinde kalan bir kısım Arapların, Türkler hakkında olumsuz düşünmeleri,

J.    Gizli Arap İhtilâl Cemiyetinin ise el altında yayınladığı beyannamelerde özetle; “…Şahit olunuz ki kıyama (ayaklanma) davet günündeyiz… Siz onların (Türklerin) elinde yünü alınır, sütü içilir, eti yenir bir sürüsünüz… Paralarınız İstanbul köşklerinde, içkilere, musikilere sarf ediliyor. Gençleriniz, Arap kardeşlerinizi öldürmek için Yemen’e, Kerak’a ve Huran’a yollanıyor. Türkler emrettiği zaman kardeşlerinizi öldürüyorlar. Ermenilerin yaptığı ve yapmakta olduğu gibi haklarınızı ve halkınızı korumak için kan dökmüyorsunuz… Ey Araplar kalkınız. Kılıçlarınızı kınından çıkarınız. Şahsınıza, cinsinize, lisanınıza düşmanlık gösterenleri memleketinizden temizleyiniz…”  [5] Demesi,

K.    Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in, 1. Dünya Harbi’ne ait seferberlik ilânında Osmanlı Hükümeti’ne bağlılığını bildirdiği halde, diğer yandan İngilizlerle işbirliğini geliştirmesi, ayrıca Arap yarımadasındaki diğer Arap liderlerini de Osmanlı devleti aleyhine kışkırtması,

L.    İngiliz ve Fransız devletleri arasında Haziran 1915 tarihinde imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Suriye’nin kuzeyi ile Güney Anadolu’yu içine alan bölgenin Fransızlara, Dicle ile Fırat nehirlerini içerisine alan Basra Körfezine kadar uzanan bölgelerin ise (bugünkü Irak) İngiliz kontrolüne bırakılması,

M.    Mekke Şerifi Hüseyin’in;

(1)    14 Temmuz 1915 tarihinde İngiliz temsilcisi McMahon’a yazdığı mektupta “Mersin-Adana, Birecik-Urfa-Mardin dâhil İran sınırına kadar yerlerin Arap ülkesi olarak bağımsızlığının tanınması halinde Türklere karşı İngilizlerle yan yana savaşabileceğini”  [6] beyan etmesi,

(2)    Oğullarıyla birlikte, kendi sülâlelerinin idaresi altında Arabistan yarımadasında “Arabistan Krallığı” kurma düşüncesinde bulunmaları, bunu gerçekleştirmek için Türklerle savaşı göze almaları,

(3)    1916 yılında Suriye Valisi Cemal Paşa’nın düzenlediği bir kongrede kadınları bulundurması, onlara söz hakkı vermesi karşısında Osmanlı Devleti yöneticilerini dinsizlikle suçlaması, böyle bir davranışın Kur’an hükümlerine aykırı olduğunu belirtmesi, ayrıca Arap halkının, şeriata aykırı hareket eden Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanma hakkı ve görevi bulunduğunu açıklaması, [7]

(4)    Kasım 1916 tarihindeki demecinde özetle “...Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmanın Araplar için ulusal, dinsel ve vatani bir görev olduğu, Osmanlı Devleti’nin İslâm’a aykırı davrandığını, İslâmı esaslara uymadığı, Araplara karşı suç işlediğini”  [8] belirtmesi,

N.    Arapların; 400 sene egemenliğinde kaldığı Türklerin, ne dilini, ne geleneğini, ne kültürünü ve ne de niteliklerini almamış olması, Türkleri içlerine sindirememeleri, kendilerinden olmayan bir ırkın egemenliği altına girmeleri, Hicaz, Filistin ve Suriye’deki ayaklanmaların önemli sebepleri olarak değerlendirilmektedir.

3. AYAKLANMANIN CEREYAN TARZI:

A. Ayaklanma Öncesi Faaliyetler

Araplar; Osmanlı Devleti’nin Gülhane Hattı Hümayun ile başlattığı Tanzimat reformlarına karşı tepkilerini, Nisan 1856 yılında Kudüs’ün kuzeyindeki Nablus kentinde Osmanlı bayraklarını sokakta yakmak suretiyle göstermişlerdi. Böylece ilk ayaklanma hareketine teşebbüs etmişlerdi.

Ayrıca 1860 yılında da Şam’da ayaklanarak, Arap olmayan Osmanlı tebaasında bulunan Hıristiyan ahaliyi kılıçtan geçirmişlerdi. Osmanlı Devleti bunun üzerine Suriye’de olağanüstü hâl ilan etmiş ve Fuat Paşa komutasında Şam’a gönderdiği askeri birliklerle asayişi yeniden sağlamıştı.

1909 yılında da Hicaz Valisi Fuat Paşa’nın, köleliğin kaldırılması konusunda Osmanlı Devleti’nin kendisine verdiği emri uygulamaya başlaması sırasında, Arap şeyhlerinin de teşvik ve tahrikleri ile Araplar Mekke-Cidde yolunu kapatmışlardı.

İtilaf devletlerinden İngiltere ve Fransa, daha Birinci Dünya Harbi başlamadan harp gemileri ile Kızıldeniz kıyılarını abluka altına almış, Arap Yarımadasındaki Türk Kuvvetleri ile İstanbul Hükümeti arasındaki irtibatı koparmaya çalışmış, ayrıca bölgedeki Arap aşiretlerini de ayaklandırma gayreti içerisine girmişti.

Mekke’nin 15–20 km kuzeydoğusunda Hade’de bulunan Türk birlikleri ile bölgede bulunan Urban (Arap aşireti) arasında, Temmuz 1914 ayı sonunda meydana gelen ve “Hade Olayı” olarak anılan çatışmada, Türk birliklerinden 9 şehit ve 12 yaralı verilmişti. Emir Hüseyin’in kışkırtması ile meydana geldiğinden şüphe olmayan bu olay, küçük çapta, ancak Hicaz’da silahlı ilk çatışma olması nedeni ile önem arz etmişti.

İngilizler; Birinci Dünya Harbi’nin başladığı 28 Temmuz 1914’ten bir müddet sonra 14 Ekim 1914 tarihinde, Osmanlı Devleti egemenliğindeki Akabe’yi bombalamış, 1 Kasım 1914 tarihinde ise Osmanlı Devleti ile siyasi ilişkilerini kesmişti. Osmanlı Hükümeti ise Arap yarımadasındaki Suriye ve Irak cephesi ile Filistin, Hicaz, Asir ve Yemen cephelerindeki birlikleri için 7 Kasım 1914 tarihinden itibaren seferberlik ilan etmişti.

Sultan Mehmet Reşat, bir yandan Türk Ordusunu harekete geçirirken, diğer yandan da Halifelik sıfatını kullanarak 11 Kasım 1914’te “Cihad-ı Mukaddes” (Kutsal Savaş)’i ilan etmek suretiyle, ortak düşmana karşı İslâm âlemini birlikte savaşa katılmaya çağırmıştı. Ancak Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Hicaz’da kutsal savaşa razı olmamıştı. Şerif Hüseyin’in esas gayesi, Arapların Kralı olmak ve Halifeliği ele geçirmekti.

Kahire’deki İngiliz Genel Valisi Sir Henry McMahon ile Şerif Hüseyin arasında Temmuz 1915 ayı içerisinde yapılan ilk pazarlıkta, kurulması tasarlanan Arap İmparatorluğu sınırının;
Kuzey’de Mersin, Adana, Birecik-Urfa-Mardin dâhil, İran sınırına kadar, Doğuda, Basra Körfezi, Güneyde, Aden üssü hariç Hint Okyanusu kıyısı, batıda ise Kızıldeniz-Akdeniz (Mersin’e kadar) kıyılarını kapsayacak şekilde olması görüşülmüştü.

B. İngiliz ve Fransızların Araplara Yardımı

8 Haziran 1916’da Storrs başkanlığında ilk İngiliz heyeti Cidde’ye gelerek, Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Zeyid ile görüşmüş, bu görüşmelerden sonra Müslüman subaylar komutasında ilk İngiliz yardımı olan iki dağ bataryası, bir makineli tüfek bölüğü, 3000 tüfek, cephane ve yiyecek yüklü üç gemi, 28 Haziran 1916’da Cidde’ye ulaşmış ve Arapların eline geçmişti.  [9] Bu yardımlarla birlikte daha sonra alınacak olan para, silah ve malzemeler, ayaklanmada kullanılacaktı.
İngilizlerin yanında Fransızlardan da, Eylül 1916 ayı içerisinde Albay Bremen başkanlığında iki Fransız ve dört Müslüman subaydan ibaret bir askeri heyet Cidde’ye gelmiş, yapılan görüşmelerden sonra, dağ topçusu ve makineli tüfeklerle takviyeli bir müfreze Cidde’ye çıkarılmıştı.

Böylece İngilizlerden sonra Fransızlar da, Osmanlı egemenliğinde bulunan Arap topraklarındaki çıkarları için, Şerif Hüseyin ve oğullarına silah ve malzemelerin yanında 1.250.000. Frank para yardımında bulunmuştu. [10]

İkinci İngiliz heyetinin Cidde’ye gelişi de Aralık 1916 tarihinde gerçekleşmiş, bu heyetle birlikte tanınmış İngiliz ajanı Yüzbaşı Lawrence de gelmiş olup, Şerif Hüseyin ve oğulları ile tanışmış, Emir Faysalın kuracağı Arap ordusuna teknik danışman olarak görevlendirilmişti. Lawrence’ın ayaklanmadaki önemli faaliyetleri müteakip maddelerde belirtilmektedir.

C. Ayaklanma Hareketleri

Hicaz, Mekke, Medine, Cidde, Taif, Vech ve Civarındaki Arap Ayaklanmaları
Hicaz’daki ayaklanma sırasında, Şam’daki 4ncü Ordu’ya bağlı, Fahreddin Paşa (Korgeneral Türkkan) komutasında Kolordu seviyesinde Hicaz Kuvvei Seferiye Komutanlığı bulunuyordu. Bu sırada Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah Mekke’de, diğer oğulları Ali ve Faysal ise Medine’de bulunuyordu. Bunlar ayaklanma hazırlıkları içerisinde ve İngilizlerle işbirliği halindeydiler.

Haziran 1916 ayının başında ilk defa ayaklanan asiler, Suriye ile Medine arasındaki Hicaz demiryolunun Hedye (Hediye) kesiminde demiryolunu tahrip etmiş, 140’tan fazla telgraf direğini hasara uğratmışlardı. Asilerin maksadı, ilk aşamada Hicaz ile Osmanlı Devleti arasındaki irtibatı ve ikmal akışını kesmekti.

5–6 Haziran 1916’da Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve oğulları Ali ve Faysal; önceden tasarladıkları plan gereğince, Arap aşiretleri ile birlikte yaklaşık 5–6 bin kişilik kuvvetle, Medine etrafındaki Türk karakollarına saldırıya geçmişti. Ancak alınan önlemler sayesinde Arapların bu ilk saldırıları etkisiz hale getirilmiştir. Bu çarpışmalarda ilk defa üç Türk askeri şehit verilmiştir. Şerif Hüseyin kuvvetlerinin Medine bölgesinde Türk kuvvetlerine karşı giriştikleri bu ilk silahlı saldırılar, Hicaz’da ayaklanma hareketlerinin fiilen başladığını göstermiştir.

Mekke batısında ve Kızıldeniz’in kıyısında bulunan Cidde şehri ve iskelesinin Hicaz bölgesine ikmali sağlayan önemli bir üs olması, stratejik değere haiz bulunması nedeni ile Şerif Hüseyin tarafından ilk taarruz hedefi olarak seçilmiştir. Mekke, Cidde ve Taif bölgelerinde 22 nci Bağımsız Türk Tümeni konuşlandırılmıştı. Ayrıca Cidde limanı, İngiliz donanmasına ait dört kruvazör tarafından abluka altına alınmıştır.
Mekke’deki ilk ayaklanma olayı, 10 Haziran 1916 günü sabahı Mekke, Taif ve Cidde arasında telefon ve telgraf bağlantılarının kesilmesi ve Mekke merkezine yarım saat mesafedeki kaleler ile Türk kışlasının, Şerif Hüseyin ve oğlu Abdullah ile birlikte Arap aşiretleri tarafından sarılması ile başlamıştır.

11 Haziran 1916 günü Arap asileri, Mekke’deki 22 nci Tümen’e ait Türk kale ve kışlaları ile önemli tesisleri ilk defa yoğun ateş altına almaya başlamış, karşılıklı açılan ateşler esnasında da şarapnel parçalarından birisi yanlışlıkla Kâbe örtüsüne isabet ederek örtünün yanmasına sebebiyet vermiştir. Bu olay Şerif Hüseyin ve oğlu tarafından suiistimal edilmiş, Türkler aleyhinde propaganda aracı olarak kullanılmış ve dolayısıyla Arap halkı tahrik ve teşvik edilmek suretiyle Mekke’deki birçok bina ve tesisler ateşe verilmiştir. Ayaklanma ile birlikte yangın sonucu su ve mühimmat tükenmiş, Türklerin mukavemeti zayıflamıştır. Sonuçta Mekke’deki Türk birlikleri de teslim olmak mecburiyetinde kalmış ve Mekke şehri de kışla ve yanındaki kale hariç Arapların eline geçmişti. Ayrıca şehir içerisindeki tümene ait erzak depoları da yağmalanmıştır.

Arapların Taif’e Saldırısı Cidde ve Mekke’nin Arapların Eline Geçmesi

Taif kentine ilk Arap saldırısı, 12 Haziran 1916 tarihinde Şerif Abdullah komutasındaki 5000 civarındaki Arap kuvvetleri tarafından, kentin etrafındaki tepelerden şehrin merkezine doğru yapılmak suretiyle başlatılmıştır. Ancak Taif’i savunmakla görevli takriben 1000 mevcutlu 129 ncu Alay’ın bu saldırıya mukabele etmesi ile çatışma 9 saat sürmüş, sonuçta Arap asileri, geldikleri istikamete çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır.
9–16 Haziran 1916 tarihleri arasında İngilizlerin sevk ve idaresindeki Hint Deniz Kuvvetlerine mensup Hardiner Gemisi, Cidde kasabasının kuzeyindeki Türk mevzilerini bombalamış aynı zamanda İngiliz uçakları da Türklere ait çeşitli hedefleri tahrip etmiş, Arap kuvvetleri de karadan Cidde’ye saldırmışlardır. Sonuçta bu saldırılara Türk birlikleri karşı koyamamış ve Cidde kasabası; 16 Haziran 1916 tarihinde 45 subay, 140 er, 16 top ve makineli tüfekle birlikte ilk defa Araplara teslim olmuştur. Cidde’nin düşmesinde İngilizlerin yönlendirmeleri dışında Mısır’dan getirdikleri ve Arap kuvvetlerine tahsis ettikleri araç, silah ve malzemenin önemli katkısı olmuştur. [11]
Medine güneyindeki Bir-i Ali, Bir-i Derviş ile Bir-i Mâşi’de mevzilenmiş olan Arap asilerine karşı, Hicaz Kuvvei Seferiyesine ait Türk birlikleri, 25–26 Haziran 1916 tarihinde başarılı bir taarruz harekâtı icra etmiş ve belirtilen bu yerleri geri almıştır. Türklerin yaptığı bu ilk taarruz harekâtında ikisi subay olmak üzere 48 şehit, 5’i subay olmak üzere 126 yaralı verilmiştir. Asilerin kayıpları ise ölü ve yaralı olmak üzere 400’ü bulmuştur. Ayrıca ölülerden 3’ünün şeyh olduğu tespit edilmiştir.
Mekke merkezine yarım saat mesafede bulunan kışla ve kalelerin de teslimi istenmiş, red edilince de asiler; piyade, top ve makineli tüfeklerle kışla ve kaleleri yoğun ateş altına almış, sonuçta 9 Temmuz 1916 günü kışla komutanı Bnb. Derviş ve askerleri teslim olmak durumunda kalmışlardır. Kışlanın savunulması esnasında 21 Türk askeri şehit olmuştur. Teslim olan Türk askerlerinin sayısı ise Araplara göre 30 subay ve 1220 erden ibarettir. Teslim olan Türk askerleri, Cidde’ye oradan da Mısır esir kamplarına gönderilmek üzere İngilizlere teslim edilmiştir. Arap olanları da Mekke’de alıkonulmuştur. [12]

Taif Kentinin Düşmesi
16 Temmuz 1916 tarihinden itibaren Taif kentine İngilizlerin desteği ile Arap saldırıları yeniden başlamış, Taif merkezinde Türklere ait kale, kışla ve 22 nci Tümen karargâhı ile Hicaz Valiliği ve Komutanlığa ait konak, top ve makineli tüfeklerle yoğun ateş altına alınmıştır. Sonuçta durum değerlendirmesi yapan Hicaz Genel Vali ve Komutanı Ferik Galip Paşa (Tümgeneral Pasiner), 22 Eylül 1916 tarihinde ayaklanma lideri Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah ile yaptığı anlaşma gereğince Taif’i Arap asilerine teslim etmek mecburiyetinde kalmıştır. Taif muharebeleri sırasında buradaki Türk birliklerinden 138 şehit 238 yaralı verilmiştir. Teslim olan Ferik Galip Paşa ile 22nci Tümen mensubu subay ve erleri, Cidde üzerinden İngilizlerin kontrolündeki Mısır esir kampına sevk edilmişlerdir.
İngilizlerin Arap ayaklanmasını desteklemek amacı ile 13–15 Eylül 1916 tarihinde iki kruvazör, bir uçak gemisi ve iki uçak desteği ile Hicaz’ın Kızıldeniz üzerindeki Vech Limanı’na yaptığı çıkarma harekâtı da, buradaki Türk kıyı koruma birlikleri tarafından geri atılmıştır.
6 Ekim–22 Aralık 1916 tarihleri arasında da Medine batısında bulunan Cedid Boğazı, Bir-i Abbas, Bir-i Sait, Yanbu ve Biyarin Hasani bölgelerindeki Türk ve Arap kuvvetleri arasında yapılan çarpışmalarda, Fahrettin Paşa komutasındaki Türk birlikleri başarılı olmuş, sonuçta Medine’nin Arap asilerinin eline geçmesine meydan verilmemiştir.

Vech’e Yönelen Arap-İngiliz Ortak Taarruzu ve Vech’in Elden Çıkışı
İngilizler, Arap ayaklanmasını, Hicaz’dan kuzeye Filistin ve Suriye istikametinde geliştirmek amacında idi. Bu maksatla da içerisinde İngiliz İstihbarat servisinde görevli Lawrence’ın de bulunduğu bir İngiliz askeri heyetini, Şerif Hüseyin ile temas kurdurmuştu. Yapılan toplantılarda öncelikle Vech’in ele geçirilmesi ve Hicaz demiryolunun tahribi planlanmıştır.
Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, Kızıldeniz’de önemli bir liman kenti olan Vech’i ele geçirmek, Hicaz demiryolunu daha etkili bir şekilde tehdit etmek amacı ile bir dağ bataryası takviyeli 10.000 kişilik bir kuvvetiyle 18 Ocak 1917 tarihinde Yanbu’dan kıyı yolu ile Vech’e doğru hareket etmiştir. Tasarlanan plan gereğince de Kızıldeniz’deki İngiliz filosundan dört harp gemisi de Vech’e yaklaşarak 23 Ocak 1917 tarihinden itibaren bu kenti bombalamaya başlamış, ayrıca iki İngiliz gemisinden de 1000 kadar Mısır ve Sudanlı asker Vech’in kuzeyindeki Zaim mevkiinde karaya çıkarılmıştır. [13]
Vech’te bulunan Türk birlikleri; İngilizlerin bombardımanına ve Emir Faysal kuvvetlerinin saldırılarına daha fazla dayanamayarak geriye çekilmeye başlamış, sonuçta 26 Ocak 1917 tarihinde stratejik öneme haiz olan Vech kenti de düşmanın eline geçmiştir. Bu muharebede Türk birliklerinin ancak üçte biri kurtulabilmiş diğerleri esir edilmiştir. Ayrıca 63 Türk askeri de şehit olmuştur.
Vech’in düşmesi ile bu üssün elden çıkması, Medine’deki Türk savunmasını etkilemiş, düşmana askeri ve psikolojik yönden bir takım avantajlar sağlamış, Arap asilerinin Ürdün ve Filistin’e ilerlemelerine hız kazandırmıştı. Emir Faysalı hayal ettiği Suriye Krallığı’na biraz daha yaklaştırmış… Ayrıca Hicaz demiryolu ve istasyonlarının Arap-İngiliz işbirliği ile kolaylıkla tahrip olmasına, dolayısıyla ikmal akışının önemli derecede aksamasına neden olmuştur.

Medine ve Civarındaki Diğer Muharebeler ve Hicaz’ın Boşaltılması
Medine’de bulunan Fahreddin Paşa komutasındaki Kuvvei Seferiye Komutanlığı, Medine ve civarında Haziran-Aralık 1916 tarihleri arasında cereyan eden muharebelerde başarılı olmuş ve Medine’nin Arapların eline geçmesine meydan vermemiştir.
Medine ve etrafında 1917 yılı içerisinde meydana gelen muharebelerin ilki, 6 Mart 1917 tarihinde Medine’nin batısında bulunan ve Bir-i Ali’den Bir-i Derviş’e gitmekte olan 58 nci Tümen’e ait bir Türk birliğine 600’den fazla Arap’ın saldırması ile yeniden başlamıştı. Bu saldırı sonucu başta bölük komutanı olmak üzere 32 Türk askeri şehit olmuştur.
17 Mart–11 Nisan 1917 tarihleri arasında Medine civarında İngiliz desteğindeki Arap saldırıları devam etmiştir. Bilhassa önemli stratejik mevkilide bulunan Bir-i Maşi bölgesindeki çarpışmalarda Türk askerleri, bu saldırılara karşı cesur ve yiğitçe karşı koymuş, sonuçta Medine’yi ikinci defa Arap asilerine teslim etmemişlerdir. Bu bölgede yapılan muharebelerde ise 2’si subay olmak üzere 92 Türk askeri şehit olmuştur.
Başkomutan vekili Enver Paşa, Medine ve Hicaz demiryolunun (Medine-Maan arası) korunmasında kullanılacak birlikler hariç Hicaz’daki Türk kuvvetlerinin İngilizlere karşı kullanılmak üzere Filistin cephesine çekilmesine karar verilmiştir. Çekilme hazırlıklarına başlandığı sırada İngilizler de Sina ve Filistin cephesinde taarruzlara başlamışlardır.

Lawrence Yönetiminde Hicaz Demiryoluna Yapılan Düşman Saldırıları
Araplar ve İngilizler; Hicaz’daki askeri birlikler ve Hicaz halkı için hayati önem taşıyan, tek ikmal ve ulaştırma yolu olan Hicaz demiryolu ve istasyonlarının tahrip edilerek buradaki Türk kuvvetleri ile istasyonlardaki Türk karakollarını etkisiz hale getirmeyi, ayrıca Medine’nin kuzey ile bağlantısını kesmeyi amaçlayan demiryolu saldırılarını, harekât planlarına dâhil etmişlerdir.
İngiliz Yüzbaşı Lawrence’ın bizzat idare ettiği iki top ve ağır makineli tüfekle takviyeli 230 kişilik Arap asileri, 30 Mart 1917 günü Medine’nin 160km kuzeyindeki Hicaz Kuvvei Seferiye Komutanlığı sorumluluğundaki Ebülnaim İstasyonu’nu kuşatarak tahrip etmiş, ayrıca istasyondan geçmekte olan bir Türk katarının lokomotifini de hasara uğratmışlardır. [14]
Mart-Nisan 1917 ayları içerisinde Lawrence’ın önderliğinde demiryollarına, istasyonlara girişilen düşman saldırıları sonunda 29 Türk askeri şehit olmuş, 56’sı ise esir edilmiştir. Bu süre içerisinde 450 civarında ray, 10 kadar travers, 8km kadar telgraf teli tahrip edilmiştir.
Yüzbaşı Lawrence; 9 Mayıs 1917’de yanında Avuda (Akabe dolaylarındaki aşiretlerin başkanı) ve Emir Faysalın yeğeni Emir Nasır olduğu halde 50 kişilik bir Kafile ile Vech’teki Faysalın ordugâhından Tebük’e doğru hareket etmiştir. Kafilede demiryolunun tahribi için altı deve yükü dinamit ile bölgedeki kabilelere dağıtılmak üzere 160kg ağırlığında altın bulunuyordu. Lawrence, Arap asileri ile birlikte Tebük-Medayin Salik arasındaki demiryolunu, raylar altına yerleştirdiği tahrip kalıpları ile hasara uğratmıştır. [15] Bu suretle Medine ile Maan arasındaki irtibatın kesilmesi planlanmıştır.
Çeşitli zaman ve yerlerde Arap-İngiliz-Fransız işbirliği ile sürdürülen bu saldırılar, gittikçe artarak genişlemiş, Ağustos 1917 başından Aralık 1917 ayı sonuna kadar olan 5 aylık süre içerisinde Hicaz demiryollarına (Medine-Maan arası) girişilen kayda değer saldırı olayı 50’yi geçmiş… Bu saldırılarda 55 şehit, 63 yaralı ve 74 esir verilmiş, ayrıca 15 köprü, 3254 ray, 152 telgraf direği ile 10km’den fazla tel tahrip edilmiştir. [16]

Akabe’nin Asilerin Eline Geçmesi
İngilizler; batıda Nisan 1917 ayı sonu itibari ile Kanal Harekâtı’nda başarılı olmuş, Sina yarımadasını ele geçirmiş, İkinci Gazze Muharebeleri nedeni ile Alman Von Kress’in komutasındaki Türklerin 22 nci Kolordusu ile savaş halinde idi. Şerif Hüseyin’in liderliğindeki Arap ayaklanmasını, Hicaz’dan sonra Filistin’e ve daha sonra Suriye’ye yaymak istiyorlardı. Ancak henüz Türklerin elinde bulunan Kızıldeniz’de en önemli bir hareket üssü olan ve stratejik konumda bulunan Akabe Limanı ve körfezini ele geçirmeleri gerekiyordu.
Arap kuvvetleri; 28 Haziran 1917 tarihinde Maan-Akabe arasında ve Maan’a yakın tepelerde yerleştirilmiş bulunan bir Türk jandarma karakolunu esir almış, ayrıca 2 Temmuz günü Maan’dan buraya sevk edilen topçu ile takviyeli bir Türk piyade taburunu da etkisiz hale getirmek suretiyle Akabe yolunu açmıştı. Lawrence’ın bu ve bundan sonraki muharebelerde Arap birliklerinin teşkilatlanmasında, onların sevk ve idaresinde önemli katkıları olmuştur. Ayrıca Araplar; Akabe yolu üzerindeki Guveyra, Kethira ve Hufre’yi ele geçirdikten sonra, Akabe’de bulunan 1nci Kuvvei Mürettebe Kuvvetine bağlı 161nci Piyade Alayı’na teslim olmalarını önermiştir. Bu öneri başlangıçta red edilmiş, ancak Arapların bu bölgeyi kuşatmaları, ayrıca Lawrence’ın orada bulunan bir Türk subayına “...Bütün üslerin alındığı, Maan’dan da takviye olanağının kalmadığını...” söylemesi üzerine buradaki Türk birlikleri, fazla direnme göstermeden Akabe’yi 6 Temmuz 1917 tarihinde düşmana teslim etmiştir. [17]
Bu suretle Arap yarımadasında ve Kızıldeniz’de Türklerin elinde kalan son stratejik üs de Arapların eline geçmiştir. Akabe’nin düşmesinde Maan-Akabe ulaşımının asiler tarafından kesilmesi ve yerli Urban’ın (Milli Urban/Aşiret Bölüğü) hıyaneti önemli rol oynamıştır. Ayrıca İngiliz Lawrence de, Akabe’nin düşmesinde gösterdiği başarıdan dolayı binbaşı rütbesine terfi etmiştir.
Akabe üssünün Arapların eline geçmesi ile İngiliz donanması ve zengin İngiliz kaynaklarının Arapların hizmetine daha süratli ve kısa yoldan girmesi sağlanmıştır. Bu sayede donatılan silah ve malzeme gücü artırılan Emir Faysal idaresindeki Arap Kuzey Ordusu, ileride de görüleceği üzere batıda İngiliz kuvvetleri komutanı General Allenby emrinde, kuzeye yönetilmek suretiyle Filistin ve Suriye harekâtında Türklere karşı İngilizlerin sağ yanını (Doğu) korumaya görevlendirilmiştir.
Ağustos 1917 ayı içerisinde İngiliz Binbaşı Lawrence’ın teşvik ve çabaları ile Mısır- Kahire yakınındaki Süveyş’te bulunan “Dufferin” adındaki İngiliz gemisi ile Akabe’ye nakletmek üzere erzak, silah ve malzeme yüklenmiş, ayrıca 16.000 Sterlin altın parada; Osmanlı kuvvetleri ile Hicaz’da, Akabe ve Maan’da savaşan Araplara teslim edilmiştir. [18]
İngiliz Binbaşı Lawrence; Hicaz’da olduğu gibi Filistin ve Suriye cephesinde de Arap Kuzey Ordusu ile birlikte bu sefer daha modern silah ve araçlarla demiryolu ve istasyonlara saldırılara devam edecektir.

Filistin ve Suriye’deki Arap Ayaklanması ile Tafil, Amman ve Filistin 
Topraklarının Elden Çıkması
Arapların Akabe’den sonra Kuzey’e Filistin ve Suriye’ye doğru ayaklanma hareketine başlamadan önce, batıda İngiliz kuvvetleri Başkomutanı General Allenby komutasındaki İngiliz Ordusu; Sina yarımadasına yerleşmiş, 7 Kasım 1917’de Gazze’ye girerek Filistin kapılarını açmış, 9 Aralık 1917 tarihinde de kutsal Kudüs şehrini ele geçirmiştir.

18 Mart 1918 tarihinde Maan’ın kuzeyinde Tafil’deki Türk kuvvetlerinin Amman’a çekilmesi üzerine Tafil Arap Kuzey Ordusu tarafından işgal edilmiştir. Ayrıca Maan’ın güneyinde Maan-Müdevvere arasındaki 7 demiryolu istasyonu da düşman eline geçmiştir.
Emir Faysalın emrindeki Arap ordusu; Albay Buton komutasındaki 300 kişilik bir İngiliz kuvveti ve ayrıca Fransız subayı Pisani’nin bataryası ve bir Hintli istihkâm birliği ile takviye edilmiştir. Bu karma birlik, 20 Ağustos 1918 tarihinde Amman’ı ele geçirmiştir. Amman’daki 8 nci Kolordu’ya bağlı 48nci Piyade Tümeni Faysal kuvvetlerine karşı başarılı olamamıştır.
11 Eylül 1918’de Faysalın bütün kuvvetleri, Amman’ın kuzeyindeki Zerka’da toplanmış ve 13 Eylül’de Dera istikametinde harekete geçmiştir. Lawrence’ın de katıldığı bu harekâtla; Dera, kuzey ve güneyindeki demiryolu bağlantısı kesilmek suretiyle tecrit edilmiş, Şam’a doğru harekete başlanmıştır. 15 Eylül 1918’den itibaren de batıda kıyı yolunu takip eden Allenby komutasındaki İngiliz ordusunun genel taarruzu, Yıldırım Orduları Grubu’na bağlı 7nci ve 8nci Türk Ordularının karşısında başarılı olmuş, sonuçta 21 Eylül’de Nablus, 23 Eylül 1918’de ise Akdeniz kıyısındaki Hayfa Limanı, dolayısıyla Filistin toprakları İngilizlerin eline geçmiştir. Türk birlikleri ise kuzeye Şam’a doğru çok zor şartlar altında, Şeria Nehri’nin doğusuna çekilmeye başlamışlardır.
Türk Ordusu, Dera ve Şam istikametinde kuzeye doğru çekilirken Dera Tafas köyü civarında Lawrence, yanında bulunan Arap birliklerine; “…Savaşçılar! İçinizde en iyisi, en çok Türk öldürecek olandır. Esir almayacaksınız. Teslim olmak isteyeni öldüreceksiniz. Hepsini öldürün! Hepsini öldürün!” demiş, bunun üzerine Arap kumandanlarından olan Tallal, Auda ve Nasır’da bedevi askerlerine aynı şekilde “Esir almak yok! Bütün Türkleri öldüreceğiz!” komutunu vermiş ve uygulamışlardır. Ayrıca Tallal, çekilen Türk askerlerini takip ederken yolda halsiz bir şekilde uzanan “su… Su…” diyen bir Türk askerinin başına ateş ederek onları öldürmüş, yol boyunca gücü tükenmiş diğer Türk askerlerini de adamları ile birlikte insafsızca katletmiştir. [19]
Türk Ordusunun Eylül 1918 ayı içerisinde Tafas çekilme harekâtında Lawrence, kinini ve öfkesini kontrol edemez haldeydi. Artık Türkleri hiçbir şeyin kurtaramayacağını biliyordu. Bütün benliği ile kendini o kanlı katliama vermişti. Korkunç çığlıklar atıyordu. Deli gibi bağırıyordu. Süngülü bir Türk erinin yüzüne ateş etti ve yere yığılan ölüyü atına çiğnetti. [20] Arap askerleri, Lawrence’ın kışkırtmasıyla Dera da terkedilmiş bulunan bir hasta trenindeki bütün yaralı ve hasta Türkleri merhametsizce öldürmüşlerdir. [21]

Şam ve Halep’in İşgal Edilmesi

Arap Kuzey Ordusu’nun karşısında bulunan Cemal Paşa komutasındaki 4ncüTürk Ordusu da, Dera’dan kuzeye Şam’a doğru çekilmeye başlamıştır. Araplar; yol boyunca çekilen ve bitap düşen Türk askerlerine Lawrence’ın de kışkırtması ile insafsızca saldırıyor, onları arkadan hançerliyordu. [22]
26 Eylül 1918’de nihayet Dera düşmüştür. Türk kuvvetlerinin durmadan çekilmesi, İngiliz ve Arap Ordusunun müştereken Şam üzerine ilerlemesini kolaylaştırmış ve sonuçta 1 Ekim 1918’de Şam düşman eline geçmiştir. Arap asi ordusu, batıdan ilerleyen İngilizlerin yan ve gerilerini koruma görevini iyi bir şekilde yerine getirmiştir. Şam’da bulunan Türk birlikleri, Halep istikametinde çekilmeye başlamıştır. Bu harekât sırasında Lawrence de, İngiliz ve Arap kuvvetleri arasında irtibatı sağlamada büyük başarı göstermiş, ayrıca Suriye topraklarındaki demiryollarına da sabotaj ve tahrip faaliyetlerini sürdürmüştür.
İngiliz kuvvetlerine ait 7nci Hint Tümeni, 8 Ekim 1918’de Beyrut’a varmıştı. Bu arada sahile yakın ve paralel bir rota takip eden Fransız ve İngiliz Donanması, Beyrut önlerine gelmişti. Hint kıtaatları ile birlikte Beyrut’a giren Arap ordusunun nizami birlikleri, Lübnan idaresini teslim almak üzere girişimlerde bulunmuştur. Ancak İngilizlerle Fransızlar arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması hükümlerine göre Lübnan’ın Fransız idaresine terk edilmesi kararlaştırıldığı için Arap ordusu buradan çıkarılmıştır. Araplar bu suretle ilk defa İngiliz ve Fransızların oyununa gelmiştir. 14 Ekim 1918’de 4ncü Türk Ordusu lağvedilerek bu ordunun geri kalan kıtaları ile Karargâhı, Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında bulunan 7nci Ordu’ya bağlanmıştır.
İngiliz 5nci Süvari Tümeni önce Humus’a daha sonra Arap nizami birlikleri ile birlikte 20 Ekim 1918 tarihinden itibaren Humus’tan Halep’e doğru harekete geçmiştir. Nihayet 25 Ekim 1918 tarihinde İngiliz ve Arap birlikleri Halep’e girmeye muvaffak olmuşlardır. Bu suretle Suriye toprakları da Türklerin elinden çıkmıştır. 7nci Ordu Karargâhı ise buradan çekilerek, Halep’in 40 km kuzeyinde bulunan Katmaya intikal etmiştir.
Sahilleri korumakla görevli 8 inci Türk Ordusu, geri çekilerek 26 Ekim 1918 tarihinde Adana’ya intikal etmiştir. Halep’in kuzey banliyösü sayılan Müslümiye mevkiinde Türk artçı kıtaatlarıyla İngilizler arasında şiddetli muharebeler cereyan etmiş, Türk artçı birliklerinin kahramanca savaşmaları sonucunda İngilizlerin ilerleyişi kesilmiştir. Ancak Türk kıtaları, gece karanlığından istifade ederek İskenderun istikametine doğru çekilmişlerdir. Bu muharebeden sonra da Mondros Mütarekesine kadar önemli bir harekât olmamıştır.

4. 30 EKİM 1918 MONDROS MÜTAREKESİ VE MEDİNE’NİN BOŞALTILMASI
Şam ve Halep’in düşman eline geçmesi ile Suriye cephesi çökmüş, İngiliz ve Arap Orduları karşısında direnebilecek kuvvet kalmamıştır. Birbirini izleyen bu acı ve acı olduğu kadar düşündürücü olan bu başarısızlıklar, Osmanlı İmparatorluğu hesabına olumsuz yönde gelişen olaylar zincirinin son halkasını teşkil etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin o tarihlerde müttefiki olan Almanya ve Bulgaristan da yenilmişlerdir. Bu durum karşısında Osmanlı İmparatorluğu için mütareke masasına oturmaktan başka çare kalmamıştır.
Nihayet 30 Ekim 1918’de Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda İngilizlerin “Agamemnon” savaş gemisinde imzalan Mondros Mütarekesi’nin 16ncı maddesi gereğince; Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’ın boşaltılmasına ve bütün garnizonların en yakın müttefik komutanına teslim edilmesine karar verilmiştir.
Medine’yi kahramanca müdafaa eden Hicaz Kuvvei Seferiye Komutanı Fahreddin Paşa Mondros Mütarekesi’ne rağmen, Medine’yi boşaltmak istemiyordu ve aradan birkaç ay geçmesine rağmen 12 taburluk kuvveti ile (10.500 kişi) direnmeye devam ediyordu. Ancak Fahreddin Paşa’nın karargâhındaki birkaç subay dışında çoğunluğu mütareke hükümleri karşısında dayanmanın bir sonuç getirmeyeceğine inanmıştı. Fahreddin Paşa’yı da buna inandırmak için çaba göstermişlerdi.
Fahreddin Paşa, 58inci Tümen Komutanlığı’na 10 Kasım 1918 tarihinde gönderdiği yazıda özetle;
“...Vazifemiz yüce ve kutsaldır. Kuzeyde ne olursa olsun biz yüce Tanrı ve Peygamberin ruhunun yardımına dayanarak Medine’yi koruyacağız ve Hazreti Muhammed’in ve Hazreti Fatma’nın mübarek kabirlerini İngilizlerin himayesine bırakmayacağız...” demiştir. [23]
Nihayet 58 nci Tümen Komutanı Albay Necip, kendisi gibi düşünen üst rütbeli birkaç arkadaşı ile beraber bir heyet halinde Fahreddin Paşa’yı ziyaret ederek, onu Medine’nin teslimi için ikna etmişlerdi. Teslim heyeti 5 Ocak 1919 tarihinde Medine civarındaki Bir-i Derviş’te bulunan Haşimi Kuvvetleri Başkomutanlığı karargâhına hareket etmiştir. Heyet, burada Şerif Hüseyin’in oğulları Haşimi Ordusu Başkomutanı Şerif Ali ve kardeşi Şerif Abdullah ile görüşmelere başlamış, 6 Ocak 1919 tarihinde bitirmiştir. Medine’nin işgal tarihi olarak 13 Ocak 1919 tarihi kabul edilmiş ve Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Emir Abdullah aynı gün Medine’ye girmiştir.
Hicaz Kuvvei Seferiye Komutanı Fahreddin Paşa ise 13 Ocak 1919 günü Kahire’deki esir kampına gönderilmek üzere Yanbu Limanı’na sevk edilmiştir. Fahreddin Paşa, Yanbu Limanı’nda bekleyen bir İngiliz gemisi ile önce Mısır’a, 6 ay sonra da bir harp suçlusu olarak Malta’ya götürülmüş ve burada iki yıl Fort Salvatore (Pölvarista) kışlasında tutuklu kalmıştır. Fahreddin Paşa, daha sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kurtarılarak tutuklu bulunduğu Malta’dan Anavatana getirilmiştir. Atatürk’ün “...Adını tarihine altın kalemle yazmış dostum...” iltifatı ile karşılanmıştır.
Medine’nin tesliminden itibaren Medine ve çevresindeki Hicaz Kuvvei Seferiye Komutanlığı’na ait Türk birlikleri Medine merkezinde toplanmış, silah ve teçhizatları alındıktan sonra, 17 Ocak 1919 tarihinden itibaren kafileler halinde İngiliz gemileri ile Mısır’daki esir kamplarına sevk edilmişlerdir. Bu suretle Arap yarımadasındaki 400 senelik Osmanlı egemenliği de son bulmuştur. [24]
Lawrence, “ Bilginin Yedi Temel Direği ” adlı kitabında özetle; “…İngiltere Hükümeti, Araplara savaştan sonra istiklâl vaat ederek onları bizim safımızda savaşa ikna etti. Araplar müesseselere değil şahıslara inanır. Beni İngiltere Hükümetinin bir temsilcisi sanarak bu vaatleri garanti etmemi istediler. İstiklâl vaadi yalandı. Ve ben bu yalana katılarak Arapların istediği istiklâlin kendilerine verileceğini söyledim. İki yıl süren silah arkadaşlığımızda Araplar bana itimat etmeye alışmışlardı. Ve hükümetimi de benim gibi samimi sanıyorlardı…” [25] Demiştir.

5. SONUÇ:
Osmanlı Devleti; çeşitli ırk, dil ve dindeki insan gruplarının yaşadığı Arap yarımadasında asimilasyon olayına girmemiş, ayrıca Arap halkına Türk kültüründen, örf ve adetlerinden, ülkü ve idealinden önemli bir katkıda bulunamamış, Arap halkı da Türkün bu meziyetlerini almaya istekli görülmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin Balkan savaşından sonrasındaki Silahlı Kuvvetlerinin personel, silah, araç ve malzeme noksanlığı, Arap yarımadasındaki Türk birliklerini de etkilemiştir. Ayrıca ikmal merkezinin İstanbul’da bulunması, Hicaz demiryolunun tahribi sonucu ikmal akışında önemli aksaklıklar meydana gelmiştir. Bu suretle Arabistan’daki Türk birlikleri; teşkilatlandırılmış, eğitilmiş, kadrosu tamamlanmış İngiliz, Fransız ve Arap ordularının karşısında başarılı olamamıştır.
Türklerin Akdeniz ve Kızıldeniz’de hiçbir deniz gücünün bulunmaması, uçaklarının da yetersiz olması nedeni ile İngiliz ve Fransızlar, donanmaları sayesinde Kızıldeniz ve Akdeniz’deki limanlardan Arap yarımadasına personel ile birlikte her türlü malzemeyi çıkarmış, Arap ayaklanmasında Türklere karşı kullanmışlardır.
Hicaz’daki (özellikle Cidde, Mekke ve Taif’e) Arap ayaklanmasından önce, Türk birliklerince gerekli istihbarat ve İKK faaliyetlerinin yürütülmediği, ayaklanmaya karşı bilgi ve belgelerin toplanmadığı, askeri tedbirlerin zamanında alınmadığı, Mekke Şerif’i Hüseyin ve oğullarının niyet ve maksatlarının yeterli derecede değerlendirilmediği anlaşılmaktadır.
Hicaz’daki Türk birlikleri bünyesindeki bazı Arap asıllı askerlerle Şerif Hüseyin yanlısı askerlerin, kritik durumda Türklere ihanet ederek asilere katılması ile bazı Türk cepheleri zayıflamış ve güçsüzleşmiştir.
Şerif Hüseyin’in, 1919 yılları sonlarında Arap yarımadasında hiçbir Türk birliğinin kalmadığı bir sırada Arap Krallığı ve Halifelik iddiası, Necit Emiri İbni- Suud ve bazı Müslüman kabileler tarafından iyi karşılanmamış ve iki Arap lider arasında yapılan çarpışmalar sonunda Mekke, Ekim 1924 tarihinde İbni- Suud tarafından ele geçirilmiştir. İngilizler, ne garip tecellidir ki, Şerif Hüseyin’i değil İbni-Suud’u tutmayı tercih etmişlerdir. Şerif Hüseyin ve oğulları selameti kaçmakta bulmuşlar ve Türklere karşı kurdukları ihanet tuzağına kendileri düşmüştür.
Son olarak, Suudi Arabistan Hükümeti ve Kraliyet ailesince; Arabistan yarımadasında 400 sene hüküm süren Osmanlı İmparatorluğunun izlerini silmek için Mekke’de bulunan 1780 yıllarında inşa edilen tarihi Osmanlı eseri olan Ecyad kalesinin 3 Ocak 2002 tarihinde buldozerlerle yıkılması… Mekke, Medine ve Taife’deki Türk şehitliklerinin bir bölümünün de buldozerlerle harabeye dönüştürülmesi, ayrıca Arapları Türklere karşı kışkırtan İngiliz casusu Lawrence’ın o dönemde Cidde de kaldığı evinin müze yapılması, Arapların önemli bir kesiminin halen Osmanlı Devletine ve Türklere karşı tarihten gelen düşmanlıklarının devam etmekte olduğunu göstermektedir.

________________________________________
 [1] Şerif Hüseyin, Peygamber soyundan olduğu iddia edilen Beni-Kutade ailesine mensuptur. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra 1909 yılında Sultan Abdülhamit tarafından Mekke Emirliğine getirilmiştir. Faysal, Abdullah, Ali ve Zeyid isminde dört oğlu vardır. 6 Haziran 1916 tarihinde Hicaz’da İngiliz ve Fransızların desteği ile başlattığı Arap ayaklanmasını, Filistin ve Suriye’de sürdürmüş, sonuçta Arap yarımadasındaki Osmanlı egemenliğinin son bulmasına sebebiyet vermiştir. Ayaklanmadan sonra Arabistan Krallığı ve Halifelik hayalleri gerçekleşmemiş, Necit Emiri İbni- Suud ile Ekim 1924’te yaptığı çarpışmalarda yenilerek Mekke’yi oğulları ile birlikte terk ederek bugünkü Ürdün’e yerleşmiştir. Son zamanlarını Kıbrıs’ta geçirmiştir.
 [2] Lawrence, kendi ülkesinde ve diğer batı ülkelerinde “Arabistanlı Lawrence” adıyla ün yapmıştır. Asıl adı Thomas Edward Lawrence’dır. 16 Ağustos 1888’de İngiltere’nin Carnarjon kasabası Tremadok köyünde doğmuştur. 1910 yılında Oxford’da öğrenim görmüş, arkeoloji doktorası yapmıştı. Mısır, Suriye, Filistin ve Ürdün’ün tarihi yerlerini gezmiş, arkeolojik hafriyatlarda bulunmuş, bu ardada Arapça yı da öğrenmişti. Mısır’da İngiliz karargâhında yüzbaşı rütbesi ile istihbarat görevinde kullanılmış, ayrıca Hicaz’da Şerif Hüseyin ve oğlu Faysalın askeri danışmanı olarak görevlendirilmiştir. Lawrence, İngilizlerin desteği ile Arapları örgütlemiş, onları eğitmiş, Türklerle Araplar arasında çıkan savaşlarda önderlik etmiş, bilhassa Hicaz demir yolu, tünel, köprü, vagon ve istasyonları tahrip etmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin Arap yarımadası ile irtibatını zayıflatmıştı. Sonuçta Arap Ordusunun Halep’e kadar gelmesine, ayrıca İngilizlerin Türklere karşı batıdaki askeri harekâtın başarılı olmasına katkıda bulunmuştur. Lawrence, Arap ayaklanmasındaki başarılarından dolayı albaylık rütbesine kadar yükselmiştir. Ancak kendisi, 1922 tarihinde 34 yaşında iken albaylık rütbesini terk ederek İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine er olarak katılmış ve bu arada adını da değiştirmiştir. Lawrence, Kraliyet Hava Kuvvetlerinde 13 yıllık hizmetini bitirdikten sonra 26 Şubat 1935 tarihinde 47 yaşında iken terhis olmuş, 19 Mayıs 1935 tarihinde tartışmalı bir motosiklet kazası sonunda İngiltere’nin Dorset eyaleti civarında Bovington kışlasında ölmüştür.
 [3] Şükrü Mahmut Nedim (E.Tuğg) ; Çeviren Abdullah Es, Filistin Savaşı (1914–1918), Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Ankara, Gnkur. Basım Evi, 1995, s.28
 [4] İlhan Arsel; Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İnkılâp Kitap Evi, İstanbul, 1991, s. 8
 [5] Naci Serez; Lawrence ve Arap İsyanı, Arkın Kitapevi, İstanbul, 1965, s. 58–59
 [6] İhsan Arsel; s.190–191
 [7] A.g.e. ; s. 175
 [8] A.g.e. ; s. 194
 [9] Hicaz, Asir, Yemen Cephesi ve Libya Harekâtı (1914–1918), Birinci Dünya Harbinde Türk Tarihi VI nci Cilt Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları, Seri No: 3, Ankara, Gnkur. Basım Evi, 1978, s. 151–152
 [10] A.g.e. ; s.152
 [11] A.g.e.; s.216-217
 [12] A.g.e. ; s.228–229
 [13] A.g.e. ; s.270
 [14] A.g.e. ; s.346
 [15] A.g.e. ; s.321
 [16] A.g.e. ; s.354
 [17] A.g.e. ; s.323
 [18] Willy Bourgeois; Çeviren Nusret Kuruoğlu, Lawrence, İstanbul, 1967, s. 76–77
 [19] Matthew Eden; Çeviren Kemal Kutlu, Casus Lawrence’ın öldürülmesi, Bayrak Yayınları, Çağaloğlu / İstanbul, 1991, s. 170
 [20] A.g.e. ; s.173
 [21] Willy Bourgeois; Çeviren Nusret Kuruoğlu, Lawrence, İstanbul, 1967, s. 135–136
 [22] Hicaz, Asir, Yemen Cephesi ve Libya Harekâtı (1914–1918),Birinci Dünya Harbinde Türk Tarihi, VI nci Cilt Gnkur. ATASE Bşk.lığı Askeri Tarih Yayınları, Seri No: 3, Ankara, Gnkur. Basım Evi, 1978, s. 367
 [23] a.g.e. ; s.371
 [24] İzzettin Çopur; Hicaz, Filistin ve Suriye Cephesi’ndeki Arap Ayaklanması, Bu Ayaklanmada İngiliz Lawrence’ın Rolü, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yayınları, Stratejik Araştırma ve Etüt Bülteni, Eylül: 2001, Sayı: 1, s. 213
 [25] Naci Serez; Lawrence ve Arap İsyanı, Arkın Kitapevi, İstanbul, 1965, s. 24

http://www.bilgisayarhastaneleri.com/izzettincopur'dan alıntıdır.

26 Mart 2016 Cumartesi

Mehmet Akif Ersoy ve Asım

Ersoy, 20 Aralık 1873 yılında İstanbul’un Fatih İlçesinin Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. Babası Fatih Medresesi Müderrislerinden Mehmet Tahir Efendi, annesi ise Emine Şerif Hanım’dır. Babası ona ebcet hesabına göre ‘Ragıyf’ ismini vermiştir. Ancak bu kelime kullanıma pek uygun olmadığından herkes ona Akif der.

Dört yaşında Emir Buhari Mektebine başlayan Mehmet Akif, 2 yıl sonra iptidai (ilkokul) bölümünü okudu. Orta öğrenimini Fatih’teki Merkez Rüştiye’sinde okudu (1882). Bu arada babasından Arapça dersleri alıyordu. Zaten en çok dil derslerine düşkündü. Bu anlamda Türkçe ve Arapçanın yanında Farsça ve Fransızca da öğrendi. Rüşdiye’yi bitirdikten sonra 1885’te dönemin meşhur Mülkiye İdadisi’ne başladı. Ancak 1888 de babasının vefatı ve bir yıl sonra büyük Fatih yangınında evlerinin yanması neticesinde maddi imkânsızlıklardan dolayı bu okulu bırakmak zorunda kaldı. O yıllarda yeni açılan ve mezunlarına iş imkânı sağlayan Ziraat ve Baytar Mektebine kaydoldu. Bu mektebi bitiren Akif, Ziraat Bakanlığı (Orman ve Maadin ve Ziraat Nezareti) bünyesinde işe başladı. 25 yaşında evlendi, 3 kız ve 3 erkek olmak üzere toplam 6 çocuğu oldu.

Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Ülkedeki bütün aydınlar kötü gidişata bir hal çaresi arıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti o yıllarda halka açılmış bir umut kapısı idi. Her ne kadar Akif, ‘’Emri bi’l-Maruf’’ üzere cemiyete kaydolduysa da, cemiyet yapısıyla uyuşmadı. Bu arada Almanya’ya, Berlin’e ve Necid’e görevli olarak gitti. Burada doğu ve batı dünyasını kıyaslama imkânı buldu.

Zamanın Müslüman aydınları ‘’Sebilurreşat’’ dergisi etrafında birleşmişlerdi. Akif bu derginin başyazarı oldu. Balkan Savaşı yıllarında Akif’in Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt cami kürsülerindeki halka hitapları bu dergide yayınladı.

Osmanlı, işgal devletleri tarafından paylaşılmış ve Anadolu işgal edilmeye başlanmıştı. Osmanlı yönetimi pek ümit vermediğinden, bu son Haçlı saldırılarına karşı Müslüman halk neticeyi pek düşünmeden Ankara merkezli mücadeleye destek veriyordu. Mehmet Akif de onlardan biriydi. Gün uzun uzun düşünme günü değildi. Çünkü Haçlı ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve İtalya kapıya dayanmışlardı. Bir şeyler yapmak için Ankara’ya gitti.

Halkı galeyana getirmek için hutbeler vermeye başladı. Sebilurreşat, İstanbul’dan Anadolu’ya taşındı. 1920’de Mehmet Akif, Burdur Mebusu olarak Meclise girdi.

İMAN DOLU GÖĞÜSLERİN EKTİĞİ BAHÇEDE YABANCI OTLAR
Kurtuluş Savaşı bitmiş, yeni Cumhuriyet asli rengini göstermeye başlamıştı. Meclisin muhaliflere hiç tahammülü yoktu. Hilafet kaldırılmış ve laik bir cumhuriyet tesis edilmeye çalışılıyordu. Hem halkın hem de Akif’in beklentisi bu değildi. İman dolu göğüslerin ektiği bahçede yabancı otlar bitmişti. Akif kırgındı. Mısır’a gitti. Orada uzun yıllar kaldı. Bu arada Kurtuluş Savaşının kazanılmasında gerekli manevi desteği veren ‘’Sebilurreşat’’ dergisi irtica damgası yemiş ve Şeyh Said kıyamından sonra tamamen kapatılmıştı. Akif açısından tam anlamıyla hayal kırıklığı yaşanıyordu.

Daha önce Diyanet İşleri Reisliğiyle varılan mutabakata göre Kur’an mealini hazırlayacaktı. Nitekim çalışmasını yaptığı Türkçe Mealini her ne kadar görmesek de, Akif gibi biri hazırladığından çok güzel neticelendiğini söyleyebiliriz. Ancak meali Diyanete teslim etmedi. Çünkü endişeliydi. Ezanı Türkçe okuyan bu güruh, meali Türkçe ibadete esas yapabilirdi. Bu nedenle tamamladığı çalışmasını ilgililere teslim etmedi.

Mısır’da hastalandı. Hava değişimi iyi gelir diye Lübnan’a, sonra da Antakya’ya gitti. Ancak çare bulamayınca İstanbul’a geldi.
27 Aralık 1936 tarihinde, İstanbul Beyoğlu’ndaki Mısır apartmanında ömrünü tamamladı. Ertesi gün gazeteler Akif’in ölüm haberini yayınladılar. Cenaze, Beyazıt camisine getirildi. Resmi görevlilerden kimsenin olmaması gözlerden kaçmadı. Ancak binlerce genç cenazeyi omuzlamıştı bile. Bu gençlerden birçoğu cenazeden sonra gözaltına alındı. Bunlar belki de Akif’in ‘’Asımın Nesli’’ değdi gençlerdi.

KURTULUŞ REÇETESİ

Sultan İkinci Abdülhamit’in dönemini müşahede etmiş. Balkan, Trablusgarp ve Birinci Dünya Savaşları gibi harpleri yaşamış ve kendi devrinde hilafetin ilgası ve laik cumhuriyetin kuruluşunu görmüş olan Akif’in elbette yarına söyleyeceği üç beş kelamı vardı.

Osmanlı’nın kurtuluşu için kendi döneminde 3 görüş öne çıkmaktadır.
- Türkçülük
- Batıcılık
- İslamcılık
Türkçülük, Ziya Gökalp tarafından bir doktrin olarak işlenmekte ve tüm Türk dünyasını içine alan Turancılık fikrini ön görüyordu. Ancak koca Osmanlı coğrafyasını bir arada tutan Ümmet bilincinin yerine ikamet edilmeye çalışılan Ulus fikri, Anadolu gibi Osmanlı coğrafyasının yanında küçücük kalan bir yerde bile Kürtlerle Türkleri kaynaştırmadı. Her gün ümmetin bu iki azası arasında yaşanan çatışma hepimizin gözü önündedir. Bunun en önemli sebebi Türkçülük fikridir. Çünkü Kürtlere empoze edilmeye çalışılan Türkçülüğe tepki olarak Kürtçülük gelişmiştir.

Batıcılık fikrini, Tevfik Fikret temsil ediyordu. Ona göre Batı ileri seviyedeydi ve ilerlememiz için Batıyı tüm yönleriyle kabul etmemiz gerekirdi. Bu anlamda düşüncelerini oğlu Haluk’ta ete kemiğe büründürmüştü. Oğlu Haluk’u Batıya göndermiş ve Batının tüm değerlerini kabul etmesini istemişti. Haluk bu şekilde yetişmiş ve neticede kökünden, dininden uzaklaşmış ve kısa bir süre sonra din değiştirmiştir.

ASIMIN NESLİ

İslamcılığı, Mehmet Akif temsil etmektedir. Ona göre batının ilmi alınmalı ama kültür ve değerlerinden şiddetle kaçınılmalıdır. Bütün bu düşüncelerini Asım adlı bir kişilikte somutlaştırmıştır. Asım, Safahat’ta 6. kitabın ismidir.
Eserde 4 kişi konuşturulmaktadır.

Hocazade: Mehmet Akif
Köse İmam: Ali Şevki Hoca–Mehmet Akif’in babası Tahir Efendinin eski bir öğrencisidir.
Asım: Köse İmamın oğlu
Emin: Hocazade’nin yani Mehmet Akif’in oğludur.

BİRİNCİ ASIM
Asım, aslında bir neslin projesidir. Kanaatimce Mehmet Akif, Asım’a Hz. Peygamberin sahabelerinden Asım bin Sabit’in şahsiyetini uyarlamaya çalışmaktadır.

Peygamberimiz (sav) kabilelerine İslam’ı öğretmek üzere öğretmen talebinde bulunan kişilerle beraber, aralarında Asım bin Sabit’in de bulunduğu 10 kişilik bir eğitici heyet gönderir. Ancak Reci denilen bir subaşında bu öğretmen sahabeler topluluğu Lihyan Oğullarının saldırısına uğrarlar. Lihyan Oğullarının amacı onları esir edip Kureyş’e satmaktır.

Bu nedenle onları sağ ele geçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Asım, teslim olmamaya kararlıdır. O yiğitçe şöyle haykırıyordu: ‘’Ben müşriklerin himayesini ömrüm boyunca kabul etmemek üzere yeminliyim. Vallahi bu kâfirlere asla teslim olmam. Allah’ım Resulullah’ı durumumuzdan haberdar et.’’ Bir taraftan da ok fırlatıyordu. ‘’Ben ne diye çarpışmayayım. Gücüm kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayımın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte. Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir. Takdir edilen elbette başa gelecektir. İnsanlar er geç Allah'a dönecektir.”

Bu kahraman sahabe birçok müşriki yere serdikten sonra, şehit olacağı esnada şu duayı yaptı: “Allah’ım Senin dinini korumaya çalıştım. Sen de cesedimi müşriklerden koru.” Müşrikler Hz. Asım’ın başını alıp Sülafa adındaki bir kadına satmak istiyorlardı. Sülafa Asım’ın kafatası ile şarap içmeye yemin etmişti. Ona yaklaştırıldığında bir arı sürüsü geldi. Cesedi korudu. Sonra görülmemiş bir yağmur yağdı ve cesedi sel alıp götürdü.

Akif’in Asım’ı:
Şimdi Mehmet Akif’in Asım’ına dönelim,
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla övemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum

Adam aldırmada geç git diyemem aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım
Bu dizelerden Asım’ın nasıl bir genç olması gerektiğinin belirtileri mevcuttur. Asım geçmişine sahip çıkan, çevresine duyarlı, hakkı haykıran bir gençtir. Tabi sadece bunlar yetmez.

Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı
Kuru dava ile olmaz fakat ilim ister
Ben o kudrette adam göremiyorum sen göster
Burada Asım Kur’an’dan beslenmektedir. Hurafelerden arındırılmış din ile ilim bir araya getirilir ve yarının kurtarılmasına çalışılır.

Asım, Avrupa’nın ilmini almalıdır. Ancak İslam’ın hizmetine koymak için harcamalıdır. Mehmet Akif bu nesle güvenmektedir. Hele hele Çanakkale’de şehit olanların çoğunun medreseli, mektepli olması onu hayli ümitlendirmiştir.

Asım’ın nesli diyordum ya… nesilmiş gerçek
İşte çiğnetmedi namusumu çiğnetmeyecek.
Asım’ın Neslinin ilk Asım gibi Kur’an’a bağlı olması ve o iman ile cephelerde gösterdiği mukavemet ve İslam’ı korumaya çalışması, ilim ve İslam ile yoğrulmuş zihinsel yapısı tarihte yaşanan ihtişamlı günlere geri dönüşüm müjdesidir.

Elbette Akif, Asım’ın Nesli derken iman, irfan, bilgi ile donanımlı saygıya değer bir yapısı olan zulme karşı gelen, İslam’ı cenk meydanlarında koruyan Kur’an’ı yüceltmek için tüm imkânlarını seferber eden bir gençliğin somutlaştırması anlamında kullanmıştır.

25 Mart 2016 Cuma

Buchenwald Cadısı Ilse Koch

Dünya muhteşem bir adamı ve sapkın bir cadıyı aynı dönemde ağırladı. "Britanyalı Schindler" olarak da anılan Sir Nicholas Winton'ın yaşadığı dünyada, bir dönem Ilse Koch'un da soluk aldığına inanmak güçtür. "Buchenwald Cadısı" olarak bilinen Koch'un kim olduğunu Nazilerin korkunç öyküsüyle birlikte anlatmak yerinde olacaktır...

669 çocuk ve insan derisinden abajurTarih, iki tarafı birbirinden farklı bir madalyon gibi zamana asılıdır. Bir tarafında umutlu, iyi huylu, huzurlu yüzler, öyküler vardır. Diğer taraf korkularla, endişelerle, soluk ve kötü silüetlerle doludur.
Geçen günlerde 106 yaşında hayata gözlerini yuman ve “Britanyalı Shindler” olarak anılan Sir Nicholas Winton madalyonun bir yüzündedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bankerlik yapan Winton, Alman işgali altındaki Çekoslovakya’nın Prag kentinden, sekiz tren ayarlayarak 669 çocuğun Almanya üstünden Britanya’ya kaçırılmasını sağlayarak, tümünün hayatlarını kurtarır. Dünya onun kahramanlığını ancak yarım asır sonra öğrenir. Çünkü Winton, bu konuda kimseye tek bir şey söylemez. Bu öykünün detayları yıllar sonra eşi tarafından paylaşılır.
Sir Nicholas Winton’ın geçtiği dünyada, bir dönem Ilse Koch’un da soluk aldığına inanmak güçtür. “Buchenwald Cadısı” olarak anılan Koch’un kim olduğunu Nazilerin korkunç öyküsüyle birlikte anlatmak yerinde olacaktır…
Tuna Nehri kıyısında yer alan Ulm şehri, Almanya’nın Baden-Württeemberg Eyaleti’ne bağlıdır. Yemyeşil doğasıyla dikkat çeken şehri, hayvanat bahçesi ilginç hale getirir.
Bin bir çeşit canlının sergilendiği mekânda, boş bırakılan bir kafesin içerisine ise, ayna yerleştirilmiştir. Onun karşısında kendilerine bakanlar aynı zamanda parmaklıklara asılan levhayı da okurlar: “Şu anda dünyanın en tehlikeli türüyle karşı karşıyasınız!”
Bu ibarenin, bugün tüm dünyada olup bitenleri, tarih bilgisiyle ve “eğer cesareti yerindeyse” kendi geçmişiyle harmanlayan pek çok kişide acı bir tebessüm yaratacağı kesindir.
Araştırma ve veriler, insanoğlunun bireysel ya da kitlesel kötülükte diğer tüm türlerin çok ötesine geçtiğini gösterir.
Bu noktada ortaya kaçınılmaz olarak bir soru çıkar:
“İnsanoğlu, kötülükte ne kadar ustalaşmış olabilir?”
1951’de yayınlanan kararla, cinayet ve ciddi fiziksel istismara teşvik suçundan müebbet hapis cezası alan Koch, 1 Eylül 1967’de hücresinde demir parmaklığa bağladığı çarşaf ile kendini asarak intihar etti.
ABAJURUN GİZEMİ
Sorunun cevabı, 2005 yılında Amerika’yı büyük bir yıkıma uğratan Katrina kasırgasının bitişiyle birlikte ortaya çıkar!
Fırtınanın yol açtığı selin, kirli suları çekilirken, felaketten nemalanmak isteyenler de yıkıntılar arasında hâlâ kullanılması mümkün eşyalar ararlar. Bulunan en işe yarar parçalardan biri “o zarif abajur” olur. Lamba, kısa süre içinde koleksiyoncu Skip Henderson’un eline geçer. Henderson, onu mağazasında satışa sunmak yerine, bir dostuna hediye eder. Arkadaşının armağanına oturma odasının başköşesinde yer açan gazeteci Mark Jackopson, çok geçmeden tuhaf bir hisse kapılır. Abajur, odayı aydınlatacağı yerde ruhunu karartmaktadır. Jackopson, mesleğinin doğası nedeniyle, içindeki bu tedirginliği çözmeye çalışır. Abajuru inceletmeye karar vermiştir.
Test sonuçları geldiğinde, kanepeye çökmüş, lambanın boş kalan yerine ve onun ruhunda bıraktığı lekeye bakmaktadır. Gözleri yaşlı, yüreği yaralanmış ve içi öfke doludur. Abajurun sehpa üzerinde bıraktığı iz, kör bir kuyuya dönüşmüş ve Jackopson, o derin karanlığa bir ip sarkıtarak 1945 yılına gitmiştir…
NELER OLDU NELER
O yıla ait görüntüler bir geometrik şekil üzerinden netleşir.
Jackopson’un hüznünün nedeni, “Nazi İmparatorluğu’nun Doğuşu ve Yükselişi” adlı kitabın yazarı William L. Shirer’in satırlarında gizlidir:
“…Aşağıdaki çıplak mahkûmlar, başlarını kaldırmış, bir türlü su akmayan duşlara bakmakta ya da yerde neden bir su oluğu ve kanal bulunmadığına şaşmaktadırlar. Gazların etkisini göstermesi için birkaç dakika gereklidir. Ama içeridekiler az sonra gazın bacalardan gelen borulardan çıktığını anlarlar. İşte genellikle bu sırada paniğe kapılırlar. Borulardan uzaklaşmaya çalışırlar, büyük madeni kapıya koşarlar. Kanlar içinde bir tek piramit gibi üst üste yığılırlar. Ölürken birbirlerini tırmalarlar ve yumruklarlar.”
İnsanların, içgüdüsel olarak yaşamı biraz daha uzatmak için gösterdikleri çabanın ve güçlünün istemeden de olsa güçsüzü yerle bir ederken verdiği son nefesinin şekli! Anlatılanlar, Auschwitz Kampı’nda yaşananları tüm çıplaklığıyla ortaya koyar.
Nazi soykırımı, insanın bir arada ve kitlesel olarak nasıl büyük bir ölüm makinesine dönüştüğünün ipuçlarını da verir. Daha acısı ise, bazı kurum ve kuruluşların, insan öldürmekten zevk alanlarla, sadece kâr amacıyla işbirliği yapmış olmalarıdır...
“SS ve Polis Merkez İnşaat Bürosu’na
Arschuwits
Konu: Kampın 2 ve 4 sayılı krematoryumları, cesetlerin yukarıya çıkarılması için gerekli iki elektrikli asansör ve bir alarm asansörüyle birlikte beş adet üçlü fırın siparişinizi de aldığımızı teyit ederiz. Bu arada kömür atmak için gereken pratik bir tesisatla birlikte küllerin nakli için gereken tesisat da sipariş edilmiş bulunmaktadır.”
İngiltere Başbakanı David Cameron’un “Winton” tweet’i: “Dünya muhteşem bir adamı kaybetti. Sir Nicholas Winton’ın birçok çocuğu soykırımdan kurtaran insanlığını asla unutmayacağız.”
FIRINLARI BİZ YAPARIZ
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından SS subaylarıyla birlikte Nürnberg Askeri Mahkemesi’nde yargılanan tek firma Naziler’e krematoryum teklifinin sunan “I.A. Topf ve Oğulları” değildir. Belgeler pek çok şirketinde bu mide bulandırıcı ticarete karıştığını göstermektedir.
Sözgelimi, “C.H. Kori” adında bir başka firma Dachau ve Lublin toplama kamplarına toplam dokuz “insan yakma fırını” kurduğundan söz etmiş, açıkça bu işteki deneyimini övmüş ve yeni krematoryumlar yapmak üzere Belgrad’da gerçekleştirilecek ihaleyi almak için gönüllü olduğunu aktarmıştır:
“Cesetlerin yakılması için basit bir tesisatın teslimi hususundaki şifahi konuşmamıza atfen, bugüne kadar çok iyi sonuçlar vermiş bulunan yeni krematoryum fırınımıza ait planları ekli olarak takdim ediyoruz. Ancak iki fırının ihtiyacınıza yetişip yetişmeyeceğinden emin olmanız için yeniden incelemenizi tavsiye ederiz. Teklif ettiğimiz krematoryumların verimliğini ve devamlılığını teyit ettiğimiz gibi bunların yapımında da en iyi işçiliğin kullanıldığını garanti ederiz. Cevabınızı bekler, yeni emirlerinize amade olduğumuzu da arz ederiz!
Heil Hitler!
C.H. Kori G.M. D. H.”
Nürnberg’de ortaya dökülen kirli yazışmalar, şirketlerin sadece krematoryum için değil kurbanları gaz odalarında zehirleyecek Ziklon B. kristallerinin ihalesi için de kıyasıya bir yarış halinde olduklarını gösterir.
Bunlarla birlikte ticaret karşılıklı olarak yapılmış ve yakılan insanlara ait küller Naziler tarafından çeşitli firmalara gübre olarak satılmıştır.
Nürnberg Mahkemesi’nde belgeler arasında tüyler ürperten tariflere de rastlanır:
“Altı kilo insan yağı,
10 kilo su, 250 gramdan yarım kiloya kadar kostik soda.
Hepsi iki üç saat karıştırıldıktan sonra soğumaya bırakılacak ve kalıplar halinde kesilecektir.”
İşte bu, insandan yapılan sabununu formülüdür!
***
DÖVME MERAKI
Belgeler Danzig’li bir firmanın bu işte uzmanlaştığını gösterir.
İnsanı öldürme tutkusu; acıdan, dramdan ve katliamdan kâr sağlama arzusu...
Kitlesel ve organize vahşet!
Ancak yakın geçmişin, karanlık dehlizlerinde bulunanlar bu kadarla da sınırlı değildir.
Pek çok kampta, kitlesel katliamların, bireysel vahşilikle imzalandığı olaylar da yaşanır. Nazi subay ve yakınlarının, insan kemiklerinden aksesuarlar yapmaya meraklı oldukları bilinir. Özellikle kalça kemiğinden yapılan kül tablalarına sıkça rastlanmıştır.
İdam edilen bazı Yahudilerin derileri ise, dekorasyon malzemesi yapılmak amacıyla yüzülür. Bunlar, Buchenwald Kampı komutanının karısı Ilse Koch için istiflenmiştir.
“Buchenwald cadısı” ya da “kamp fahişesi” olarak anılan Koach, özellikle üzerilerinde dövme olan insan derilerine meraklıdır.
Nürnberg’de konuyla ilgili olarak Buchenwald Kampı’nda görevli olan Andreas Phaffenberger adındaki Alman bir askerin tanıklığına başvurulmuştur:
Vücutlarında dövme olan bütün mahkûmların dispansere gelmeleri emredildi. Mahpuslar önce muayeneden geçirildiler. En güzel dövmelere sahip olanlar, bir yana ayrıldılar. Bunlar enjeksiyon yapılarak öldürülüp patoloji bürosuna götürüldüler. Orada vücutlarından istenen dövme parçaları çıkarılıp alındı ve işlendi. Hepsi Koch’un karısına verildi. Bayan Ilse Koch da bunlardan abajur ve başka süs eşyası yaptı.”
CADININ SİPARİŞİ
İnsanoğlu kötülükte ne kadar ustalaşmış olabilir?
Sorunun cevabı, koleksiyoncu bir arkadaşı tarafından kendisine armağan edilen “zarif abajurdan” içgüdüsel olarak rahatsız olan gazeteci Mark Jackopson’da saklıdır.
Jackopson, eline geçen o abajuru götürüp inceletir.
Kendisini 1945 yılını ve Nazi kamplarını düşünmeye iten de gelen test sonuçlarıdır.
Abajur insan derisinden yapılmıştır!
Katrina kasırgasında ortaya çıkan abajur, büyük olasılıkla, Buchenwald f.hişesinin sipariş ettiklerinden biridir!
İnsanoğlu; pek çok şeyle birlikte aynayı, abajuru ve sabunu keşfetmiştir.
O flue aynadan ise, tarihi lekeleyen bir sabun ve karanlık saçan bir lamba yansımaktadır!