20 Mart 2016 Pazar

Bu şair, Abdülhamit öldürülemedi diye ağıt yaktı!

“Ey şanlı avcı, damını bi Hüda kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun
Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş.”


1904 yılları başlarında Sofya’da Ermeni Komitesi toplandı. Burada İzmir ve İstanbul şehirlerinde bir takım olaylar çıkarma, suikastler yapma kararı alındı. Hristifor Mikailyan isimli bir komiteci Rus Yahudi pasaportuyla sahte Samuel Fayn adıyla İzmir’e geldi. Oradan da İstanbul’a geçti. Ermeni haklarına engel olan Sultan Abdulhamit’i ortadan kaldırmayı planladı. İstanbul Rus Sefarethanesinden aldığı tavsiye mektubuyla “ selamlık resmi “ ne girerek orada incelemelerde bulundu. Sultanın geçiş güzergâhını ve zamanlamasını tespit etti. Hemen bomba siparişi verdi. Parayı alan şahıs ortadan kayboldu. 
Bunun üzerine Ramazan ayının 15’inde iki komitecinin padişahı silahla yok etmesi için görevlendirildi. Yol üzerinde iki ev kiralandı. Fakat sultan o gün Çırağan’a Yıldız bahçesinden geçtiği için kurulan tuzak boşa çıktı. Bu sefer Mikailyan Yıldız Camiine her cuma sultanın gittiğini öğrendi. Bunun üzerine hazırlık yaptı. Sultan camiden çıktıktan sonra bir dakika kırk iki saniye sonra saltanat arabasına vardığını tespit etti. Bunun üzerine Viyana “ Nessedorfer “ araba fabrikasına içine saatli bomba yerleştirilen özel araba siparişi verdi. Bu araba Dolmabahçe Vapuru ile İstanbul’a getirildi ve gümrükten geçirildi. Sonra bu araba denemeye tabii tutuldu. (9.araba resmi) birden patladı. Komiteci Mikailyan öldü. Diğer üyeler Safo, Asot, Tarkom, Mari olayı üstlendiler ve bu işin neticelenmesine karar verdiler. Bu kararın uygulanmasına, Filistin den istedikleri toprağı alamayan Yahudilerde her türlü desteği vermekteydi. Bir ara Yahudi Teoder Herzl’i bu taletten dolayı huzurundan kovduğu için sultanı ortak düşman ilan ettiler.[Bu konuda geniş bilgi için Siyonizm ve Türkiye Doç.Dr.Y.Kutluay Konya,l967 de bulabilirsiniz]Çünkü Yahudilerde Abdulhamidi yok etmek niyetindeydi.


ŞEYHÜLİSLAM CEMALETTİN EFENDİ, YOLUNU KESTİ
 “Cuma Selamlığı” merasimi esnasında, yolun iki tarafı muhafızlar ve Devlet adamları çevreyi kordon altına aldılar. Sultan, Cuma Namazı için Yıldız camiine geldi. İkinci katta “Hünkâr Mahfili”denilen kısımda namazını kıldı. Merdivenlerden bahçeye inerken, tesadüfen Şeyhülislam Cemaleddin Efendiye rastladı. Ona iltifat etti. Bir kaç dakika ayaküstü onunla sohbet etti. Tam bu anda, büyük bir gürültüyle patlama oldu. Atların parçaları, bazı insanların kol ve bacakları havaya fırladı. Caminin camları kırıldı. Herkes Camiye kaçtı. Sultan ise soğukkanlı bir şekilde olanları olduğu yerden takip etti. Sonra Saltanat arabasına doğru geldi ve:
-“Burayı kordon altına alın” diye bağırdı. Merasimi idare eden subaya döndü:
-“Hadi neden duruyorsun, selam emrini verdir” dedi ve oradan ayrıldı. Bunun neticesinde ise üç asker, halktan da yirmi üç kişi öldü, sekiz kişide yaralandı.
 Olaya karışanlardan bazıları yakalandı. Bunun üzerine, Tevfik Fikret, Ermenilerin”Kızıl Sultan”diye düşman ilan ettiği Sultanı suçlayarak…

“Ey şanlı avcı, damını bi Hüda kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun
Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş”


diyerek Ermeni ve Yahudiler lehine, Sultanın ölmeyişinden dolayı aleyhine üzüntülerini bildirmiştir Talat ve Cemal Paşalar da. Tutuklu olan Ermenilerin kurtulması için Mahkemeye baskı yapmışlardır. Ne garip tecellidir ki, yıllar sonrası bu iki paşa, yurt dışında iken Ermeni kurşunlarına hedef olup, ölmüşlerdir.

26 kişinin öldüğü, 58 kişinin yaralandığı ve 20 atın parçalandığı suikast girişimi, Sultan Abdülhamit’i öldüremediği için başarısız olunca, dönemin şairlerinden Tevfik Fikret yazdığı "Bir Lâhza-i Taahhur - Bir anlık duraklama" şiiriyle, adeta suikastın başarısızlığına üzüntüsünü dile getirmişti.

AVRUPA VE RUSYA’DAKİ ANARŞİSTLERLE TEMASA GEÇİLDİ
Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit’i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya’daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit’in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı. 

BELÇİKALI ÜNLÜ ANARŞİST JORRIS, İSTANBUL’A GETİRİLDİ
Bu iş için özel olarak İstanbul’a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edward Jorristi. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit’teydi. Edward Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişahın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü. 

Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris’ten başka, Rusya’dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler. 

GALATA KÖPRÜSÜ VE TÜNEL DE HAVAYA UÇURULACAKTI
Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba patlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata Köprüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit’in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı. 

Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana’da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye’ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul’da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.

80 KİLO PATLAYICI VE 20 KİLO DEMİR
İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi’den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa’dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamit’in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı. 

MİKAELYAN DA ÖLÜLER ARASINDAYDI
Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendiyle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesini çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı. 

ÇOĞU YURT DIŞINA KAÇTI, MİNASYAN TUVALETTE KARNINI DELEREK İNTİHAR ETTİ
Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı. 

EDWARD JORRIS BAĞIŞLANDI, PADİŞAHIN AJANI OLARAK ÇALIŞTI
Abdülhamit, Edward Jorrisi bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa’da Abdülhamit’in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir.

Abdülhamit’in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikreti pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Taahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti: 

“Ey şanlı avcı, damını bi Hüda kurmadın,
Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın.
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun
Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş.”
























1905 yılının 21 temmuzuydu. Padişah II. Abdülhamit'e Yıldız camisindeki cuma selâmlığından çıkmış, arabasına doğru ilerliyordu. Her zamanki gibi, caminin merdivenlerinden inecek ve dört yüz metre ileride bekleyen arabasına binecekti. Fakat bu sefer ufak bir gecikme olmuştu. Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Abdülhamit'in yolunu kesmiş, bazı konularda bilgi istemişti.

Padişah II. Abdülhamit'le Şeyhülislâm Cemalettin Efendi arasındaki konuşma oldukça uzamıştı. Tam bu sırada korkunç bir patlama duyulmuş, arkasından araba parçaları ve insan kol ve bacakları dört bir yana savrulmaya başlamıştı. Padişahın yanında bulunanlar korkuyla kaçışıyor, canlarını kurtarmak için sığınacak yer arıyorlardı. O kadar kalabalığın arasında kılını kıpırdatmayan, yüzünde en ufak bir heyecan ve korku izi görülmeyen tek bir kişi vardı: Kuruntu ve kuşkusu herkes tarafından bilinen II. Abdülhamit..

Ortada heykel gibi kıpırdamadan duruyordu. Yaverlerinden Miralay Sadık Bey korku ve telâştan kılıcını yere düşürmüş. Miralay Süleyman Şefik Bey de apoletini kaybetmişti. Çevresindekilerin can kaygısına düşüp çil yavrusu gibi dağılmaları, II. Abdülhamit'i çok kızdırmış ve olaydan sonra yaveri için :

"Kılıcını düşüren yaveri maiyetimde görmek istemem, Trablus'a sürgün gidecek!.." emrini vermişti. Tehlike savuştuktan sonra, sığındıkları yerlerden çıkanlara Padişah şunları söylemişti:

"Arabamı çekiniz, burayı kordon altına alınız, sorumluları tutuklayınız!.." Bu sırada, muhafız kıtalarının tüfeklerine mermi sürdüklerini görünce, töreni yöneten subaya :

"Selâm emrini verdir, ne duruyorsun!." diye bağırmıştı. Muhafız kıtası hazır ol durumuna geçince, cami kapısına getirilen arabaya binen Abdülhamit, âdeti olmadığı halde ayakta durmuş, dizginleri kendi kullanarak Çit köşküne varmıştı
Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kurmaya çalışan Ermeni Komitacıları karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Padişah II. Sultan Abdülhamit'i öldürmek istemişlerdi. Kendileri bu işte yeteri kadar tecrübeli olmadıklarından, Avrupa ve Rusya'daki uluslararası anarşistlerle ilişki kurmuşlar, onlardan Abdülhamit'in öldürülmesi konusunda yardım ve destek sağlamışlardı.

Bu iş için özel olarak İstanbul'a gelenlerden biri de Belçikalı ünlü anarşist Edvard Jorris'ti. O dönemde anarşizm bütün dünyayı sarmış, suikasta uğramayan hükümdar ya da cumhurbaşkanı hemen hemen kalmamıştı. Şimdi sıra II. Abdülhamit'teydi. Edvard Jorris, göze çarpmamak için Singer şirketine memur olarak girmiş, Padişah'ın cuma selâmlıklarını büyük bir dikkatle izlemeye başlamıştı. Abdülhamit, cuma günleri Yıldız camisinden çıktıktan sonra, 1 dakika 42 saniyede arabasının yanına gidiyordu. Birkaç cuma selâmlığını gözleyen Jorris, bu sürenin hiç değişmediğini. Padişahın bir saat düzeni içinde bu yolu, daima 1 dakika 42 saniyede aldığını görmüştü.

Suikastı hazırlayan örgüt oldukça genişti. Jorris'ten başka, Rusya'dan gelen Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Hacı Nişan Minasyan, Mıgırdıç Serkis Garibyan, Karabet Ohanesyan, Vahram Sabun Kendiryan, Silviyoriçi, Sari Torkom, Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleriydiler.

Hazırlanan plana göre, Yıldız camisi önünde bomba çatlatılıp II. Abdülhamit öldürüldükten sonra, Galata Köprüsü, Tünel, yabancı banka ve kurumlar havaya uçurulacak, yabancı devletlerin işe karışmaları sağlanacaktı. Filibe şehrinde Ermeni Komitacıları büyük bir toplantı yapmışlar, bu toplantıya Slav ve Siyonist örgütleri de katılmıştı. Pro Armenia gazetesi başyazarı Pirkiyar da bu toplantıda bulunanlar arasındaydı. Yapılan görüşmeler sonunda plan hazırlanmış ve II. Abdülhamit'in Yıldız camisinden çıkarken öldürülmesi kararlaştırılmıştı.

Gerçek adı Kristofor Mikaelyan olan fakat Samuel Fayn takma adiyle dolaşan Rus Ermenisi, Viyana'da Neseldorfer Wagenbefcu Fabriks Geselschaft firmasına bir fayton yaptırmış ve bunu parça parça Türkiye'ye sokmuşlardı. Deniz yoluyla gelen faytonun parçalarını İstanbul'da komitenin adamı Silviyoriçi alıyor, muayenesiz geçmesi için de gümrük memurlarına para yediriyordu.

İçine patlayıcı madde yerleştirilecek biçimde yaptırılan bu araba, bir araya getirildikten sonra, Şişli dışında denenmiş, amaca uygun bulunmuştu. Faytona 80 kilo patlayıcı maddeyle 20 kilo demir parçası konmuş, arabaya koşulacak atlar da, o dönemin ünlü tiyatrocularından "Kel" Hasan Efendi'den satın alınmıştı. "Machine İnfernale-Cehennem Makinesi" adı verilen ve bombayı istenilen zamanda patlatacak olan araç, Fransa'dan getirtilmişti. Bütün bunlar tamamlandıktan sonra, 21 Temmuz 1905 cuma günü fayton, Abdülhamit'in dört at koşulu arabasının yanına bırakılmış, Padişahın camiden dışarıya çıkması beklenmeye başlanmıştı.

Abdülhamit, caminin kapısında görününce Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Robina, Cehennem Makinesini çalıştırarak, bomba 1 dakika 42 saniye sonra patlayacak duruma getirilmişti. Fakat Padişah, kapı önünde Şeyhülislâm Cemalettin Efendi'yle konuşmaya dalınca, süre dolmuş, Abdülhamit ölümden kurtulmuştu. Suikast amacını gerçekleştirememişti ama, tam 26 kişi ölmüş, 58 kişi de yaralanmıştı. Ayrıca, 17 arabayla 20 at da parçalanmıştı. Cehennem Makinesi'ni çalıştırdıktan sonra kaçamayan Kristifor Mikaelyan da ölüler arasındaydı.

Suikastçılardan birçoğu yabancı pasaport taşıdıklarından yurt dışına kaçmışlardı. Fakat Edvard Jorris yakalanmıştı. Arabanın parçaları arasında bulunan Neseldorfer kelimesiyle 11123 rakamı, olayın aydınlanmasını sağlamış, konuşmamakta direnen Edvard Jorris de her şeyin ortaya çıktığını görünce, bütün bildiklerini anlatmıştı. Suikastçılardan Hacı Nişan Minasyan, sorgusu sırasında gittiği yüznumarada, teneke ibrikle bilek damarlarını ve karnını yırtarak intihar etmiş, geri kalanlar idam cezasına çarptırılmışlardı.

Abdülhamit, Edvard Jorris'i bağışlamış, ayrıca kendisine 500 altın vermişti. Jorris, daha sonraları Avrupa'da Abdülhamit'in bir ajanı olarak çatışmış, saraya önemli raporlar göndermiştir.

Abdülhamit'in Ermeni Komitacıları tarafından öldürülememesi, nedense Tevfik Fikret'i pek üzmüş ve bu üzüntüsünü "Bir Lâhza-i Ta'ahhur - Bir anlık duraklama" adlı şiirinde şu mısralarla belirtmişti :

"Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vurmadın"
Tevfik Fikret, Türk Edebiyatının duayeni, bu olay üzerine hemen kolları sıvayıp böyle sığ ve alçakça bir şiiri yazıvermişti. Ekmeğini yediği yere ihanet etmek değimini Tevfik Fikret'e armağan edebiliriz. Sultan Abdülhamid'e ne kadar muhalif varsa, bu gün onların isimleri ya cadde ismi olmuş(örn, MİTHAT PAŞA), ya da şiirleri edebiyat kitaplarında baş köşeye oturtulmuştur, bu durum gerçekten bana dayanılmaz bir acı veriyor. Otuz üç sene bir tek toprak kaybettirmemiş, uyguladığı denge politikası ile düşmanlarını birbirine düşürmüş, merhameti sayesinde birkaç vatan haini dışında kimseye idam cezası vermemiş bir padişaha bu lafları söyleyen şair ve münevverlerimize! Yazıklar olsun.Zaten Ermeni kundakcısının sonu da sevgili münevverimiz Tevfik Fikret'in dediği gibi, "KURTULDU HAKKIDIR ALACAK ŞİMDİ ÖCÜNÜ" olmamıştır, Ulu Hakan Ermeni kundakçısını affedip cebine para koyarak, Osmanlı adına ajanlık yaptırmıştır, işte lider budur merhamet ve akılla yoğrulmuş Sultanımıza saygı ve sevgilerimizle. Yazımızı Tevfik Firkete cevaben Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın o meşhur sözü ile bitirelim; Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba ile kast eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce, kim olduklarını tanısınlar diye… Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kast eden eli bombalı ırkdaşına "şanlı avcı" diyecek kadar hayâsız olmamıştır.


Türk edebiyatının önemli şairlerinden Tevfik Fikret'in eserlerinde ve fikirlerinde önemli bir yer tutmuş olan Haluk, babası tarafından çocukluğundan itibaren yeni aydın tipinin temsilcisi olacağı ümidiyle yetiştirilir. Tarih boyunca varlığını devam ettirmek ve geleceğini garanti altına almak "millet" olarak kalmanın vazgeçilmez şartı olduğundan, milletimiz de kendi tasavvuruna uygun, ideal ve özlemlerini gerçekleştirecek, kendini aydınlık iklimlere taşıyacak nesiller yetiştirmenin gayreti içinde olmuş; bunun için dâima maddî ve mânevî imkânlarını seferber etmiştir. İdeal nesillerin vasıflarının belirlenmesinde, insanımızın dünyaya bakış açısı en temel faktör olmuştur. Milletimizin İslâmiyet'le müşerref olmadan önceki dönemlerde benimsediği insan tipi, aksiyonu temsil eden daha ziyade dışa dönük "alp" kişiliğidir. Bunun karakteristik vasıflarını Oğuz Kağan Destanı'nda görmekteyiz. Oğuz Kağan'ın lisanıyla; "Daha deniz daha müren (ırmak) / Gün tuğ olsun gök kurıkan(çadır)" diye türküler söyleyen bu nesil, dünyayı fethedilecek bir zemin, diğer insanları da hâkimiyeti altına alacağı birer unsur olarak görür. Bu "Türk" mizacına İslâm ruhunun girmesiyle gerçek insanî ufku temsil eden yeni bir insan modeli ortaya çıkar. "Veli" olarak tarif edilen bu insanlar da "alp"ler gibi at sürerler; fakat bu atın yönü, en büyük düşman olarak gördükleri nefislerine doğrudur. Bu modele en güzel örnek Yunus Emre'dir. Bunun yanı sıra, dış özellikleri itibariyle "alp"e, iç dünyalarındaki derinlik itibariyle velilere benzeyen "alperen"ler ortaya çıkar. Osmanlı'yı, alperenlerin meydana getirdiği bir şaheser olarak görmek hiç de yanlış olmaz. Osmanlı'nın son dönemlerindeki kötü gidişat, yeni insan modellerinin aranmasına sebep olur. Bu arayışlar, Osmanlı'da 'yeni aydın' tipinin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu tipin vasıfları şairlerin ve mütefekkirlerin dünya görüşüne göre şekiller alır. Yakın dönemimizde bazı mütefekkir ve şairler, içinde bulundukları dönemin sıkıntılarını aşacak "yeni aydın" tipinin ideal kahraman ve nesil prototiplerini çizmişlerdir. M. Akif'in Asım'ı, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu Gençliği ve Tevfik Fikret'in Haluk'u bu prototiplere birer misâldir. Türk edebiyatının önemli şairlerinden Tevfik Fikret'in eserlerinde ve fikirlerinde önemli bir yer tutmuş olan Haluk, babası tarafından çocukluğundan itibaren yeni aydın tipinin temsilcisi olacağı ümidiyle yetiştirilir. Haluk kimdir? Haluk; Tevfik Fikret'in, şahsında yarının gençliğini sembolleştirdiği oğludur. Fikret'in, fikirlerini bir uygulama sahası olarak gördüğü Haluk, 14 Haziran 1895 tarihinde İstanbul'da doğar. Fikret çok sevdiği oğlu için şiirler yazar, kitaplarına onun adını koyar. Haluk; Fikret için ülkenin kalkınma sembolü, "karanlıkları boğacak ışık, gökten deha-yı nârı çalacak olan kahraman"dır. Fikret, 'Ferda' (yarın) olarak gördüğü Haluk'u çok sevmektedir. Ondan ayrı kalmak Fikret'i üzmektedir. Nitekim 1898 yılında Haluk henüz üç yaşındayken, Fikret ilk defa tutuklanır ve uzun uzadıya sorgulanır. Bu sorgulamalar esnasında oğlunu çok özleyen şair, "Halukçuğa" başlıklı şirini yazar: Ağlayan kim, ninen mi yavrucuğum, Bizi pek çok seven mi yavrucuğum? Sen Halûk'um; o, nazlı mâşukam, O mu kıymetli, sen mi yavrucuğum? Sizi bir an tahattur etmeyecek Hangi mel'un, o ben mi yavrucuğum? Fikret, oğlunu geleceğe henüz çok küçük yaşlarda hazırlamaya başlamıştır. Ona daha küçük yaşlarda 'garipler ve yoksullar' için kendi zevklerinden feragat etmenin telkinini yapar. "Haluk'un Bayramı" başlıklı şiirinde, güzel elbiseler giymiş oğluna, babasız çocukları hatırlatır ve elbiselerini onlara vermesini ister. Bu şiirinde Fikret, Haluk'a kendinin güzel elbiseler giyerek sevinmesinin, yetimleri ve öksüzleri sevindirmediğine, aksine onları üzüp, ağlattığına dikkatleri çekmiştir: Baban diyor ki: Meserret çocukların, yalnız Çocukların payıdır! Ey güzel çocuk dinle; Fakat sevincinle Neler düşündürüyorsun, bilir misin?... Babasız, Ümitsiz, ne kadar yavrucakların şimdi Siyah-ı mâteme benzer terâney-î idi! Çıkar o süsleri artık, sevindiğin yetişir; Çıkar, biraz da şu öksüz giyinsin, eğlensin; Biraz güzellensin Şu rûy-ı zerd-i sefâlet... Evet, meserrettir Çocukların payı; lâkin sevincinle Sevinmiyor şu yetim, ağlıyor... Halûk dinle! Fikret yine masal üslûbuyla yazdığı "Devenin Başı" isimli şiirinde; "Haksızlık eden başları bir gün koparırlar!" diyerek oğluna bazı mesajlar vermeye devam etmektedir. Fikret "Haluk'un Defteri" başlıklı şiirinde, oğlunun bir cümlesine dikkatleri çeker: Haluk, defterine bir Türk bayrağı çizmiş ve bayrağın altına; "Ölmek ve yaşatmak seni!" yazmıştır. Fikret bunu şiirinde şöyle anlatır: Defter bile denmez, sekiz on parça kâğıttır; Üstünde Halûk'un mütereddid kalemiyle Saf saf karalanmış yazılar, şüpheli hatlar; Bir yanda vatan bayrağı, altında şu cümle: "Ölmek ve yaşatmak seni!" Bu cümle Fikret'i o kadar heyecanlandırır ki, cümlenin yazıldığı kâğıtlar, Fikret için "bir yâr, bir yâr-i samîmî" olur. Fikret, şiirini bayrağa yaptığı şu hitapla bitirir: Ey şanlı vatan bayrağı, bir gün seni oğlum Bir mevkib-i zî-heybet-i hürriyet önünde Çekmiş görebilseydim... O, pür-hande ölürken Etmezsem eğer şevkıni takdîs ile secde, Dünyada en alçak baba elbet ben olurdum Fikret, 1909 Eylül'ünde henüz on dört yaşındayken Haluk'u elektrik mühendisliği öğrenimi için büyük ümitlerle İskoçya'nın Glasgow şehrine gönderdi. Aynı günlerde evlât sevgisiyle dolu olan şair, "Haluk'un Vedaı" isimli şiirini yazdı. Fikret bu şiirinde, oğlunun oradan vatan ve millet için faydalı bir insan olarak döneceği inancını işliyor ve Haluk'a şöyle nasihatte bulunuyordu: Ey şetâretli yolcu, sen yürü geç Sen bu menhelde kalma; sıçra, atıl Bir ziyâ kervanı bul ve katıl. Dâima önde, dâima yukarı; Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı; Pür- tehâlük hayât ü kuvvetten Ne bulursan bırakma: San'at, fen İtimat, itinâ, cesaret, ümîd; Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd Bize bol bol ziyâ kucakla getir Düşmek, etrafı görmemektendir!... Fikret, "Promete" başlıklı şiirinde Haluk'tan isteklerini tekrarlamaktadır. Promete, Haluk'un şahsında bütün vatan gençlerine seslenen bir şiirdir. Nasıl Yunan mitolojisinde Promete, güneşten ateşi çalıp insanlara sunan bir kahraman ise, Fikret de, oğlunun şahsında, bütün vatan gençlerini Batı'nın ilim ve tekniğini alarak milletlerini aydınlatmaya çalışan birer kahraman olmaya davet etmektedir. Fikret bu şiirde oğluna "meçhul elektrikçi" diyerek onu özel bir isim olarak değil, bütün gençliğin temsil-i ruhiyesi olarak görür: …Ey Müştâk-ı feyz u nûr olan âti-i milletin Meçhul elektrikçisi, aktar-ı fikretin Yüklen getir -ne varsa- biraz meskenet- fiken Bir parça ruhu, benliği, idraki besleyen Fikret, Haluk'la ilgili şiirlerinde; 'ışık, feyiz, nur, ziyâ' kelimelerini özellikle kullanır ve devamlı karanlıkları yok edecek ışıktan bahseder. Yine Haluk'un şahsında gençlere seslendiği "Sabah Olursa" şiirinde, bu motif daha net bir şekilde görülür: Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli; Silin bulutları, silkin zılâl-ı ehvâli; Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra "Haluk'un Vedaı" şiirindeki "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" mısraından da anlaşılacağı üzere o, ışık kelimesini "bilim" mânâsında kullanmaktadır. Ona göre bilim, bütün dertlerin devasıdır. Hatta bilim siyah toprağı bile altın yapacaktır. "Haluk'un Âmentüsü" adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir: Bir gün yapacak fen, şu siyah toprağı altın Her şey olacak, kudret-i irfanla inandım Tanzimat'la birlikte neredeyse bütün aydınlar bilime ve tekniğe büyük ehemmiyet vermiştir. "Bu şahsiyetler arasındaki fark, hepsinin birleştikleri bu noktadan ziyade, diğer sosyal ve beşeri kıymetlere verdikleri ehemmiyettedir. Akif, din+ilim; Gökalp, millî kültür+ilim terkibine inanmışlardır. Fikret ise, din ve millî kültürün yerine, bir hayli müphem olan insaniyetçilik fikrini koymak istemiştir." 1 Fikret'e göre ülkeyi düştüğü kaostan ancak fen kurtaracaktır, bilim çok önemli bir ışıktır, cehaletin üzerine güneş gibi doğacaktır. Fikret, Akif'ten farklı olarak bilimi putlaştırmıştır. Bugün bilim ve teknoloji yüksek bir seviyede olmasına rağmen gelişmiş dünyada huzur yoksa, bu, Fikret'in tespitinin eksik olduğunun bir göstergesidir. Aslında hayatının bir döneminde tevhitler yazan, Sabah Ezanı, Ramazan vb. şiirlerinde İslâmî esaslara uygun Allah inancını anlatan mısralarıyla dikkatleri çeken, Yasin okuyup, namazlarını kılan; ama daha sonraları "Tarih-i Kadîm", "Tarih-i Kadîme Zeyl" vb. şiirlerinden de anlaşıldığı gibi, bütün ilâhî dinleri inkâr ederek tek kurtuluş kapısı olarak bilimi gören Fikret'in hastalığı, 19. asrın müzmin hastalığı olan pozitivist felsefedir. İleriki yıllarda "kendini on dokuzuncu asrın sığ pozitivizmine kaptıran Fikret, dinin derin mânâsını anlayamamıştır." 2 Haluk ne olmuştur? Türk edebiyatında ve fikir tarihimizde üzerinde sıkça durulan Fikret'in gözbebeği Haluk'un akıbeti ne olmuştur. Fikret, çocukluğundan beri Türk milletinin aydınlık geleceğinin temsilcisi olarak gördüğü Haluk yüzünden en ağır tenkitleri almıştır. Çünkü Haluk, Robert Kolej'den ayrılıp İskoçya'da elektrik mühendisliği tahsiline başladığında Hristiyan bir ailenin yanına yerleştirilir. Haluk, tam hayatına yön verilecek bir çağda olduğundan ve millî ve manevî değerlerle yeterince donatılmadığından içindeki boşluğu burada doldurma arayışına girer. Bu yıllarda henüz 16 yaşında olan Haluk, bu ailenin telkinleriyle Hristiyanlığı seçer. Bu hazin durum, Türkiye'deki aile efratlarını üzer, özellikle çocukluğunda Haluk'u cuma namazlarına götüren dedesinin sinir krizlerine tutulmasına sebep olur. Haluk 1913 yılında izini kaybettirmek için, Amerika'ya geçer, Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümüne yazılır ve burayı 1916'da çok iyi bir dereceyle bitirir. Fikret'in; “siyah toprağı altın yapacak fen”i ülkeye getirmesi için küçük yaşlarda İskoçya'ya gönderdiği ve "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" diye tavsiyelerde bulunduğu oğlu Haluk, 1913'ten sonra bir daha yurda dönmez. Burada hem dinini hem uyruğunu terk eder ve başka bir dünyanın iklimine uzanır. Haluk'un bu hareketi, Fikret'in hayatını bilenler için önemli iki hâdiseyi hatırlatmaktadır: Fikret, "Haluk'un Âmentüsü" başlıklı şiirinde; "Toprak vatanım, nev-i beşer milletim!" diyerek, beynelmilel bir anlayış ortaya koymaktadır. Yine Fikret, "Galatasaray Lisesi ve Robert Kolej'deki görevlerinden dolayı bir dostunun: 'Niçin millî kurumlarımızda değil de, bir yabancı eğitim kurumunda çalışmayı tercih ediyorsunuz?' şeklindeki bir serzenişine; 'Benim irfanım artık tebdil-i tâbiiyet etmiştir.'der." 3 İrfanının tabiiyet değiştirdiğini söyleyen Fikret'e karşılık oğlu, her şeyiyle tabiiyet değiştirmiştir. Bu durum Müslüman ailelere çok önemli bir mesaj vermektedir: Çocukların müspet ilimler kadar, hatta daha fazla mânevî donanıma ihtiyacı vardır. Bu ihmal edildiğinde hedefin tam zıddı bir durum her zaman ihtimaller dahilindedir. Haluk üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikalı bir kadınla evlenir ve bazı üniversitelerde ihtisas yapar. Bu yıllarda boş zamanlarını "büyük hayranlık duyduğu" Hristiyanlığı araştırmaya vakfeder. 1928'de iş hayatına atılır ve büyük bir başarı göstererek mutfak malzemeleri üreten bir firmanın bölge temsilciliğini alır; neticede büyük bir servet sahibi olur. 1943'te verdiği bir kararla bir daha maddiyata dönmemek üzere kendini Hristiyanlığa verir. Bu yıl içinde Presbyterian Kilisesi'nin rahip yardımcılığına, 1956'da da Orlando'da rahiplik rütbesine yükselir. Bu sıfat, o tarihe kadar doğuştan Hristiyan olmayan sadece beş kişiye verilmiştir. Haluk, Amerikalı eşinden doğan çocuklarına Türkçeyi öğretmemiştir. Bu durum onun Türkçe ve Türkiye ile olan son bağlarını da koparmıştır. Haluk nihayet Haziran 1965'te Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken ölür. Kaynaklarda Haluk'un iç dünyasına dair fazla bilgi yoktur. Şair Talat Halman, Haluk'un hayatında bilinmeyen noktaları açıklığa kavuşturmak için 1963 ve 64'te Haluk'tan bilgi almaya çalışır. Halman, yazdığı bazı mektuplara cevaplar alır ve bunları daha sonraları bir gazetede yayımlar. 4 Halman, mektuplarında Haluk'tan 'neden din ve uyruk değiştirdiğini, ülkesine bir daha neden dönmediğini, babasıyla arasının açık olup olmadığını' ve yukarıda bahsettiğimiz "Toprak vatanım, nev'i beşer milletim!" mısraını nasıl anladığını öğrenmek ister. Haluk, mektubunda babasıyla ilgili şunları söyler: "Babam, bende edebiyat ve sanat istidadı bulunmayışından dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ünlü şiirlerini yazdığında ben çocuk denecek yaştaydım. İtiraf edeyim ki, o şiirleri anlamıyordum." Ve ardından babasının şiirleriyle ilgili acı bir gerçeği şöyle dile getirir: "Babamın benim adıma yazdığı şiirlerin bir nüshası bile yok elimde. Zaten Türkçeyi de büyük zorluk çekerek okur oldum."5 Ve Haluk, imzasını 'H. Halouk Fikret' şeklinde atar. Haluk'un, Talat Halman'ın mektuplarına 28 Ocak 1964'te yazdığı cevapta, babasıyla ilgili şunlar vardır: "Babamın sanat ve şiir istidadına kıyasla ben fazla pratik bir insandım. Zannederim, kendi hayatında gayet önemli olan şeylere ciddi ilgi göstermeye elverişli olmayışım, onu hayal kırıklığına uğratmıştı." 6Evet, Fikret'in tâ bebekliğinden beri büyük ihtimamla büyüttüğü, Türk gençliğinin gelecekteki sembolü olarak gördüğü, dönemin en iyi okullarında okuttuğu, ziyâ kucaklayıp getirmesi için aydınlık(!) diyarlara gönderdiği Haluk'un yapısı ve kişiliği, babası için önemli olan konulara ciddi alâka göstermeye elverişli değildi. İskoçya'ya gönderirken oğluna; "Beklerim bir zafer esâsen ben, kılıcından ziyâde kalbinden!" diyen Fikret, oğlundan zafer değil, büyük bir hezimet görmüştü. Haluk'un aynı mektubunda başka bir bilgi daha yer almaktadır: "1916 Haziran'ında ABD'de makine mühendisliğinden mezun oldum. 1920'de Robert Kolej'e makine mühendisi olarak girecektim. Eşimle pasaportumuzu çıkartmıştık, birkaç hafta içinde vapurla yola çıkacaktık. Tam o sırada yurda dönmenin uygun olmayacağı haberi geldi. Bu, dinî inancımdaki değişme yüzündendi. Dinî temayüllerimdeki değişmeyi babam biliyordu. Bunu bir defasında babamla konuştuk; ama kendisi bu bakımdan açık fikirliydi. Kendi kararlarımı kendi başıma vermemi istedi. Annem hiç memnun olmadı. Dedem ise (annemin babası), hayal kırıklığına uğradı. Babam, Allah'ın birliğine inananlardandı. Allah'a Yaradan olarak inancı vardı." 7 Haluk yukarıda verdiği bilgiye göre 1916'da okulunu bitirmiştir. Birinci Dünya Harbi'ne denk gelen bu tarihlerde yurda gelerek, çocukluğunda Türk bayrağının altına yazdığı "Ölmek ve yaşatmak seni!" mısraındaki hislerini gerçeğe dönüştürerek, vatan uğrunda bir mücadeleye girişebilirdi. Fakat Haluk, buna yanaşmamış, ülkesi "derinden gelen zelzelelerle sarsılırken" ülkesinden oldukça uzaklarda yaşamayı tercih etmiştir. Cemil Meriç: "Haluk, bir cins isimdir, tarihten kaçanların ismi." 8 diyerek yabancılaşmış Türk aydınını Haluk'un şahsında müşahhaslaştırır. Bizce Haluk'un durumu, Tanzimat'tan bu yana çocuklarına sağlam bir dinî eğitim ve şuur verememiş anne-babaların durumunu çok güzel yansıtır. Çocuklar ne kadar modern okullarda okutulsa, onlara ne kadar güzel imkânlar sunulsa da, millî ve mânevî değerlerle donatılmadıkları takdirde, hiçbir zaman istenen gâyeye ulaşılamayacaktır. Evet Haluk, kaybolmuş veya kaybedilmiş nesillerin ortak adıdır. Fikret, Haluk için yazdığı bir şiirinde (Bir Tasvir Önünde) ona şöyle hitap ediyordu: İnsanlığı ihyâ için îsâr edeceksin; Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin! Bu sözlerin doğruluğu şüphe götürmez; fakat Haluk doğru yolu bulamadığı gibi, gittiği yolda da hep yalnız kalmıştır. Belki de Fikret, "İnan Halûk, ezeli bir şifâdır aldanmak!" mısraıyla, Haluk'tan beklediklerinin bir arzudan öteye geçemeyeceğini seziyordu.

Kaynak: http://www.edebiyatfatihi.net/2012/12/tevfik-fikretin-oglu-haluka-ne-oldu.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder