31 Ocak 2015 Cumartesi

Hain Keklik



Gülen’in bu açıklamalarını dinlerken nedense aklıma şu hikaye geldi:

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafetle Kuşlar Çarşısı’nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişmiş padişahın. Bu grup kekliğin üzerindeki etikette 
“Tanesi 1 altın” yazıyormuş.
Hemen yanı başında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha varmış ki, fiyatı 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılmış.
Hayırdır” demiş satıcıya, 
Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?” Satıcı 
Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluyor” demiş. Sonra da eklemiş: “Tabi arada avcılar da o tarafa dolaşan keklikleri daha rahat avlıyorlar.”
Padişah, 
“Satın alıyorum bu kekliği, al sana 300 altın” demiş.
Sultan Selim parayı verip aldığı kekliğin kafasını hemen oracıkta koparmış.
Satıcı şaşkın tabii, padişahı da tanımamış: 
“Be adam! Na yaptın? En maharetli kekliğin kafasını koparttın” diye dövünmeye başlamış.
Padişah bunun üzerine adeta gürlemiş:
Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bu gibilerin akıbeti er ya da geç budur.”
Fetullah ve Alevilik
Fetullah Gülen, ömrü hayatının son günlerinde, Alevilere kucak açtığını söylüyordu. Gülen alevilere sempatik görünmek için, “Alevilerin Diyanet’te görev alması gerekiyor” diyor, “Aleviler cem evleri açmalı”şeklinde konuşuyordu. Fetullah Gülen’in 35 yıllık yol arkadaşı ise, Gülen’in, “Türkiye için PKK’dan daha tehlikeli Alevilerdir”dediğini hatırlatıyor, onun söylemlerinde samimi olmadığını yine Gülen’in şu sözleri ile kanıtlıyordu:
“Türkiye’deki en tehlikeli akım, PKK’dan 100 kat daha şiddetli olan Aleviliktir.”
Fetullah Gülen, Aleviler hakkında esip gürlemeye her zeminde devam ediyordu. Gülen, “Güneydoğu Meselesi” konulu ev toplantısında; Alevilik ve Sünnilik arasında bir fark olmadığını, bunu eskiden Fars yani İran kendi adına bir farklılık olarak ortaya koyduğunu söylüyordu. Meydanı boş bulunca hızını alamayan Gülen, Alevilik adına hareket edenlerin Anıtkabir’i “Tavla” yani At Ahırı yapacaklarını şu sözler ile iddia ediyordu:
“Alevilerle Sünniler arasında bir farklılıktan bahsedilmemesine rağmen eskiden birileri Fars hesabına bir faklılık ortaya koyuyordu! İmaret hesabına, emirlik hesabına bir farklılık ortaya sürüyor, imaret farklılığını bir yönüyle alevilik gibi gösteriyor ve Sünniliği de düşman sayıyordu!
Şimdilerde bu meseleyi din adına değil de dinsizlik hesabına ateistler sahip çıkıp, bu ülkede beraber yaşayan insanların bir kesimini diğer kesimiyle vurdurmak istiyorlar… Tabii şimdiki biraz daha tehlikeli, bunlar laik görünüyorlar… Kemalist görünüyorlar, görünme; olmadan başka bir şeydir. Görünmeyi esas almadan insanın olması mümkün değildir…
Ve bir şey daha söyleyeceğim. Alevilik hesabına hareket ediyor görünenlerin ilk defa yapacakları şeyi söyleyeyim; Anıt Kabiri tavla yapacaklar. Şimdiye kadar demediğim şeyi diyorum. Ve buna kalıbımı basarım.”
Gülen, konuşmasında; “Bir Ateist nasıl Sünni olamaz, alevi de olamaz”diyor, bu sözlerini de Dev Yol’cu, Dev Solcu, kendi deyimiyle Markscı ve diğerleri için de geçerli sayıyordu.
Yezid; Alevilerin Fırlatması
Fetullah Gülen, Alevilerin ileri gelenlerinden senatörlük yapmış biri ve çevresi ile kahvaltı ve yemekte buluştuklarını, onlara; sizin cem evi, kütüphane ve benzeri yerler yapmanıza destek olalım , biz hiç gelmeyelim, görünmeyelim, bunları siz yapmış olun dediğini anlatıyor, ardından da Yezid için “Alevilerin fırlatması” tabirini kullanıyordu.
Gülen, Alevileri “Müfritlikle” suçluyor ve şunları söylüyordu:
“Bu Allah’ın işlerine bakıyorum, o kadar, bazen hayranlık duyuyorum ki, neticede şeytana tapma vardı, Yezidilerde. Ama bu meselede mebde itibarıyla bu bizim meşhur Yezid ile başlamıştır. Bu Yezid de avamca bir ifade ile söyleyeceğim, ne kadar çirkin belki, o alevilerin fırlatması Yezid’dir. Onu o hale getiren Aleviler olmuştur… O da bir tepki insanıdır.
Bazı güzel işlerini görünce öyle küçük küçük başlamış, ona sahip çıkma başlamıştır. Mesela biz hep Yezid deyince, Allah Yezid’in canını alsın. Allah Yezid’in belasını versin falan demişlerdir. Onun bazen böyle iyi yanları vardır. Arz ediyorum. Hep Hz. Müaviye Ukba Bin Naifin koluna zincir vurulunca gelin diyor. Hilafete babasından sonra açtırmış ona Afrika’nın Fatih’i demiş, zulüm olur hemen açın demiş. İşte böyle kadirşinas davrananlar, onun bu yanlarını gören insanlar da var.
Fakat gel gör ki, O müfrit Aleviler, hiçbir fazileti kabul etmiyorlar. Onlara göre tek fazilet Ali demek, Hasan demek, Hüseyin demek… Ali, Hasan, Hüseyin, demedikten sonra sen Afrika’yı feth etsen, Avrupa’yı da feth etsen yerin dibine batsın o fetih… İşte bakın bu da ifratkar bir tarzı telakkidir…”
Gülen, Aleviler hakkındaki bu düşüncelerini yazıp kitap haline getirmek istediğini söylüyor, ancak diyalog sürecinde şunla bunla uğraşmak zarar getirir gerekçesiyle yazmadığını belirtiyordu.
Gülen, Aleviler için;
“Ali sevgisi onları kurtaramamış” şeklinde konuşuyor ve Alevileri şu şekilde suçluyordu:
“Sizin çoğalmanızdan hezeyanlara kapılıyorlar…”
Peki, Fetullah’ın “Ali” dediği kim?
Peygamberimizin amcasının oğlu, damadı ve cennetle müjdelenen on sahabe’den biri.
Başka;
Gülen’in özlemini duyduğu Hilafet makamının üç numaralısı…
Gülen, hiç bir samimi Müslaman’ın hitap edemeyeceği bir şekilde Hz. Ali (ra) ye hitap ediyordu:
“Ali.”
Gülen’e soralım: Hz. Peygamberin torunları hakkında sanki mahalle arkadaşından bahseder gibi bahsetmek İslam ahlakının ne tarafına düşmektedir. Zerre kadar İslami terbiye alan biri onlar için herhangi biri gibi “Hasan, Hüseyin” diyebilir mi?
Gazi Olayları
Emniyet içindeki Fetullahçı yapılanmanın saldırısı sonucu hayatını kaybeden Dr. Necip Hablemitoğlu, “Fetullah Gülen’in istihbaratçılara olan özel ilgisi” başlıklı yazısında şunları anlatıyordu:
“Fetullah Gülen, ABD’ye hicret etmeden önce, Aktüel dergisine verdiği demeçte, kendisinin devletin istihbarat birimleri ile ilişkisini açıklama gereği duyarak, bu birimlere yaptıkları hakkında önceden bilgi vermekte olduğunu söylemiştir. Tabii, bu bilgi alışverişini, kendi müritleri dururken, laik hukuk sistemini savunan Cumhuriyetçi istihbaratçılarla yaptığına inanmak safdillik olacaktır.”
Gülen, Gazi olaylarının patlak vereceğini gösteren is tihbarat raporunun aylar önce kendisine verildiğini, kendisinin de bunu devletin başındaki insanın en yakınına 1,5 ay önce sunduğunu söylüyor ve şunları anlatıyordu:
“… Hatta burada yine bir kısım istihbarı raporlara dayanarak, demeye mezun muyum, değil miyim, bir hususun kapağını açacağım. Burada bir ukalalığımı da arz etmeme müsaade eder misiniz? Bunca, böyle bu işte saçlarını ağartmış adamların ukalalığı olabilir. Ben iyi bir insan değilim.
Gazi olayları olmadan evvel, Türkiye’nin her yerinde böyle bir patlama olacağını 1,5 ay evvel ben devletin başındaki insanın en yakınına verdim. Dedim, Türkiye’de bir şeyler planlanıyor, raporu okuyun, bana bir dostum verdi bunu. Aleviliği oyuna getirmek istiyorlar.
Türkiye’de bir kısım Alevi ocak ve bucaklarını kundaklayacaklar. Avrupa’da bu iş için çıkardıkları mecmualar var. 1,5 ay evvel ben bunu, raporu verdim, 25-30 sayfalık bir rapor. Alevilerden bazı yerleri vuracaklar ve Sünniler bizi vurdu diye Alevileri ayaklandıracaklar.
Verdim ve bekledim ki, devletin başındaki insanlar bu mevzuda çare ararlar. Sonra hata ettiğimi anladım. Mesela o, medyaya verilebilirdi. O mesele, o bir Samanyolu’nda bir Ayna programında benim de şahsen o arkadaşı bilmemden ötürü mütalaam alınarak değerlendirilebilirdi…”
Şayet Fetullah Gülen’i ve Fetullahçı yasadışı yapılanmayı tanımıyorsanız, bu kaseti izlediğinizde, mutlaka bir fikir sahibi olursunuz. Bir devlet düşünün ki, ulusal birliği ve bütünlüğü açısından tehdit altında. Bu, devletin istihbarat birimlerince saptanıyor ve raporlaştırılıyor.
Buraya kadar tamam; esas önemli olan buradan sonrası. Bu raporun, hiyerarşiye uygun bir biçimde makamlara sunulmasından sonra Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, oradan İçişleri Bakanlığı’na ve konunun aciliyeti ve önemi açısından da Cumhurbaşkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’na gönderilmesi gerekmez mi?
Bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti olursa, iş değişiyor. Raporu hazırlayan istihbaratçı, raporunu gereği için Fetullah Gülen’e gönderiyor ve ancak onun “durumun vehametini idrak etmesinden” sonradır ki, aynı raporun kopyası, yine gayrı resmi “en üst makam” ya da cemaat hiyerarşisinde “Kainat İmamı” Fetullah Gülen eliyle, bir başka mutemete, yani halk arasında “Başbakan’ın Gölgesi” olarak ünlenen şahsa iletiliyor. Bu arada, devlet adına yaşanılan bir çelişkinin de altının çizilmesi gerekiyor:
Cemaat hiyerarşisine göre, bir polis memuru, bir bekçi üst bir konumda ise, cemaat hiyerarşisinde daha altta bulunan bir Emniyet Müdürü’nün devlet ya da kurum hiyerarşisini dikkate almaksızın, o kişiye “biat” etmesi, bir başka ifadeyle onun emirlerine harfiyen uyması gerekiyor.
Aynı şekilde, mübaşirin ya da zabıt katibinin “İmam” olduğu bir sistemde, bu mübaşirin ya da zabit katibinin mürit hakime emir vermesi, karar dikte ettirmesi gibi bir sonuç doğuyor. İşte, tarikatların ya da cemaatların güçlenip devlete sızdığı noktalarda, devlet hiyerarşisi resmen çöküyor, Türk Devleti, en önemli zaafını bu noktada yaşıyordu.
Neyse dönelim Gazi olaylarına; Gazi Mahallesindeki provokasyonun olduğu dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkan Vekili koltuğunda Hanefi Avcı oturuyordu.
12 Mart 1995 tarihinde saat 20:40 sıralarında Alevi vatandaşların yaşadığı Gazi Mahallesi’nde bulunan kahvehanelere bir taksiden ateş açılıyor, altmış yaşındaki Alevi dedesi Halil Kaya hayatını kaybediyordu. Tam olaylar yatışmışken gece 03.45’de Polis panzerinden Cemevi’nin önünde bekleyenler üzerine ateş açılıyor, şakağından vurulan Mehmet Gündüz hemen orada yaşamını yitiriyordu.
Bu ölümün ardından olaylar patlak veriyor, çoğu polis kurşunu ileolmak üzere yirmi bir kişi hayatını kaybediyordu.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder