31 Ocak 2015 Cumartesi

Fasildan yalana,Kur ana ìftiralar


Nasr Suresi’ni anlatan Gülen, surede geçen “Vel feth” ifadesini “Fethullahi” diye çevirdi, buradaki nükteyi ise Allah’ın insanları ‘hizmet ve cemaate’ sokması olarak yorumladı.


Gülen, Ayetteki ‘el-feth’i ‘Fethullah’a çevirdi
Ardı ardına ettiği beddualarla gündemden düşmeyen Fethullah Gülen, daha önce yazdığı kitaplarda da surelerdeki bazı ifadeleri hizmet hareketine yorumladığı ortaya çıktı. Fethullah Gülen Fasıldan Fasıla adlı kitabında, Nasr suresindeki “Vel feth” ifadesini “Fethullahi” olarak yorumlarken, Hz. İsa’nın dünyaya gelişiyle ilgili de farklı yorumlarda bulunuyor. Hz. Meryem kıssasındaki “Ruh” un Hz. Muhammed olabileceğine işaret ederken, kitabın başka bir yerinde ise nebilerin şehvet hissinin normal insanlardan çok daha fazla olduğunu söylüyor.
Cemaate katılımı anlamış
İşte Fethullah Gülen’in Fasıldan Fasıl adlı kitabından kafaları karıştıran ifadeleri:
*Nasr suresinin ilk ayeti “izaca e nasrullahi vel feth”. Nahiv kuralları açısından ma’tufda muzafu’n-ileyh hazf edilir ve ondan bedel kelimenin başına belirlilik takısı olan lam-ı tarif gelir. Dolayısıyla burada “ve’l feth” ve “fethullahi” demektir. Buradaki nükteye gelince; Allah’ın bizi yaratması, hizmet yoluna sevketmesi, halkın kalbini bize tevcih etmesi. Hepsi Allah’ın yardımı ve inayetiyledir.
*Aslında bu hangi seviyede ve nerede olursa olsun davayı temsil eden her fert ve cemaat için geçerlidir.
Fethullah Gülen’in, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’le Peygamberimiz Hz. Muhammed’i nikahlı olduğunu ima eden yorumu ise ‘Dinlerarası diyalog anlayışına zemin’ hazırlama olarak yorumlanıyor. İşte Gülen’in Ruh ve Hz. Meryem’le ilgili yorumu:
Hz. Meryem kimle nikaylıydı
“Acaba ne idi bu ruh?  *Bütün tefsirler bunu (ruh) Cebrail (as) olarak ifade ediyor. Fakat ayette “ruh” tabiri kullanılıyor. Bu ruhun tayininde ise ihtilaf vardır. İhtimalin sınırları ise, ihtilafın çerçevesini aşkın ve Efendimiz (sav) ruhunu da içine alacak kadar geniştir. Çünkü Hz. Meryem çok afife ve nezihe bir kadındı, bu itibarla da gözlerinin içine bir başka hayalin girmemesi gerekirdi. Ayrıca efendimiz (sav) de, bir makamda onu kendisiyle nikâhlandığına işaret etmektedir. Bu açıdan da “ruh” Efendimizin ruhu da olabilir.
Şimdilik sokağa dökülmeyin
*Ayrıca, Allah lafz-ı celalin baş harfi olan “elif”, Ahmed’in de baş harfidir. Allah, Ahmed’de mütecellidir. Hizmet-i imaniye de bulunanlar şeffaf birer ayna hükmündedirler. Onlara bakanlar, asli olan peygamberlerini görürler. Tahriften evvelki Hıristiyan Hz. İsa’yı, Müslüman ise Hz. Muhammed’i görür. Bugün, hizmetteki bası hususiyetlerde evsaf-ı İseviye ne kadar ileri giderse gitsin, evsaf-ı Muhammediye daima hâkimdir. Zira Hz. Mesih, bir hadisin işaretiyle “Bazınız bazınıza imamsınız” buyurur. Bu: “Ben imam olamam” demektir. Bugün devrin getirdiği şartlar ve hizmetin stratejisi açısından bir yanağını vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme diyorsak, bir manada bu ruhu temsil gereğinden dolayıdır. İleride inşallah..”
Nebi, normal insan değil
Peygamberlere insani yönden olağanüstü güçler atfeden Fethullah Gülen şunları anlatıyor: “Nebi, kalbi, beyni, sinir sistemi ve bütün fakülteleri azami seviyede çalışan insan demektir. Bu sebeple, nebinin hayatı, normal insani buudların üzerinde cereyan eder. Onun duyması, sezmesi, hisleri, arzu ve istekleri hep zirve noktalarda dolaşır. Mesela, nebinin şehvet hissi, normal insanınkinden kat kat fazladır. Efendimiz’in (sav) bu hususta, “Ben, sizin her birinizden 25 kat daha güçlüyüm” buyurması, sahih bir hadiste ifade edildiği üzere, Hz. Süleyman’ın bir gecede 90 küsur hanımla mübaşerette bulunabilmesi, bunun bir göstergesidir.”
*Evlenmeyiş nedenini şöyle açıklamıştır: "Ertesi gün erken vakitlerde bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: "Akşam rüyamda Efendimizi gördüm. Size selam söyledi ve "evlendiği gün, ölür ve cenazesine de gelmem" buyurdu." Bu bir rüyaydı ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım." (Fethullah Gülen, Bkz. Küçük Dünyam sf. 63) 
Fethullah Gülen’in tasavvurundaki “ilâhi nizam”a giden yolun, iki önemli dönemeci bulunmaktadır: “tedbir ve istihbarat”, “maarif ve şirket”. Yasadışı fethullahçı yapılanma, bu iki dönemeci aşmış; nihai hedefe doğru, -her ne kadar şeyhleri A.B.D.’ne hicret zorunda kalsa da- yol almaya devam etmektedir. Yüzlerce şirketin sağladığı milyarlarca dolarlık bir ekonomik kaynağın desteğindeki yurt içi ve dışı yüzlerce okul, dersane, üniversite ile binlerce yurt ve onbinlerce ışıkevi!.. Diğer taraftan, yasadışı yapılanmanın silahlı gücünü oluşturan; düşmana korku, müritlere dokunulmazlık ve güvenlik ile ülke imamına ve istişare kurulu üyelerine, devlet kaynaklarından son derecede önemli ve kesintisiz istihbarat akışı sağlayan -T.S.K.’ne alternatif- kimi emniyet mensupları!..
Fethullah Gülen için istihbarat birimlerinde kadrolaşmak niye bu kadar çok önemlidir?!. En önemli neden, bir türlü yeterince sızmayı başaramadıkları Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı silahlı ve de yasal bir güce sahip olmaktır. Adliye ve mülkiye kadrolaşması ise, bu gücü daha da pekiştirecek ve devletin içten ele geçirilmesini ya da bir başka ifadeyle devletin “kansız” teslim alınmasını temin edecektir.
Fethullah Gülen ve de genel olarak tüm nurcular için, Atatürk ve İnönü dönemi polisiye takibatlarından kaynaklanan bir ürküntü, hatta yaygın korku sözkonusudur. Ancak, iyi (!) bir polisten gördüğü yardım, Fethullah Gülen’in istihbarat konusundaki ufkunu değiştirmiştir:
“Edirne’den gelirken dosyam dolu gelmişti. Takibe maruz idim. Peşimde daima bir polis bulunuyordu. Fakat Cenab-ı Hak’kın bir lütfu, bu polis İmam Hatib’in orta kısmından mezundu ve benim de hemşerimdi. Erzurum’luydu”
“Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir HAYATİ MÜESSESEDE bizin arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim O ÜNİTELERDE GARANTİMİZDİR. Bir ölçüde onlar bizim varlığımızın teminatıdır” (4).
“Türkiye’de önümüzü kestiler. Yürüyemiyoruz, orada durgun sular gibi bir de gölleşme imajı uyandıracaksınız. Zorlayacaksınız, yerinde yürüyor gibi yapacaksın. Çünkü durmak, hem de durgunluk paslanma meydana getirir.... bu Mülkiye’de de, Adliye’de de her zaman sözkonusu olur. Yürümeli, eğer biz tüm nabzı, kalbi dinledik. Baktık ki, geriye adım attıracaklar, bence adım atmam beklerim, fırsat kollarım. Yani her şey bir oyundur. Kung Fu gibi bir oyundur. Taek-wando gibi bir oyundur. Yani her zaman insanın hasmını bir yumruk vurup, yere yıkması şeklinde değildir. Bazen hasmından kaçmak bile çok önemli bir manevradır. Kuvvet dengesi yoksa, kuvvete başvurmayın. Çok iyi planlayacak, ona göre yürüyeceksiniz. Dışarıdan bizi korkaklıkla itham edeceklerdir. Allah bizim çaremize bakacak” (5).
“Devletle çatışarak bir yere gidemezdiniz. Demek devletin de, bu çok yüksek gayeleri gerçekleştirmek için belli bir kıvama gelmesi lazım. Devletin belli ölçüde, o kıvama geldiğini söyleyebiliriz... Bütün bu farklı kanaatleriniz halihazırdaki zemini değerlendirme açısından, körü körüne devlet düşmanlığı yapmanızı, devletle çatışmacı bir tavra girmenizi gerektirmez... Bizler evrensel bir mesajın hizmetkârlarıyız” (6).
“Evet, tırmanma şeridindeyiz; yükümüz çok ağır ve zirvelerde bizi görmeye tahammülü olmayan bir sürü hasmımız var” (7).
“Dava insanlarının münferit hareket etmeleri son derece sakıncalıdır....davaya zımni ve kapalı bir ihanettir” (8).
“Bu adliye için de aynen söz konusudur. Yani siz hâkim değilseniz, başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek öyle dengeli, dikkatli, tedbirli, temkinli yürümekte yarar var ki, geriye adım atmayalım. Zıplayacaksın, yerinde yürüyor gibi yapacaksın. Çünkü durmak sende durgunluk, paslanma meydana getirir. Bu açıdan hiç durmamalı. İşler en kötü duruma göre hesap edilmeli. İyi çıkarsa hızlı yürürüz. İyi bir maratoncu gibi koşarız. Bakarız ki tıkanmalar var bu defa da zıplarız, yerimizde zıplarız öyle durma yok bizde” (9).
“Arkadaşlarımızın mevcudiyeti İslami geleceğimiz adına bu işin garantisidir. Bu açıdan Adliye, Mülkiye veya başka hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ülkelerde garantimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır. Zayiata meydan vermeyin. Daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu demeli, sürekli o araştırılmalı, daha bir takviye edilmeli, fakat mevcuttan da bir ölçüde taviz verilmemeli derken yani fevkalâde korumaya alınmalı, katiyyen zayiata meydan verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Bu koruma mevzuunda işte arz ettiğim gibi belki işin esnekliğinden istifade edilebilir. Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın. Bu açıdan, diğer taraftan bu kanun ve kuralları kullanma, biraz önce anlattığım esneklik içinde, diğer taraftan bir kanun ve kural adamı olma imajını uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli, denmeli ki muntazam terfilerin arkasında bir ölçüde bu vardır. Ve sizin ilerki dönemde daha hayati, daha önemli yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Yani sivrilmeden mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek, iş de bu iki müessesede olduğu gibi hayati, dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur. Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma ve eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan, hissettirilmeden dönüp geriye gelme meselesi geleceğimizin adına çok esaslı hususlardır” (10).
“Hâlâ bu sistem devam ediyor ve bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lâzım, keşfetmeleri lâzım, aşmaları lâzım, hava boşluğu gibi bu da meselenin diğer yanıdır. Bir diğer yanı da, ister adliyede, ister mülkiyede arkadaşlarımız gittikleri yerlerde daha rahat iş yapmaları, tutunmaları, büyümeleri, kaymakam iseler vali olmaları, sıradan bir hakim iseler, şayet taktir toplayan bir hakim olmaları, biraz orada da böyle taşra teşkilâtında, siyasi güçlerle, siyasi kuvvetlerle de belli ölçüde bize yüzde yüz ters olan insanlarla açık bir diyalog olmasa bile onlarla da böyle çatışmamalı, fakat az buçuk böyle aynı cephe sayabilecekleri yani duygumuza, düşüncemize, siyasi mülahaza ile bile sıcak bakan ve sizi bütün, bütün ret etmeyen bir çevre içinde mütalaa edebileceğimiz siyasiler vardır. Refahtan bugünkü manasıyla, DYP’ye kadar yaşayan bir şeydir, siyasi yelpazedir. Bu insanlarla çatışmadan onlarla aramızdaki farkı, müşterekleri ortaya koyarak, o çizgide belli bir münasebet tesisinde yarar var bence” (11).
“Meselâ geldi Mahmut Efendi, sizin kafanız gide gide onların mübarek sarıklarına, cübbelerine takılır. O önemli bir vazife ...gören o zat, bana göre çok önemli, ama hayatı bazı ünitelerinde, bazı sahalarında, bazı kimselerin öyle olmasında yarar var yani, hazret o hususa kilitlenmiş olduğundan dolayı o işin dışındaki işler Allah kapalı tutuyor olabilir ona, neden yani, demiştir ki benim Mahmut’cuğum sen fazla dağılma o türlü şeylere, sen çarşafı, sen şalvarı, sen cüppeyi, sen sarığı propaganda et. Bu çok lüzumlu. Hakikaten gençler için fena duygulara, fena düşüncelere karşı sakal kadar koruyucu, başka bir sütre yoktur, şalvar da o sütre yanında ayrı bir sütredir, cüppe de ayrı bir sütredir. Mahmut Efendi’nin sizin gözünüze ilişen şalvarına, sarığına, sakalına, gözünüze iliştiği zaman bile bu meselenin makûl mahmilini bulacak, çözeceksiniz. Kaldı ki, onun için bu yana bakın, tenkit edeceğiniz yani sizin böyle olunca meselâ EMNİYET TEŞKİLÂTINA nasıl girecek bu insanlar, bu insanlar nasıl VALİ olacaklar, KAYMAKAM olacaklar, birader takılma, onu sen yetiştir, başkası yetiştirsin” (12).
“İster maddi güçleri bakımından, isterse kendi ülkelerindeki güç kaynakları ve gücü temsil eden kaynaklar bakımından, isterse maddi güçleri bakımından, isterse ilim mahfilleri açısından, isterse toplumun büyük kesimlerine, büyük kısımlarına, bu duygu ve düşünceyle ulaşma açısından, belli bir noktaya, belli bir kıvama gelecekleri ana kadar, bu şekilde hizmete devam etmeleri şart, zaruri, lüzumlu. Yanlış bir şey yapar, kıvama ulaşılmadan, özleriyle tam bütünleşmeden, gereken mesafe alınmadan, bir kısım erken huruç diyebileceğimiz çıkışlar yapılırsa, dünya başlarını ezer ve müslümanlara Cezayir’deki hadise gibi yeni bir hadise yaşatırlar. Suriye’deki gibi 82 vak’ası gibi bir fecaat ve fezaat yaşatırlar.... Bir yanlışlık bize falso yaşatır ve bu falso ile yediğimiz mağlubiyeti telafi edemeyiz, yanlışı telafi edemeyiz. Bu sefer onlar sizi kıskıvrak derdest eder, bir daha belinizi doğrultmanıza fırsat vermezler hafizanallah.... Dünya firavunlar çağını yaşıyor, toprak firavun bitirmek için pek münbit, öyle bir dönemde tam özünüzü bulabileceğiniz , kıvama gelebileceğiniz ana kadar, dünyayı sırtınıza alıp taşıyabilecek güce ulaşabileceğiniz ana kadar o gücü temsil edeceğiniz elinizde olacak ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım, erken sayılır, her adım 20 gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir, civcivleri terk eden kuluçka gibi, civcivleri doluya, fırtınaya terketmek gibi bir şeydir ve burada yapılan şeyler mikro planda dünyayla bir gün hesaplaşacak bu arkadaşların, hesaplaşma yollarını öğretme işidir. Talim ve terbiye işidir, böylesine feleğin çemberinden geçenler inşallah geleceğin fikir işçileri olarak kendi dünyalarını kuracaklar, feleğin çemberinden geçmeyen insanlar kendi acemiliklerine, toyluklarına takılacaklar ve tabii kendi ülkeleri de kendilerinden zarar görecek. Biz buyuz, sesimiz soluğumuz bu, bunca kalabalık içerisinde duygu ve düşüncelerimi sözde mahremce anlattım ama size mahremiyete sadık, mahremiyet mevzuunda hassas duygularınıza sığınarak anlattım. Biliyorum ki, elinizdeki meyve suları, boş kutularını dışarı çıkarken, bir çöp kutusuna attığınız gibi bu düşünceleri de açık olma yoluyla çöp kutularına atıp gideceksiniz, arz edebildim mi evet, sırrım senin esirindir söylersen esiri olursun” (13).
hatırlatma, bir kere daha hatırlatma demektir. Arz edebiliyor muyum? İşte bu da düşmanı tahriktir, bence. Yani hasımlarınızı tahriktir, şimdi evlerinizde hani bu durumun çok iyi alınması, değerlendirilmesi her zaman sözkonusudur. Sizi biliyorlardır ama, merdivenleri çıkarken ben şahsen evlerde kaldığımız zaman ayaklarımın altının lâstik olmasına dikkat etmişimdir, yani tak tak takunyalarla değil, ayağımı bastığım zaman alttakine duyurmayacağım şekilde lâstik ayakkabılarla o merdivenleri inip çıkmaya tercih etmişimdir, o sandalyeye dikkat etmişimdir” (14).
“Ama her doğruyu her zaman söylemek doğru değildir.... Dünya sizi yakın takibe almışsa, böyle sadece söz yanı ağır, ağır olan, söz yanı ağır diyorum, iddia yanı ağır olan o tür şeylerle, koskocaman bir dünyayı tahrit etmiş, üzerinize saldırtmış, yaşama hatta dini neşretme şartlarını ağırlaştırmış, hizmet atmosferi içinde yaşanmaz hale getirmiş oluruz ki, o davaya samimiyet ve sadakatinizden daha çok, ihanetiniz manasına gelir...” (12).
“... Halbuki gündem belirlemek ve hadiselerin nabzını elde tutabilmek için devamlı fikir ve düşünce üreten bir ‘Kadro’ya ve bu düşünceleri pratiğe dökebilecek ‘dinamik insanlara’ ihtiyaç vardır. Tabii bütün bunlar, birer plan ve program gerektiren işlerdir. Sonra bu düşüncelerin hayata geçirilmesi için vasat ve ortamın müsait hale gelmesi de şarttır. Demek oluyor ki meselenin bir düşünce ve fikir olarak hazırlanması, bir de bu düşünce ve fikirlerin hayata geçirilmesi yönleri var. Biz bunların bütününe plan ve program diyoruz” (13).
“Dengeli bir hizmet eri, söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. O bilir ki, söylenmesi gereken her şeyi şimdi söylerse, kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir. Şartlar aleyhinde ağırlaştırılabilir, dolayısıyla da sıkıntılı bir atmosfere düşebilir” (14).
“Herhangi bir hizmette bulunan ve bir hizmeti temsil eden kimseler için, tehlikeli bir takım düşünce ve davranışlar vardır. Bunlar bazen çok masum görünseler de, hizmet erleri için tehlike arzederler... En gizli ve en masum düşünce ve mülahazalarımızın dahi ciddi bir kontrole tâbi tutulması gerekmektedir (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, C. 1, s. 145-46)”.
“Din-i mübin-i İslâm’a hizmet eden herkes neferdir. Dolayısıyla, bu hizmette askeri disiplin çok önemlidir. Şeklen asker değiliz ama, ruhen askeriz ve öyle de olmalıyız, hatta öyle olmak mecburiyetindeyiz. Bu sebeple, İslâmi hizmetlerde nefer olduğunu idrak edemeyen ve neferliğe ters tutumlar içine giren herkes, mutlaka, ama mutlaka bunun cezasını çeker” (15).
“Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an, onun bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar. Stratejiler sadece tatbik edilir. Bazan da bu stratejinin işin başında bulunan insandan başka kimse tarafından bilinmemesi gerekir” (16).
“Nihai hedefe ulaşana kadar, yani sonuca ulaşıncaya kadar, her yöntem, her yol mübahtır. Bunun içerisine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer” (17).
“Siz bir sivilsiniz, silahlarınız yok, kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar ... oysa askerde tek başına bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdi kabiliyet ve cesaretinizin yanı sıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayı, hatta bir orduyu bile esir edebilirsiniz” (18).
“Öyleyse, geleceği kucaklayıp planlayanlar, oturup onu bekleyeceğine, kendilerini ona asker olarak yetiştirme gayreti içine girmelidirler. Tâ ki geldiğinde hazır olan askerinin başına geçebilsin” (19).
“Evet, Allah Rasülü etrafında her zaman işte böyle serdengeçtiler oldu, fakat o, hayatının hiçbir anında, ama hiçbir tedbirde kusur etmedi. Kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde ortaya atılmasının hezimet ve mağlubiyetle neticeleneceğini herkesten iyi değerlendirdi ve bu sebeple de stratejisini hep temkin ve tedbir ile örgütledi” (20).
"İhtiyat, bir iş ve bir hamlede zarar ihtimallerine karşı ve maruz kalınan musibetler neticesinde ah u vaha düşmemek için ehemmiyetli bir davranıştır. Sebeplere tevessülde gerekli hazırlığı yapmamış nice müteşebbis vardır ki, neticede ya dizini döver ya da kadere taş atar.... Bir hamle ve teşebbüste hedef alınan netice ne kadar büyükse, o uğurda gerekli görülen tedbirlere riayet de o nispette ehemmiyetlidir.... İhtiyatlı olma, korkup geriye durmaktan tamamen farklı olduğu gibi, tedbirsizce davranışların da cesaret ve yiğitlikle hiçbir alakası yoktur.... Her kötü haslet gibi, sırf bir aldatmaca olan kitle ruh haletiyle yine kitle avına çıkmak, Batının bize armağan ettiği şeylerdendir. Bu sakat ve nesebi gayrisahih düşünceyi benimseyenlere göre, bir yumurtanın başında bir sürü 'gak gak gıdak' normal görülse de, bize göre her milli mesele, bir mercan sabrı ve sessizliği içinde, en kuytu yerlerde ve mercan kuluçkalarının ızdıraplı, fakat gürültüsüz hallerine uygun bir çizgide cereyan etmelidir" (21).
“Sizin gibi düşünmeyip farklı dünya görüşüne sahip karşısına acele çıkılmamalı... Yoksa bizim gibi düşünmüyorlar diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayr-ı memnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşınıza çıkıp sizi yerle bir edebilirler” (22).
“Evet, denge gözetilmediğinde, hezimet ve mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu şartlarda kahramanlık gösterisi sadece ihanettir” (23).
“...bir yandan hasım cepheyi, mükemmel işleyen HABERALMA TEŞKİLATIYLA içinden tanırken, öte yandan da hasım cephenin aynı faaliyetlerine kendi içimizde sürdürmesine müsaade edilmemeli ve imkân tanınmamalıdır.... Evet, devlet ve milletin bekası ve hayatiyeti adına önem arzeden her dinamiğin üzerinde etraflıca durmalı, bu dinamikleri sistematik hale getirmeli, günümüzün teknolojik imkânlarından da faydalanarak bu faaliyetleri gerçekleştirmeli ... ve bilhassa HABER-ALMA hususunda her zaman hasım cephenin çok önünde olunmalıdır” (24).


“Cihad bir hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehid olup ebedi bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem ukba nimetlerine kavuşacaktır. İşte bu cihadda bir de böyle bereket var.... Cihad sözcüğü; içinde bulunulan asır ve şartlara göre değişkenlik arz eden geniş kapsamlı bir kelimedir. Gün olur, mal-mülk her şey feda edilerek bu vazife yerine getirilir, zaman gelir, yollar gider bir can pazarına ulaşılır ve can alınır verilir”(40) .
“Cihad, bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin kendi teri içinde boğulmaya veya kendi kanı ile abdest alma gibi bir payeyi ancak cihadla elde edebilir” (41).
“Bu mesuliyetin yerine getirilmesinde hayatımız bile söz konusu olmayabilir. Esasen bu mukavelenin önemli bir buudunu da ölümü göze almak teşkil etmektedir” (42).
“Evet, her ferd, ben niye fiili mücahedenin önünde, ön cephede, ölüm ilk defa kendine gelecekler arasında ... yerini alamadım dememesi ve bu teessürü vicdanında duymaması için şimdiden kendini şartlandırmalıdır. Evet, artık söz değil, hamle ve aksiyon devri” (43).
Fethullahçı takiyyecilerin iddia ettikleri gibi, cihaddan murat, insanın kendi nefsiyle mücadelesiyse, kanla abdest alma, can pazarında can alınıp verme, mezhep terörü, hizbullah övgüsü de, herhalde bu mücadelenin, masum (!) ve iyiniyetli (!) ritüel ve taktikleri olsa gerek...


Fethullahçı istihbaratçıların deyimi ile, “hocaefendiye ve ışık ordusuna dil uzatanlar, sonradan geleceklere de emsal olacak biçimde pişman edilmişlerdir”. İşte, Saral’ın Polis Akademisi ve Polis Koleji’ndeki fethullahçı örgütlenme ile ilgili değerlendirmelerini içeren, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yaptığı suçduyurusu niteliğindeki 30.04.1999 tarih ve 2691-99 (B.05.1.EGM.4.06.00.06) sayılı yazısından bazı alıntılar:
“IŞIK TARİKATI adı altında örgütlenen Fethullah GÜLEN ve teşkilâtımız içerisindeki uzantılarının Polis Koleji, Polis Akademisi ve Emniyet Teşkilâtı içerisindeki örgütlenmesi ile ilgili yapılan çalışmalarda;
Polis Kolejine ve Polis Akademisi’ne daha önceden özel olarak eğitilmiş örgüt içerisinde yer alan şahısların rahatlıkla girebildikleri, bu şahısların okul içerisindeki öğrenciler tarafından İmam olarak adlandırdıkları ve mezkûr yapılanma içerisinde yer alan sınıf komiserleri aracılığı ile ayrı ayrı sınıflara dağıtıldıkları, bu sınıflarda sınıf imamı veya devre imamı olarak faaliyet yürüttükleri, iyi bir aile terbiyesi ve din eğitimi almış öğrencileri samimi yaklaşımlarla taraflarına çekmeye çalıştıkları, imam olarak adlandırılan şahıslar tespit etmiş oldukları öğrencileri, başlangıçta, dışarıda sivil vatandaşların evlerine götürerek sıradan bir aile ya da muhabbet ortamı sağlamak suretiyle video filmleri izlettikleri, sonraki aşamalarda özenle hazırlanmış ev yemekleri ikram edildiği, çay sohbetleri yapıldığı, birlikte namaz kılındığı, böylelikle samimi bir ortam yaratılarak öğrencilerin geçmişi ve aile yapıları hakkında bilgi edindikleri, öğrenci imam olarak faaliyet gösteren öğrencilerin aynı yapılanma içerisinde bulunan sivil vatandaşlar ile sürekli irtibat halinde bulundukları, bu şahısların genelde üniversite öğrencisi oldukları ve kendilerine abi diye hitap ettikleri, ayrıca bu şahısların kod isim kullandıkları,
Zaman içerisinde faaliyetlerin daha rahat yürütülebilmesi için, örgüt içerisinde yer alan sınıf komiserlerinin aracılığı ile boş ya da kol faaliyetlerinin yürütüldüğü odalarda çay ve bisküvi ikram edilmek suretiyle uygun bir sohbet ortamı vasıtasıyla güven sağlanarak yakın arkadaşlık ilişkilerinin geliştirildiği ve kendilerine yakın hissettikleri öğrencileri de bu ortamlara çağırıp, cazip teklif ve telkinlerle ikna etmeye çalıştıkları,
İkna edilen öğrencilerin hafta sonu çarşı iznine çıktıkları zamanlarda, örgüt içerisinde yer alan esnafların dükkânlarından faydalanmak suretiyle resmi elbiselerini değiştirerek sivil elbise giydikleri, birer ikişerli gruplar halinde örgüt içerisinde yer alan sivil vatandaşların evlerine gittikleri, gidilen yerlerde Fethullah GÜLEN’in video kasetlerinin seyredildiği, namaz vakitlerinde birlikte namaz kıldıktan sonra Said-i Nursi’nin Risalelerini okuyup birlikte ders çalıştıkları ve Fethullah GÜLEN’in kitapları hususunda derinlemesine eğitime tâbi tutuldukları, genelde bu evleri 7-8 kişilik gruplar halinde kullandıkları, bu öğrencilerin kullandıkları evin, ev sahibini görmedikleri ve kasıtlı olarak tanıştırılmadıkları, bu evlerden sadece dışarıdan abi diye hitap ettikleri üniversite öğrencilerinden 1 ya da 2 kişinin bulunduğu, planlı bir şekilde hareket ettikleri, gizliliğe önem verdikleri, hafta sonu programları, devre imamlarının talimatı doğrultusunda sınıf imamları vasıtası ile öğrencilere iletildiği, okula dönüş saati yaklaştığında tekrar birer ikişer kişilik gruplar halinde evden ayrıldıkları ve tekrar üzerlerini değiştirdikleri esnaflara giderek resmi üniformalarını giydikleri, bu evlerin Işık Evleri veya Işık Kışlaları olarak adlandırıldığı ve tamamen bu yapılanma içerisinde bulunan öğrencilerin ihtiyaçlarının karşılanması için sivil vatandaşlarca tahsis edildiği, bir evde bulunması gereken her şeyin bu ışık evlerinde mevcut olduğu, Polis Akademisi’nde sahte belgeler ile evci çıkan öğrencilerin bu evlerde ikamet ettiği,
Ancak, Fethullah GÜLEN ve örgütünün deşifresine yönelik başlatılan çalışmalardan sonra tedbir gereği bu evlerin bir çoğunun boşaltıldığı, bazılarının aile evlerine dönüştürüldüğü ya da aile evleri ile okul içerisinde örgütlenme faaliyetlerine hız verildiği, buna paralel olarak hasım cephe ya da muhalif cephe diye adlandırdıkları kesimlere karşı hile , iftira, yıpratma ve saldırı kampanyalarını hızlandırdıkları, hatta daha da ileri giderek abi ve imam adı verdikleri şahısları gerek teşkilâtımız içerisinde, gerekse diğer bazı kamu kurum ve kuruluşlarının üst düzey yöneticileri ile bazı siyasi parti yetkilileri ve temsilcilerine göndermek suretiyle yanlış ifade ve telkinlerle konular çarpıtılarak hasım cephe diye adlandırdıkları kişiler aleyhinde yoğun bir kampanya başlattıkları,


Okul içerisinde imamlar haricinde öğrencilerin birbirleri ile irtibat kurmadıkları, ast üst ilişkilerine çok dikkat ettikleri, öğrencilerin sorunlarını imamlar vasıtasıyla aynı yapılanma içerisinde bulunan sınıf komiserlerine ilettikleri, kendilerine yakın olan kimselerin disiplin cezalarını iptal ettikleri, sınıf ve devre imamlarına okul içerisinde bir sorumluluk verilmediği, (Sınıf Mümessilliği, Baş Mümessillik, Yemekhane, Yatakhane Sorumluluğu gibi) ancak bu imamların uygun gördüğü öğrencilere okul idaresi tarafından bu tip sorumlulukların verildiği, hatta bu sorumlu öğrencilere birer oda tahsis edip örgütlenme faaliyetlerine kolaylık sağlandığı,
Polis Kolejinde kendi yanlarına çekemedikleri öğrencilere genelde komünist dedikleri, diğer öğrencilerin de onlara karşı cephe almalarını sağladıkları ve o şahıslarla arkadaşlık yapılmaması için ellerinden gelen her türlü gayreti gösterdikleri, ayrıca bu öğrencilere öğretmenler ile sınıf komiserleri aracılığı ile baskı uygulattıkları, sınıfta bıraktırma, disiplin cezası verdirme hatta okuldan attırma cihetine kadar gittikleri, böylelikle psikolojik bir üstünlük sağlayarak okul içerisindeki faaliyetlerini daha rahat yürüttükleri,
Yaz tatillerinde örgüt mensupları aralarındaki bağın soğumaması ve öğrencilerin sosyal yaşantı içerisine girmesini engellemek için ailelerinden izin alabilen öğrencilerin, Ege ve Akdeniz Bölgesinde bulunan, örgüt tarafından kiralanan Işık Kışlalarında yoğun bir eğitime tabi tutuldukları, haftada bir veya iki kere deniz sahilinin tenha bölgelerinde denize girmelerine müsaade edildiği, yine haftada bir veya iki kere pikniğe gittikleri, yaz programlarda sivil vatandaşlardan abi diye hitap ettikleri ve kod isim kullanan şahısların bu evlere gelerek eğitim faaliyetlerini kontrol ettikleri,
Okul içerisindeki yapılanmanın grup, sınıf ve devre imamı olmak üzere hiyerarşik bir şekilde oluşturulduğu, Polis Akademisi’ni bitiren öğrencilerin başlamış olduğu görev yerlerine göre, yeni gruplar oluşturularak imam kadrolarını belirledikleri, imamların genelde üst rütbeli şahıslardan seçildiği, mezun olan öğrencilerden maaşa geçtikten sonra, bekar olanlardan maaşının 1/5’i, evli olanlardan ise 1/10’u nispetinde himmet adı altında para topladıkları,
Son günlerde takiyye kuralı gereğince tedbirler geliştirerek komünist diye adlandırdıkları kendilerinden olmayan öğrencilere yakınlık göstermeye başladıkları ve onlarla dost olmanın yolunu aradıkları,
Yapılan sohbetlerde Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve hadislerden örnekler verilerek Fethullah GÜLEN’i, ahir zamanda gelecek MEHDİ olarak gördükleri, zaman zaman Atatürk ve devrimleri aleyhinde konuşma, açıklama ve eleştiri yapılmakla birlikte 28 Şubat kararlarından sonra takiyye ve tedbir gereğince Atatürk sevgisi verir gibi davrandıkları, okuldaki namazların şafi mezhebindeki gibi, cem şeklinde yani öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsı namazını birleştirmek suretiyle kıldıkları, değişik ortamlarda birbirleri ile şifreli konuştukları,
Bu faaliyetlerde bulunan öğrencilerin Ankara’da Demetevler, Keçiören, Yenimahalle, Cebeci, Etlik, İskitler ve Dikmen bölgelerindeki evlerden faydalandıkları yolunda bilgiler elde edilmiş olup, konunun daha da netleştirilmesi ve belirlenen ışık evleri ile ilgili çalışmalarımız sürdürülmekte olup, gelişmeler peyder pey bildirilecektir”.
Yine Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün 18.3.1999 tarih ve 1820-99 sayılı bir başka yazısında, Fethullah Gülen’in polis adayı gençlere, Polis Akademisi ve Koleji’ne yönelik ilgisinin gerekçeleri, şu cümlelerle değerlendirilmiştir:
Fethullah GÜLEN, alışılmış “Din Adamı” profilinden uzak, din adına farklı söylemleri bulunan, kimi zaman “Sfenks” kadar sessiz, kimi zaman Atatürk’ü övmeye gerek duyan, kimi zaman 8 yıllık eğitime destek verecek kadar reformcu, rejim yandaşı ve aydın bir düşünür, kimi zaman farklı dinlerin temsilcilerine dünya barışı adına çağrılar yapacak, hatta papa ile fikir teatisinde bulunabilecek kadar da enternasyonal yanı güçlü biri olarak görüntüler vermektedir. Tarikat mensupları da, baş imam Fethullah GÜLEN’den aldıkları fetvalar doğrultusundaki davranışları ile, kendi düşüncelerinin zıttı olanlara karşı “hile mübahtır” yöntemi ile tedbirler geliştirmektedirler.

Kendisi de Polis Koleji ve Polis Akademisi’nde yedi yıl süreyle eğitim gören gazeteci Zübeyir Kındıra, yaşadıklarını ve araştırmalarını anlattığı “Fethullah’ın Copları” adlı kitapta, bu eğitim kurumlarındaki fethullahçı kadrolaşmayı, 1979’dan bu yana günümüze kadar getirmektedir. Kındıra, en güncel bilgi ve belgelerle de desteklediği kitabının “Sunuş”unda, konunun önemini şöyle vurgulamaktadır:
“Polis Koleji’nin uygun ikliminde, bir çoğumuz, daha ilk hafta sonu izninde, bu Fethullahçı topluluğun içinde, nereye ve neden gittiğini bilmeden bir ‘Işık Evinde’, ‘Said-i Nursi’ risalesi dinlerken buldu kendini Bazılarımız okula döner dönmez, üst sınıflara ya da komiserlere durumu anlatıp ‘korunmaya’ alındı. Ama yalanlarla, gizlice götürüldüğümüz o evleri, orada yaşadıklarımızı ve o günleri hiç unutmadık.
Ben de o evlerden birine götürülenlerdenim. Aradan 21 yıl geçmesine karşın, o günü hiç unutmadım. Daha sonra yaşadıklarım da o günün unutulmasına engeldi. İlk denemelerinin ardından, bu kişilerin gerçek niyetini anladım ve hemen uzaklaşıp, kurtuldum. Benim gibi bir çok arkadaşım da bu topluluktan uzak durdu. Ama benimle birlikte o gün o eve gidenlerin bir çoğu iyi birer Fethullahçı oldular. O gün, o evde, benim ilk namazımda yanımda duranlar ve onların anlayışı tarafından Emniyet Teşkilatı’ndan uzaklaştırıldım.
Yıllar sonra, gazeteci olarak o gün, o evde benimle birlikte olanların, Emniyet Teşkilatı’nın en kritik üst yönetimlerinde bulunduklarına, hiç de şaşırmadan, tanık oluyorum. Polis içine ‘Fethullahçı tohumu’ atılmasının ilk günlerine tanıklık etmiş daha sonra, ‘kendilerinden olmayanları saf dışı bırakma’ yöntemlerini yaşamış biri olarak, laik ve demokratik düzene yönelik tehlikelerden biri olduğuna inandığım, ‘bu arkadaşlarımın’, ‘eski mesletdaşlarımın’ gün ışığına çıkmadan, hak etmedikleri makamlarda oturmalarına ve toplumu yanlış yönlendirmelerine izleyici kalmak, en azından yaşadıklarıma haksızlık olurdu. Bu çalışmayı yapmaya karar vermemdeki en büyük etkenlerden biri de budur...
Polis içindeki Fethullahçıların bir bölümünü ve Polis Koleji ve Akademisi’nde bulunduğum yıllarda ‘Işık Evleri’ne giden ve öğrenci götürenleri anlatmaya çalıştığım bu kitap içerisinde, yaşadıklarım ve tanık olduklarım ve gazeteci olarak araştırdıklarım var. Bazı bilgiler doğrudan anılarımdan, büyük çoğunluğu ise polis içindeki dostlarımdan ve belgelerden...” (49).

Fethullahçılar, bugüne kadar A.B.D. derin devleti (NSA, CIA, FBI, SDDS, NSC vd.) ile ilişkilerini inkâr edecek bir açıklama yapmaktan sürekli kaçındılar. Hatta bu tür şüpheleri, hem de hocaefendilerinin ağzından ‘dünya jandarmasının arkalarında olduğu’ kanısını uyandıracak, kamuoyunda kendilerine daha bir olağanüstü güç hamlettirecek açıklamalarla artırmak için özel çaba sarfettiler (4).
Diyelim ki böyle bir durum yok, ileride takiyye yaparak bu girift ilişkiyi inkâr edebilirler. Şimdi, fethullahçı yapılanmasının istihbarat tekniğine dayalı kısa bir irdelemesi, sizleri olası bir inkârın tüm dayanaklarını ortadan kaldıracak verilere götürecektir. İsterseniz en basitinden başlayalım, daha teknik ayrıntı ve bilgileri DGM Savcısı ile Askeri Savcıya bırakalım:
a) Hocaefendilerin tümünü ‘masum’ varsayalım: A.B.D.'nde ikâmetin yasayla belirlenmiş katı koşulları bulunmaktadır. Hiç kimse yasal olarak, resmi başvuru yapmaksızın ve de gerekçesini belgelemeksizin -defactor statüsü hariç- bu ülkede altı aydan uzun bir süre kalamaz. Kaldı ki bu hocaefendilerin en ünlüsü, Haziran 1999'da Show TV'de Reha Muhtar'a yaptığı bir saati aşan açıklamada, 14 gün sonra Türkiye'ye döneceğini taahhüt etmiştir. Tabii ki hem de kamuoyuna yapılan bu taahhüt sahibi tarafından bugüne kadar hâlâ yerine getirilmiş değildir. Hocaefendilerin tümünün yeşil karta sahip olmaları teknik açıdan olanaksız, çünkü yasal koşullar uymamaktadır. Bu ülkede yaşayanlar, sıradan insanlar için lotarya şansı (!) dışında yeşil kart almanın zorluğunu ve formalitelerini çok iyi bilmektedirler. Gerçekte, ABD'de derin devlet koruması altındaki hocaefendilerin, ‘kaç!’ komutunu aldıkları andan itibaren CIA ‘İltica ve Taraf Değiştirme Departmanı’nın acil (exfiltration) planına dahil olarak kendilerine tanıdığı kolaylıklardan yararlandıkları bilinmektedir. Bu arada, Merve Kavakçı gibi ABD vatandaşlığına alınmışlarsa o başka. O zaman her şey apaçık ortada olacağı için bu irdelemenin ayrıca bir anlamı kalmaz. Bu arada, ABD Büyükelçiği ve Konsoloslukları, hocaefendilerini ziyaret amacıyla cemaatten usulüne uygun gönderilen tüm ziyaretçilerin vize problemini -10 yıllık vize vererek- çözümlemektedir. Cemaatten sızan bilgilere göre, cemaate dahil dış ticaretle iştigal eden tüm şirketler, temsilcilik açarak bu ülkeye sermaye aktaracakları taahhüdünde bulunmuşlardır. Hocaefendinin haleflerinden biri olan Amerika Kıta İmamı ve aynı zamanda cemaatin ABD Başkanı İ. İsmail Büyükçelebi, -Başkanlık (imamet ve riyaset) merkezi New Jersey'de bulunmaktadır- ülke (yeni vatan) çapındaki sistematik örgütlenme çalışmalarına 11 Haziran 2000'de ABD'nin en kuzeybatısındaki Seattle'daki bölge toplantısı ile start vermiştir. Bugüne kadar daha ziyade saf insanlarımızdan para çarpmak için düzenledikleri himmet toplantıları, örgütlenme toplantıları ile çeşitlilik göstermiş bulunmaktadır. Aynı toplantıların Kanada'yı da kapsayacağı, cemaatin burada da sermaye aktarımı yoluyla göçmen vizesi kolaylığından faydalanarak koloniler oluşturacağı önesürülmektedir. Zaman gazetesinden Nuh Gönültaş'ın deyimi ile ‘Amerika'nın zorunlu keşfi’ başlamıştır. Herhalde hocaefendileri, tarihe pekçok sapkınlıklarının yanısıra, müritlerinin ikinci Kristof Kolomb'u olarak da geçme niyetindedir...
b) Hocaefendilerin aldıkları ilkokul mezunu emekli maaşı ile bunca süre ABD'de nasıl -hem de Mayo Fethullahçı Kliniği dahil- tedavi görüp, 24 saat süreyle doktor gözetiminde nasıl kalabildiğini; çiftlikte rutin harcamaların yanısıra, kâhya, aşçı gibi personelin maaşlarını nasıl ödeyebildiğini; her hafta onlarca, bazen yüzlerce misafirin ağırlama masrafını nasıl karşılayabildiğini kerametle açıklayan müritlere inanmak ne derecede olanaklı?!. Keza, ilkokul mezunu olmanın verdiği yabancı dil düzeyi (!) ile İngilizcenin güncel terminolojisini de kullanarak ‘Fountain’ dergisine yazdığı akademik (!) düzeydeki makalelerin kerameti -her ne kadar inanmasak da- nereden geliyor? Amazon şirketi, ingilizce yazılmış kitaplarını nasıl pazarlıyor? CIA ile organik dayanışma içindeki ABD üniversitelerinden hangilerinde hocaefendilerinin bilimsel (!) çalışmaları ile ilgili onlarca doktora çalışması yürütülüyor? Paul Henze, Graham Fuller, Lois Freeh, Carey Cavanaugh gibi ünlü istihbaratçı ve malûm kişilerle, hatta çiftlikte beraber kalıp, eyaletleri birlikte gezdikleri istihbarat memurları (handolder) ile hangi dil düzeyi ile iletişim kuruluyor? Hiç şüphesiz bunlar küçük ve önemsiz sorular.
c) Fethullahçı yapılanma, CIA'nın öngördüğü tarikat (sözde sivil toplum cemaati) modeline -Mormon, Moon, Scientology vd. gibi- tıpatıp uymaktadır. Modelin amacı, tarikatları, birer sivil toplum örgütü (NGO) olarak yeniden yapılandırmak; küreselleşme sürecinde mevcut düzene karşı çatışma görünümü yaratmadan uysallaştırmak... Öncelikle müridin toplumsallaşması ile başlatılan süreç, suya bir taşın atılmasıyla oluşan halkalar gibi müridi kuşatan çevreler yaratmaya dayanıyor. Bu çevreler; sosyal çevre/yakın çevre olarak ailenin ve müridin içinde bulunduğu bir anlamda özel 
Fethullahçılar, bugüne kadar A.B.D. derin devleti (NSA, CIA, FBI, SDDS, NSC vd.) ile ilişkilerini inkâr edecek bir açıklama yapmaktan sürekli kaçındılar. Hatta bu tür şüpheleri, hem de hocaefendilerinin ağzından ‘dünya jandarmasının arkalarında olduğu’ kanısını uyandıracak, kamuoyunda kendilerine daha bir olağanüstü güç hamlettirecek açıklamalarla artırmak için özel çaba sarfettiler (4).

1. Fasıldan Fasıla kitabının 3. Cilt 144’üncü sayfasında şunları yazıyor: “Hâsılı, herkes kelime-i şahadeti esas alarak etrafındaki insanlara bakış açısını yeniden ayarlamalı. Hatta onun birini söyleyip diğerini, yani “Muhammed’ ün Resulallah”ı söylemeyen insanlara bile, rahmet, merhamet nazarıyla bakmalı. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre, Allah’ın o engin rahmeti ahirette öyle tecelli edecektir ki, şeytan bile: “Acaba ben de istifade edebilir miyim?” diye ümide kapılacaktır. Şimdi böyle bir rahmet enginliği karşısında, cimrilik yapma, o cimriliği temsil etme bize yaraşmaz. Hem bize ne? Mülk O’nun, hazine O’nun, kul O’nun. Öyleyse herkes haddini bilmeli.”

2. Hoşgörü ve Diyalog İklimi kitabının 241. Sayfasında (Kitaba Ali Ünal ve Ahmet Kurucan önsöz yazmıştır) şöyle diyor: “Bakın Kur’an-ı Kerim, ehli kitaba çağrıda bulunurken: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir kelimeye gelin, Allah’ı bırakıp da bazılarımız bazılarımızı Rab edinmesin.” ( Al-i İmran/64) diyor. Dikkat edin, bu mesajda “Muhammed’ün Resulallah” yok.”

3. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yayınladığı Küresel Barışa Doğru (Kozadan Kelebeğe-3) isimli kitabında da şöyle diyor: “Yahudileri ve Hıristiyanları azarlayan ayetler, ya Hazret-i Muhammed sav döneminde yaşayan ya da kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı Yahudi ve Hıristiyanlar hakkındadır.” Hz RESULULLAH S.A.V zamanında ve zamanımıza kadar gelen süreçte yaşayanlar. Ve zamanımızda bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar bu azarlamanın dışındadırlar. (Sayfa 260) 

4. İnsanın Özündeki Sevgi kitabının 220. sayfasında şöyle diyor: “Bir Yahudi’nin Hazret-i İsa’ya, dolayısıyla İncil’e ve Hz. Muhammed’le birlikte Kur’an’a inanması gerekmez. Yani bir Yahudi bunlara inanmasa da dindar sayılabilir. Bir Hıristiyan da, Hz. Muhammed’e sav Kur’an’a inanmasa da dindar kabul edilebilir. Çünkü bu dinler kendilerinden sonraki ilahi sistemleri, kitapları şümullerine almazlar. Bu sebeple Yahudilik ve Hıristiyanlıktan çıkan geniş ilahi din yelpazesinde kendine bir yer bulabilir. Bu yelpazede sığınacağı bir kitap, bir peygamber her zaman vardır ve dolayısıyla o bütün bütün tefessüh etmez. Bir mütefekkirin dediği gibi (Üstad Bediüzzaman’ı kasdediyor) “Bozulmuş süt gibi olur ve bir ölçüde bir işe yarar.”

5. Fethullah Gülen’in bir mütefekkir diye bahsettiği kişi Üstad Bediüzzaman Said Nursi’dir. Yahudi ve Hıristiyanların dinlerinde kalabileceklerine delil olarak gösterdiği Üstad’ın yazısının bu konuyla alakası yoktur. F. Gülen, Üstad’ın yazısını çarpıtmış ve mana olarak da tahrif etmiştir. Üstad Bediüzzaman Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinlerinde kalabileceklerini katiyen söylememiştir. 

İslam dışı şer güçler Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili Risale-i Nur’da da bazı tahrifatlar yapmışlardır. Üstad Bediüzzaman’ın İşaratü’l İcaz adlı kitabının tercümesinde de bazı tahrifatlar vardır. Mesela, İşaratü’l İcaz adlı kitabında Fatiha tefsirinde bunu görmekteyiz. İşaratü’l İcaz adlı kitabın aslı Arapça olup, Üstad’ın kardeşi Abdülmecid’in yaptığı tercümede: “Gayrilmağdubi aleyhim veleddallin”in tefsirinde “dallin: sapıtanlar” tüm Hıristiyanlar olduğu halde araya “BİR KISIM” kelimesi ilave edilmiştir ve bu “BİR KISIM” kelimesi Arapça aslında yoktur. Bu küçük görünen iki kelime ise manayı tamamen değiştirmiş; Hıristiyanların ancak bir kısmı sapık büyük çoğunluğu hidayettedir gibi, Ehl-i Sünnet inancı dışında batıl bir itikadi görüşün, inancın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Üstad’ın ifadesiyle “Siyonist Yahudi bir ifsat komitesi” özel olarak bu ifsat işleriyle uğraşmaktadır.

6. Aynı kitabın 186. sayfasında (Zaman gazetesi aynı mektubu 10 Şubat 1998 günü yayınlamıştır) Papa ‘ya yazdığı mektubun başlığı şöyledir: “Pek Muhterem Papa Cenapları!..” mektupta yer alan ifadelerin bazıları şunlardır: “Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (KCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz… İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır… Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir…” 

Şimdi, yukarıdaki maddeler halinde sıraladığımız F. Gülen’in sözlerini tahlil edelim:

1. F.Gülen birinci maddede yukarıda verdiğimiz yazısında; kelime-i şehadetin ikinci kısmını yani “Muhamedün Resulallah” söylemeyen, yani Peygamberimiz Sav’ e inanmayan, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul etmeyen kâfir, Hıristiyan, Yahudi vs. gibi her çeşit gayr-i müslimlere “RAHMET” nazarıyla bakmamızı öneriyor. Dikkat edin “RAHMET” kelimesi İslami bir ıstılahtır. “ALLAH RAHMET ETSİN” demek, Allah acısın, günahlarını affetsin, cennetine koysun manalarına gelir. Bu manada kâfir olan, gayr-i müslim olan Yahudi ve Hıristiyanlar için, Allah’ın “RAHMET”i olamaz. Müslüman olmayan Yahudi, Hıristiyan vs. gibi kâfirlerin her çeşidi cennete giremez, ebedi cehennemliktirler. F. Gülen’in birinci maddedeki ifadelerini okursanız, bir din alimi gibi değil de, sanki bir diplomat, bir politikacı gibi konuşarak konuyu çarpıtmış, demagoji yapmış, ama yine de maksadını gizleyememiştir. O maksatta şudur: Yahudilik ve Hıristiyanlık nesh olunmamış, yürürlükten kalkmamış olup halen yürürlüktedir. Yahudi ve Hıristiyanlar da dinlerinde kalarak İslâm’a girmeden, Allah’ın “RAHMET”i gereği cennete gireceklerdir. Bu birinci maddedeki F. Gülen’in yazısını böyle anladım. Başka türlü anlayan ehli ilim varsa hatta kendisi de bunu kastetmiyorsa beni uyarsınlar. Eğer kendisi bunu kastetmiyorsa cevap versin. Bir diplomat gibi demagoji yapmadan bir İslâm alimine yakışır şekilde açıkça açıklasın.

2. İkinci maddedeki yazısında F: Gülen; Al-i İmran suresi 64. Ayetin mealini verirken; “Dikkat edin bu mesajda “Muhammedün Resulallah” yok, yani Muhammed’e Sav’a inanın demiyor” diyerek bizim birinci maddeyi doğru anladığımızı teyit ediyor ve olumlu tevil etme yolunu da kapatıyor. Yoksa biz Müslümanlar İslami camia içinde muteber dini liderlerin hata yaptıkları zaman tevil imkânı varsa onu tevil ederek, o kişi hakkında hüsn-ü zannımızı muhafaza ederiz.

3. Üçüncü maddedeki yazısında da muğlâk ifadeler kullanmıştır. “Kur’an’ın azarladığı Yahudi ve Hıristiyanların, hepsini kapsamadığını, zamanımızdaki Yahudi ve Hıristiyanları kapsamadığını” söylemektedir. Burada F: Gülen o zamanki Yahudilerin lanetlenme hükmüne sebep olan illetin şu andaki Yahudi ve Hıristiyanlarda olmadığını kastettiğini tahmin ediyoruz. Bakara suresi 88. âyete göre Yahudilerin lanetlenme hükmünün sebebi-illeti inkârlarıdır. Bu illet kâfirler için geneldir. Bakara suresi 89. âyete göre de “Allah’ın laneti tüm kâfirlerin üzerindedir.” Yani Asr-ı Saadetteki Yahudi ve Hıristiyanlar da Peygamberimiz Sav’ in peygamberliğini inkâr ediyorlardı, şu andaki Yahudi ve Hıristiyanlar da inkâr ediyor. O zamanki ve zamanımızdaki Yahudi ve Hıristiyanların ve tüm kâfirlerin lanetlenme sebebi-illeti küfürleridir. Yani Yahudi ve Hıristiyanları lanetleyen ayetlerin hükmü Peygamberimiz Sav’den günümüze kadar gelen tüm Yahudi ve Hıristiyanları kapsamaktadır. Gülen’in bu görüşü “tarihselcilik” sapıklığının bir tezahürüdür ve bu ehlisünnet âlimlerince reddedilmektedir. Asr-ı Saadetten bu tarafa yüz binlerce akaid, hadis, tefsir ve fıkıh âlimleri böyle bir şey söylememiştir. Kendisi bu görüşü söylerken kaynak, delil göstermemiştir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder