6 Ekim 2013 Pazar

Matosyan Matbaası: Cumhuriyet’in Emval-i Metruke mirası


Türkiye'de ‘Ermeni' algısı her ne kadar İttihatçı refleksler, resmi tarih anlayışı, hatta dış-iç mihraklar sendromu çerçevesinde gelişse de, bu topraklarda yaşayan istisnasız herkesin duymuş olduğu bir Ermeni hikayesi vardır...
Hükümetler üstü bir devlet ajandasına sıkışan “sözde soykırım” ya da “diaspora saçmaları” resmi tezi sebebiyle 1915, sürekli “vatana ihanet eden Ermenilerin sürülmesi” gibi etnik bir mesele olarak tanıtılsa da, bu proje, anlatılanın aksine Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik zaferidir.
İttihatçılar, Haziran 1915'te hiç zaman kaybetmeden Ermenilerden kalacak mal ve mülklerin ne olacağına dair mevzuatı ilan etmişlerdi, talimatnameye göre hükümet, tehcirin uygulandığı bölgelerde Emval-i Metruke (Terkedilmiş Mallar) komisyonları kuracaktı. Komisyonlar terk edilen evleri mühürleyecek ve içlerindeki eşyalarla birlikte kıymet takdirleri yapıldıktan sonra kayıt altına alacaklardı. Geride kalan menkuller ve mallar müzayede usulüyle satılacak ve bedelleri sahipleri adına mal sandıklarına teslim edilecekti. Kiliselerde bulunan eşya ve resimlerle kutsal kitaplar tutanakla tespit edilecek ve mahallinde muhafaza edilmeleri sağlanacaktı. Kılıç artıklarından alacaklı olduğunu iddia edenlerin, kendileri ya da vekilleri aracılığıyla iki ay içinde komisyonlara başvurması gerekiyordu. Bu uygulama yazıldığı gibi işlemedi, yerine göre başvuru süreleri kısaltıldı ya da komisyonun bulunduğu mahalde bir ikametgah gösterme zorunluluğu gibi, pürüzler çıkarıldı. Oysa pürüze falan gerek yoktu aslında, canını kurtarmak için yalınayak Der Zor çöllerine sürülmüş olanların ne bu komisyondan haberleri vardı ne de geriye bakmaya cesaretleri… Her yeni verilen karar, atılan adım, geride kalandan daha acı vericiydi. Ermeni halkının katli, kalanların tehciri, yollardaki kitlesel ölümler, yıkılan aileler, izi kaybedilen anneler, çocuklar, eşler... şimdi sıra Ermenilerin yıllar boyu çalışıp, koruduğu evlerinin, bağlarının, bahçelerinin bölüşülmesine gelmişti. Komisyonun çalışmayacağı sır değildi. Ermenilerin el konan mallarının bir kısmı, yerel Türk, Kürt ve Çerkez önde gelenleri tarafından talan edilmiş, bir kısmı Balkanlar'dan gelen muhacirlere dağıtılmıştı. Hatta bazen ‘Müslüman-Türk' sermayedar yaratmak felsefesiyle herhangi bir ücret talep edilmeden kişi veya kuruluşlara verilmişti. Amerikan Büyükelçisi Morgenthau anılarında Talat Paşa'nın “Keşke Amerikan hayat sigortası şirketlerine başvursaydınız da Ermeni poliçe sahiplerinin tam bir listesini isteseydiniz. Ermenilerin hepsi öldü şimdi, parayı alacak mirasçıları da yok, demek ki tümü devlete kalır. Bunu yapabiliriz.” dediğini anlatır.
1921'de  Divan-ı Örfi Mahkemesi'nde, tehcirde katliamlara emir verdiği için suçlu bulunup idam edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile  aynı gerekçe ile idam edilen Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in önce ‘milli şehit' ilan edilmesi, ardından da ailelerine ‘Emval-i Metruke' faslından maaş bağlanması işte bu planlandığı asla kabul edilmeyen “Ermeni kaderinin” en zalim anlarından biriydi. 1927'deki kararname ile Boğazlayan Kaymakamı'nın ailesine İstanbul'da Ermenilerden kalan 20 bin lira değerinde gayrimenkul tahsis edildi. Tehcir suçlusu ilan edilen Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey'in geride bıraktığı ailesine Ermenilerden kalan mallar verildi. Tahsisler bununla kalmadı, tehcirde en kanlı eylemlere imzasını atmış kişilerden Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Şakir, Diyarbakır Valisi Dr. Reşid ve Tiflis'te suikasta uğrayan Cemal Paşa'ya hatta Paşa'nın yaveri Nusret Bey'in ailelerine de Ermeni malları verildi.
Cemal Paşa'nın torunu Hasan Cemal “1915: Ermeni Soykırımı” adlı kitabında ailesine verilen, şu an hâlâ Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Kurtuluş'taki konaktan bahseder. Hasan Cemal, aynı kitapta çok az insanın bildiği bir yaraya daha parmak basar. Cumhuriyet'te çalıştığı yıllarda öğrendiği bir gerçeği, Matosyan Matbaası'nı anlatır: “Nadir Nadi şöyle anlatırdı: Matosyan'ın sahibi yurtdışına kaçtıktan sonra babama satıldı matbaa. Atatürk gazete için çok acele ediyordu. Avrupa'dan bir makine getirtmeye kalkışsanız uzun zamana gereksinme duyulacaktı. Oysa el altında ve boş duran bir makine vardı."
Genç Cumhuriyet'in ‘gözde' gazetecisi, Mustafa Kemal'in en yakınındaki isimlerden biri olan Yunus Nadi, 1924 senesinde ele geçirdiği matbaa için bir miktar para ödedikten sonra ödeme yapmamış, üstelik devlete ödediği paranın kendisine derhal verilmesini dahi talep etmişti. Zira makinelerin tesliminden kısa bir süre sonra bilinmeyen bir sebeple yangın çıkmış, çıkan yangında her nasıl olmuşsa matbaa makinelerinin demir aksamlarından dahi geriye en ufak bir iz bulunamamıştı. Matosyan Matbaası'nda bulunan her türlü demirbaş ve kişisel eşyayı satışa çıkaran Yunus Nadi, elde ettiği ganimeti en ufak parçasına kadar değerlendirmiş, hatta Matosyan'ın kütüphanesindeki kitapları dahi Milli Eğitim Bakanlığı'na satmış; sonrasında bu kitaplar Gazi Eğitim Enstitüsü'ne verilmiştir. Dönemin Tanin Gazetesi'nin verdiği haberde, Matosyan'ın kitaplığının değerinin bile tek başına, Yunus Nadi'nin Matosyan Matbaası için devlete ödemeyi taahhüt ettiği miktardan daha fazla olduğuna dikkat çekilmişti.
Döneme ait tapu kayıtlarının 2005 yılında, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nün Türkçeleştirerek, bilgisayar ortamına aktarmak girişimi, Milli Güvenlik Kurulu Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanlığı'nca böyle bir girişimin ülke menfaatleri açısından sakıncalı olduğunu belirtmesi ile, başarıyla engellenilmiştir. İttihatçı yapılanma karanlık geçmişini korumayı başarabilmiştir.
Osmanlı'nın en önemli matbaalarından biri olan Matosyan Matbaası bugün rejim bekçiliği yapan Cumhuriyet Gazetesi'ne çevrilirken, Kasapyan ailesinin el konulan evlerinden biri Çankaya Köşkü'ne dönüştürülmüştür. Kısacası yeni kurulan Cumhuriyet, sadece Ermenilerin acıları, kayıpları üzerine değil, bizzat mülkü ve hakkı üzerine de kurulmuştur.
Gaspa dönüşen Emval-i Metruke kanunu sonrasında, Cumhuriyet'in temel taşı olan Ermeni Kapitali, gelecek yıllarda Rum ve Musevi mallarıyla birlikte, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarıyla Türkleştirilmeye devam etmiştir. 1974'te vakıf mallarına el konulması, ziyafetin son lokması olmuştur. Yaklaşık 100 yıl sonra, Ermenilerin izi tamamen bu topraklardan silinmeye ramak kala, bugün, Vakıflar Kanunu'ndaki tüm sorunlara rağmen bazı önemli adımlar atılmakta, gaspçı ve inkarcı siyasetin yanında “kul hakkı"ndan da yoksun İttihatçı yapılaşma ilk kez mağlup olmakta..

Hasan Cemal'in "Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim" kitabındaki ilginç noktaların üçüncü bölümü:
“Kıyamet kopmuştu. İstifalar çığ gibi yağıyordu; bu hengamenin ortasında Murat Belge arıyor: ‘Farkında mısın, Türkiye'de artık 30 bin yeminli düşmanın oldu!..” Bu sözlerle anlatıyor Hasan Cemal, Cumhuriyet'ten 'şeker abiler' olarak nitelenen İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Oktay Akbal, Hikmet Çetinkaya, Ali Sirmen ve Sami Karaören'in istifalarını.
Cumhuriyet'teki demokrasi taraftarları ile ‘statüko' yanlıları arasında kılıçlar çekilmişti artık. Peki bu savaşın nedeni neydi? Cemal, bu sorunun cevabını İlhan Selçuk'un 30 Aralık 2004'te Cumhuriyet'teki yazısındaki başlığına atıfta bulanarak veriyor: Lenin haklı!.. “İşte, Cumhuriyet'teki kavga, Selçuk'un bu sözünde dügümleniyordu” diyor Cemal ve şöyle devam ediyor: “Nadir Nadi'nin ölümünden sonra Cumhuriyet, benim tasarladığım, özlemini çektiğim Cumhuriyet olmaktan çıktı. Tek adam saltanatıyla tamamen İlhan Seçluk'un damgasını vurduğu, türkiye'ye, dünyaya, hayata ve gazetecilik mesleğine, belki daha önemlisi demokrasiye benim baktığım pencereden bakmayan bir kimliğe büründü, başka sulara açıldı Cumhuriyet...”
Ayrılanlar, büyük bir kampanya başlatmıştı: “Cumhuriyet okumuyorum; çünkü Cumhuriyet'i seviyorum.” O dönem Meclis'te bulunan SHP de bu kampanyaya destek veriyordu. 100 binin üzerinde satan gazete 40 bine düşmüştü. Cumhuriyet'te sadece gazetecilik yapmak isteyen Hasan Cemal, 4 ay dayanabilmişti bu baskıya. İlhan Selçuk ve ekibi, beklenen darbeyi yaptı. Hasan Cemal ve kadrosu Cumhuriyet'ten uzaklaştırıldı. 1992'den bu yana yaklaşık 13 yıl Hasan Cemal, Cumhuriyet'te yaşadığı olaylarla ilgili hiç bu kadar açık konuşmadı. Kendisine sorulan sorulara “Ben bir kitap yazacağım, orada her şeyi anlatacağım.” diyerek susma hakkını kullandı. Şimdi, konuşma sırası Hasan Cemal'de. Ve Hasan Cemal, Doğan Kitap'tan çıkan “Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim” adlı kitabında, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki ‘iç savaş'ın perde arkasını anlatmaya devam ediyor. Cemal'in anlatacaklarının piyasayı karıştıracağı söyleniyordu. Daha kitap piyasaya çıkmadan gazetelerdeki alıntılar bile buna yetti. İşte 1980'lerin Türkiye'sinden bazı kesitler...
'Bilim yanılır, İlhan Selçuk yanılmaz'
“Şahin Alpay, Cumhuriyet'in haftalık Siyaset 84 ekinin 10 Aralık sayısında iki tam sayfayı Karl Popper'a ayırmıştı. Popper, faşizm olsun, komünizm olsun totalitarizm karşı felsefi planda yüzyılın az sayıdaki en etkili demokrasi ve açık toplum savaşçılarından, düşünürlerinden biriydi. Ama İlhan Selçuk'a göre ‘karşı devrimci'ydi. Bu sebeple kıyamet koptu. Cumhuriyet'te ‘karşı devrimci sızıntılar' vardı. Adını açıkça koymuyordu; ama bunların başında Şahin Alpay geliyordu. Ve ben, genel yayın müdürü olarak bu sızıntılar karşısında görevimi layıkıyla yapamıyordum. Oysa ben Popper'ı sevmeye başlamıştım. (...) Bilim yanılabilir; ama İlhan Selçuk yanılmazdı. Çünkü din gibiydi onun inancı.”
“Demirel, benim gibi konuşuyor” 
“Televizyondan bütçe görüşmelerini izliyorum. Muhalefet lideri olarak Demirel kürsüde veryansın ediyor ANAP hükümetine. Telefon; İlhan ağabey arıyor: ‘Yahu Hasan, Demirel'i izliyor musun? Sanki ben konuşmayı yazmışım neler söylüyor öyle? Böyle giderse, bize söyleyecek laf kalmayacak.”
‘Nadir Nadi, hortumculara Cumhuriyet'i açmazdı’
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük yolsuzluk olayına imza atan, hatta dünya bankacılık tarihinde türündeki ilk ‘banka hortumlaması örneği' olarak geçen Uzanlar'ı savunabilen, Cem Uzan'ın Genç Parti'sinden çarşaf çarşaf ilan alıp Cumhuriyet'te yayımlayan, Cem Uzan'la günlerce süren röportajları yaptıran da İlhan Selçuk olmuştu. CHP'nin Esenyurt belediye başkanlığından geçerek yolları hapse kadar düşen, isimleri iddia olarak ‘arazi mafyası' içinde geçen Çapan kardeşlere akçalı işlerde ortaklık yapan, onlardan ‘taze para' sağlayan da yine İlhan Selçuk'tan başkası değildi. Nadir Nadi hayatta olsaydı, Selçuk bütün bunları hayal bile edemezdi. Peki ya Uğur Mumcu hayatta olsaydı, Cumhuriyet'in İlhan Selçuk tarafından bütün bu çevrelerle ya da ‘sermaye'yle bu denli ‘Makyavelist' ilişkilere sokulmasına razı olur muydu?.. İhtimal vermiyorum.”
‘Selçuk'un cuntacılık, damarlarına kadar işledi'
“İlhan Selçuk'un aktif siyasete girmeyi, liderliğe oynamayı ara sıra kafasından geçirdiği zamanlar olmadı değil. Ama geri durdu. Belki de cuntacılık iliklerine işlediği için öyleydi. Kapalı kapılar arkasındaki siyasetten hoşlanırdı. Demokrasinin şeffaf oyunu ona göre değildi. (...) Daha çok perde arkasında durmayı tercih ediyordu. Orkestrayı oradan, arka planda kalarak yönetiyordu. Zaten İlhan Selçuk'un öteden beri sevdiği oyun bu. Gölgede kalmak, ipleri orada tutan ve öyle bilinen adam olmak... Hep bundan hoşlandı.”
Berrin Nadi: İlhan'a bak Stalin gibi yürüyor
“Berrin Nadi: İlhan'a bak Stalin gibi yürüyor. Bu benzetmeyi sık sık yapar İlhan Selçuk için. Berrin Hanım'a göre İlhan Selçuk ‘Moskovacı bir komünist'tir. Bunu bazen pat diye yüzüne söyler. İlhan Selçuk'tan hoşlandığı söylenemez. Sanıyorum bu duyguların altında İlhan Selçuk'un Nadir Nadi üstündeki etkisi yatıyor. Ayrıca İlhan Selçuk'un Emine'yle (Uşaklıgil) oyun kurabileceğinden de çekiniyor.”
Mumcu ile Selçuk'un Stalin kavgası
17 Ocak 1990. İlhan Selçuk, Stalin'i savunuyor: '1917'nin ateşinde pişti Stalin, Lenin'den sonra Rusya'da iktidarı ele geçirdi; yüz halktan oluşan Sovyetler'i örs ve çekiç arasında dövdü. (...) Kimileri taptı Stalin'e, kimileri kin bağladı; ama 'komünizmin çarı' öteki dünyaya göçtüğünde 1917'nin fikirleri, sosyalizmin ilkeleri, ortalığa saçılıp yayılmıştı.' 17 Şubat 1990. Uğur Mumcu, Stalin konusunda İlhan Selçuk'a cevap veriyor: 'Stalin döneminde Sovyetler Birliği'nde 786 bin kişi kurşuna dizilmiş. Stalin ve Hitler... İki kanlı diktatör, ikisi de insan kasabı...'
‘Devrim de yapamadık, demokrasi de...'
“İlhan Selçuk, Batı demokrasisini sevmezdi. Başka çare olmadığı için katlandığını söylerdi. ‘Devrimci demokrasi', ‘devrimci demokrat' deyimlerini tercih ederdi. Ama bunları da öyle sık kullanmazdı. Saklardı. Başka bir deyişle takiye yapardı. (...) Ben ne zaman demokrasiyi, çoğulculuğu savunan bir yazı yazsam, dalgasını geçerdi: 'Yine demokrasi havariliği yapmışsın!' (...) Eklerdi İlhan Selçuk: Devrim de yapamadık, demokrasi de...”
‘12 Mart kuşağı bozuk çıktı'
“20 Eylül 1987... İlhan Selçuk'un bugünkü yazısının bir bölümü de döneklik üzerineydi. Ertuğrul Özkök'ün 'Elveda Başkaldırı' kitabı ile bunun üzerine Hadi Uluengin'in bizdeki yazısına dönük eleştiri... (...) Özkök, Uluengin gibi isimlerin İlhan Selçuk'u irkilttiğini söyleyebilirim, '12 Mart kuşağı bozuk çıktı.' deyip duruyor.”
‘Selçuk'un ödü kopuyor, bir gün ‘Batı demokrasisi gelecek' diye'
“29 Ekim 1987. Bugün İlhan Selçuk'la konuşurken, solda yeni parti kurma girişimlerinden söz etti. ‘Devrimci' bir parti ile sosyal demokrat partinin farklılığının korunması lazım geldiğini belirtti. Dikkat ediyorum, İlhan Selçuk'un ödü kopuyor, bize de bir gün ‘Batı demokrasisi' gelecek' diye.”
‘Selçuk, Deniz Baykal'ı oldum olası sevmez'
“İlhan Selçuk, Baykal'ı oldum olası sevmez. Onu 'sağcı' bulur, Amerikancı bulur. Uğur Mumcu ile ben ise İnönü-Baykal konusuna girmedik. Uğur, İnönü'den öteden beri hazzetmez. Kitleleri ateşlemeyeceğine inanır. Baykal'a karşı da mesafelidir. İlhan Selçuk ile Ankara'da sohbet ediyorduk: ‘Uğur ve sen, beni Baykal konusunda yalnız bıraktınız.' Kızıyor Baykal'a, 'sermayeyle uzlaştığını', uzlaşacağını söylüyor. (...) “İki gün önce (6 Temmuz 1988) dörtlü kurul ilk toplantısını Nadir Bey'in odasında yaptı. İlhan Selçuk, Atilla Sav'dan rahatsız oldu. Zira Baykal'ın adamı olarak SHP yönetiminde...”
‘Enis Batur ve Ferid Edgü'nün ne işi var?'
“Kültür sayfalarında bir köşe açmaya karar verdik. İsim olarak tespit ettiklerimiz arasında Tomris Uyar, Ferid Edgü, Atilla Özkırımlı, Enis Batur, Demir Özlü, Onat Kutlar, Orhan Pamuk, Memet Fuat ve Nedim Gürsel vardı. Tomris Uyar ve Ferid Edgü ile konuştuk, kabul ettiler. Bu proje gelişirken bir gün odama İlhan Selçuk damladı. 'Aman bunu yapmayın; öteki yazarlar bundan rahatsız olur; kendilerine alternatif hazırlandığını sanırlar.' dedi. Fazla belli etmiyordu ama kızmıştı. (Başka bir sayfadan alıntı): ‘1983 seçimleri sonrasında 'siyaset eki çıkarmaya başlamıştık. 1984'te bu ekin arka sayfasında Enis Batur'a köşe açmıştık... Ömer Madra da arada bir yazı gönderiyordu. Bu arada Ömer'in eşi Piyale Madra'nın karikatür bantları da Cumhuriyet'te yayımlanmaya başladı. İlhan Selçuk, Enis Batur gibi Ömer Madra'nın da hayata, dünyaya bakışından pek hazzetmezdi. (...) Ömer Madra ile Enis Batur, Yeni Gündem dergisinde İlhan Selçuk'un bir yazısıyla dalga geçen bir şeyler yazdılar. İlhan Selçuk müthiş öfkelenmişti, Enis Batur'a köşe açılmasına: 'Ben senin ağabeyin değil miyim? Sen bana bunu nasıl yaparsın. (...) Onlar beni çarmıha geriyorlar, sen onlara Cumhuriyet'i açıyorsun.”
El konulan Matosyan Matbaası
“Karşımda Pembe Konak. Odamdan seyrediyorum. Hüzünlü bir manzara! 19. yüzyılından kalma ahşap, üç katlı konak. Metruk! Kendi kaderiyle baş başa bırakılmış, her yanı dökülüyor. Matosyan Matbaası! Bir Ermeni işadamının matbaasına el konup Atatürk'ün emriyle Yunus Nadi'ye verilmiş. Bu konu Cumhuriyet'ten hoşlanmayan çevrelerde arada bir gündeme getirilirdi.”
‘Cengiz Çandar için 'şeker abiler’ ne diyor?'
“(...) Cengiz Çandar kardeşim ipi geriyor bugünlerde. Gitmiş Nokta dergisine bir demeç vermiş. ‘Türkiye, ikinci İran olabilir mi?' sorusuna cevap verirken bizimkilerin damarına basacağını bilerek çok iyi konuşmuş. Cengiz'in bu sözleri bizimkileri delirtti. Ali, Uğur, Akbal hepsi ayaklandı. Uğur, 'Bir yazı yazıp ağzına edecektim ama...' dedi. Teskin ettim. Nadir Bey bir iki gün önce Cengiz'i kapıya koymaktan söz etti. (...) İlhan Selçuk'a gelince: ‘Bilirsin, Cengiz'in ayrı bir yeri var bende. Ama kendisi şöhretini taşıyamaz oldu. Bu 12 Mart kuşağında hiç işi yok.' Son cümlesi hariç, doğru. (...) Cengiz Çandar'ın Nokta dergisinde bizimkilere 'ilerici safdiller' diye saldırması, Ali Sirmen'e 'saray soytarısı' demesi, Ali Sirmen'in de ona yazısında 'dangalak' diye saldırması... Bütün bunlar aynı kapta tutulabilir mi?”
Özal: İhale alamayınca aleyhimize haber yapıyorlar
“Başbakan Özal ile Güney Kore'ye giderken, uçakta Yalçın Doğan'ı yanına çağırmış. Babıali'de ne olup bittiğini sormuş. O günlerde Mehmet Barlas, cümbür cemaat Milliyet'ten ayrılıp Güneş'e geçmişti. Sonra da Yalçın'a demiş ki: İyi ettin Güneş'e geçmemekle... Siz sadece gazetecilik yapıyorsunuz. Güneş'te yazamazdın. İhale alamayınca hemen aleyhimize bir haber çıkıyor. Sonra da dolaylı yollardan haber gönderiyorlar.”
‘Uğur Mumcu ajan mı’ tartışması
“Özal, Başbakanlık Konutu'nda birkaç gün önce Yalçın Doğan'a, ‘Uğur'un (Mumcu) peşine takıldınız, gidiyorsunuz.' dedikten sonra şunları söylemiş Uğur hakkında: ‘Sen kalk hem beş yıl boyunca Evren'e küfret, hem sonra da ‘Elimde belge var' diyerek Çankaya'ya çık ve seçimle gelmiş bir iktidara karşı elindeki raporu Evren'e ver.' Çetin Altan ve Mehmet Barlas Güneş'ten, Mehmet Altan Söz'deki köşesinden, Ahmet Altan Hürriyet'ten Uğur'a yaylım ateşi başlattılar. Ajanlıkla, MİT'çilikle suçluyorlar. (...) Ahmet Altan, adını vermeden Uğur'a yüklenmiş: Türkiye'de solcu olduğunu iddia eden birinin, dünyadaki sosyalist ülkeler tarafından ajan ilan edildiği açıklanıyor. Bunların belgeleri olduğu söyleniyor. Ne solculardan çılgın bir öfke, ne aydınlardan kızgın bir çığlık duyuluyor. (...) Altan-Mumcu çekişmesi kavgaya dönüştü. Çetin Altan, Uğur Mumcu'ya 'MİT ajanı' derken, Mumcu da Altan'a ‘Beynini viskiyle eritmiş Marksist dönek.' dedi.”
CIA ajanının Cumhuriyet'te ne işi var!
“Mary Elizabeth'in (Doğan Nadi'nin Amerikalı eşi) kim olduğunu ilk kez Emine'den (Uşaklıgil) öğreniyorum. 1945'te savaş sonrası Berlin'de Amerikan istihbaratında çalışmış. CIA'den önceki kuruluşta OSS'de bilgi toplamakmış görevi. İstanbul'a geldiğinde Doğan Nadi ile tanışıp evlenmişler.”
Berberoğlu: Selçuk'un yazılarına tahammül edemiyorum
“Enis Berberoğlu dün Bonn'a gidiyordu, Cumhuriyet'in temsilcisi olarak. Şöyle dedi: Hasan ağabey, İlhan Selçuk'un yazılarına artık tahammül edemiyorum. Daha ne kadar bu gazeteye onlar damgasını vuracaklar?”
HASAN CEMAL:
Nadir Nadi'nin ölümünden sonra Cumhuriyet, benim tasarladığım Cumhuriyet olmaktan çıktı. Tek adam saltanatıyla tamamen İlhan Selçuk'un damgasını vurduğu, Türkiye'ye, dünyaya, hayata ve gazetecilik mesleğine benim penceremden bakmayan bir kimliğe büründü Cumhuriyet.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder