31 Temmuz 2014 Perşembe

Alman basını katliamı görmezden geldi!

 20 günü aşkın süredir bin 300'ün üzerinde liyi 
katletti. Türkiye dahil birçok ülke Gazze'deki insanlık dışı uygulamalara tepki gösterirken başta Amerika, Almanya ve İngiltere olmak üzere katliama kayıtsız kalmaya devam ediyor. 

Özellikle Gezi olayları sırasında masum sivil halkın devlet gücü tarafından şiddete maruz kaldığına dair sayfa sayfa haberlere imza adan Alman basını, Der Spiegel ve Bild gazetesi gibi yayın organları Gazze'de gerçek bir katliamı görmedi. 

Bu yayın organlarından Der Spiegel tarihinde ilk kez Türkçe kapakla çıkmış, Gezi olaylarının bir numaralı kışkırtıcısı olarak karşımıza çıkmıştı.

Habertürk yazarı Özcan Tikit de Alman basının bu tavrına dikkat çekerek konuyu bugünkü köşesine taşıdı. 

Tikit şunları söyledi:
"Der Spiegel, FAZ ve Bild'deki haberlere bakarsanız, İsrail'in HAMAS'ı vurduğu iddiası külliyen yalan. Saldırgan olan bir taraf varsa o da HAMAS. Gazze'deki vahşice katledilen Filistinli sivillerle ilgili haber desen, ara ki bulasın. 

Özellikle Bild gazetesi için varsa yoksa mazlum İsrail.. Varsa yoksa mazlum İsrail askerlerinin çektiği acılar..Varsa yoksa HAMAS'ın kazdığı tüneller.. Halkını Gazzeli bebeklerden koruyan İsrail askerlerinin karşı karşıya oldukları korkunç tehlikeyi anlata anlata bitiremiyorlar"

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Made in Turkey’in imajı yükseliyor



Tekstil, gıda, turizm, perakende ve inşaat alanlarında faaliyet gösteren Başyazıcı Holding bünyesinde yer alan Başyazıcıoğlu Tekstil, ham ve boyalı iplik alanında dünya devlerine üretim yapıyor. Şirket, Bamen markasıyla Calzedonia, Zenga Sport, Ikea, Petite Bateau, Thomas Mason, Levi’s gibi dünya devi şirket ve markalara ürün vermeye başladı. Bamen Genel Müdürü Murat Başyazıcıoğlu, 2018’e kadar dünyanın en büyük kumaş üreticilerinin ve markalarının en iyi 3 iplik tedarikçisi arasında yer almayı hedeflediklerini belirtti.
Çin malını istemiyorlar
Başyazıcıoğlu “Şu anda Avrupa’da servis ve kalite olarak önemli bir yere geldik. Dünyada klasik iplikçilik çok yaygın ve biz farklı ürünler üreterek bu kırmızı okyanustan çıkmaya başladık. Şu anda bizim ürettiğimiz iplikleri Türkiye’de üreten 4-5 tane firma var” diye konuştu.  “Made in Turkey dediğiniz zaman Made in Italy kadar iyi bir imajı var” diyen Başyazıcıoğlu “Çin malını kimse görmek istemiyor. Avrupa’daki çoğu firma Türkiye’yi tercih ediyor çünkü hızlı değişime çok çabuk ayak uyduruyor. Tekstil işi yapıp da Türkiye ile iş yapmayan firma yoktur sanırım. Ucuz değiliz ama müşterilerimiz hızımıza ve kalitemize güveniyor. Sorun çıktığında aynı gün sorunu çözebilir yakınlıktayız” dedi. 20’nin üzerinde ülkeye ihracat yaptıklarını belirten Başyazıcıoğlu “Pamuk ipliği ihraç eden 100 şirket arasında 11’inciyiz. İtalya, Almanya, Portekiz, Litvanya ve Romanya’ya 23 ülkede faaliyet gösteriyoruz. Her yıl bu sayıyı planlı bir şekilde artırıyoruz. Ağırlıklı İtalya olmak üzere AB ülkeleri, Rusya ve Baltık ülkeleri de gelişen pazarlarımız” diye konuştu.
Hedefinde büyüme var
Murat Başyazıcıoğlu, 2015’te kapasitelerini yüzde 20 büyütecek bir yatırım planladıklarını kaydetti. Üretimlerinin yüzde 22’sini ihraç ettiklerini belirten Başyazıcıoğlu “Pamuk, bambu, modal ve tencelden yün, kaşmir başta olmak üzere 100’ün üzerinde ürünümüz var. 2013’te 9.6 milyon kg ham iplik, 3.6 milyon kg boyalı iplik üreterek, tekstil ihracatında 11. sıraya yükseldik” dedi. Başyazıcıoğlu, Bamen’in 2013 yılında satış hacminin 45 milyon dolar olduğunu belirtti

Artık Amerika'da üretim yapacak!


MERSİN'de 17 yıl önce kurulan, Türkiye, Almanya ve Hindistan'da 4 üretim tesisi ve 2 araştırma merkezi bulunan, sterilizasyon sistemlerinde Avrupa'nın ilk 5 firmasından biri olan PMS Medikal, ABD'de üretim yapmak için çalışmalara başladı.

Üretiminin yüzde 90'lık bölümünü 5 kıtada 70'den fazla ülkeye ihraç eden PMS Medikal'in Genel Müdürü Özgür Güler, ABD'deki üretim tesisi için 2 bin 700 metrekarelik yer tahsisi yapıldığını belirtti. 
Özgür Güler, "2013 küresel pazar büyüklüğü 1 milyar dolar ve 2018'de 3 milyar dolar olması beklenen bu branşta, hem cihazların, hem de sarf malzemelerinin tek üreticisi olarak pazar liderliğine adayız" dedi. 
PMS'nin kuruluşundan bu yana odak noktasında 'markalaşma' ilkesi bulunduğunu kaydeden Güler, PMS ürünlerinin sadece Türkiye'de değil dünyada da bilinen ve itibarlı bir marka haline geldiğini, bu amaçları doğrultusunda ABD pazarının kendilerini hedeflerine daha da yaklaştıracağını söyledi. 
'KALİTELİ TÜRK MALI' İMAJINI SAĞLAMLAŞTIRDIK
PMS olarak 'Kaliteli Türk Malı' imajını dünyada sağlamlaştırdıklarını, sektörde Original Equipment Manufacturer (orijinal ürün üreticisi) hizmeti vererek, Avrupa'daki üretici rakiplerine de hammadde tedarik ettikleri kaydeden Özgür Güler, şunları söyledi:
"Bilimi her zaman işinin odağında tutan PMS'nin Ar-Ge birimi her dönem buluşlara ve inovasyonlara imza atmaktan geri kalmıyor. Sterilizasyona uyumlu filmlerin dünyadaki 3 üreticisinden biri olan PMS, steril paketleme verimliliğini yüzde 70 arttıran Pouchmate cihazının da patent sahibidir.
Sağlığa zararsız ve çevre dostu yeni nesil Plazma Sterilizasyon cihazının Avrupa'daki 3 üreticisinden biri haline gelen PMS, ABD Başkanı Barack Obama'nın başlattığı 'Üretim Rönesans'ı' programına öncelikli şirket olarak davet edildi. Büyük bir teşvik paketi kapsamında, medikal sektörün 'silikon vadisi' olarak adlandırılan Chicago'daki Medical District'te 2 bin 700 metrekare alan tahsis edildi. Bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirip, ABD pazarında etkin rol almak istiyoruz. "DHA

Masada Hikayesi nedir?

İsrail'de, Ölü Deniz'in Batı sahiline yakın bir yerde Ölü Deniz'den 430 metre yüksekliğe sahip Masada denilen bir tepe vardır. Tepenin özelliği, dorukta bulunan, yaklaşık 630 metre uzunluk, 220 metre genişlikteki yerde tarihin en büyük kahramanlık öykülerinden birinin yaşanmış olmasıdır.
O dönemi yaşayan Josephius'un ‘‘Yahudi Savaşları'' isimli kitabına göre Masada tepesi yerli halk ile Romalılar arasında birkaç kere el değiştirdi. Ancak Milat'tan sonra 66 yılında Museviler burayı zaptettiler.
Böylece Masada, Roma zulmünden kaçan ve Romalılara karşı savaşan Musevilerin sığındığı bir kale oldu. Ancak 70 yılında Romalılar, Musevi isyanını bastırarak Kudüs'ü ele geçirdiler.
Romalı Komutan Flavius Silva aynen Şaron gibi karşı tarafın tapınaklarına bile tahammül edemeyen biriydi. Musevilerin, harabelerini ortaya çıkarmak için hálá uğraştıkları Tapınağı bu sırada yıktırdı, ama Masada'yı ele geçiremedi.
Çünkü oradaki Museviler teslim olmaktansa ölünceye kadar savaşmaya ant içmişlerdi. Nitekim Silva'nın 10 bin askeri Masada'yı tam üç yıl süreyle kuşatma altında tuttu. Buradan kaçan olmasın diye tepenin etrafını duvarla çevirdi. Yine sonuç alamadı.

Roma’nın Yeruşalayim’i ve II. Bet-Amikdaş’ı işgal etmesinden sonra, Yahudiler Yeruşalayim’den çıkıp, Masada Kalesi’ne geldiler. Orada 2-3 yıl kaldılar.
Kale hamamından su kuyularına, evlerinden gözleme kulelerine kadar herşeyi ile tam bir küçük köy izlenimi veriyordu. Kalenin kuzeyinde yiyecek depoları, gözleme terası, hamam  ve bir sinagog bulunuyordu. Bunlar arasında kuzey yakasının en önemli yapısı Kral Herod’un kendi için yaptırdığı hamamdır.
Yapım itibarı ile hala ilgi çeken bu yapı üç odacıktan oluşuyordu . Bu odacıklardan biri sıcak biri ılık ve biri de soğuk su içindi. Bu odacıkların hepsi zamanına göre çok yüksek bir mimari yapıya sahipti. Ayrıca bu odacıkların sıcak olanında sıcak hava tutmak ve odaya yaymak için değisik bir sistem kullanılmıştır. Burası iki kattan oluşmak ile beraber alt katta bir sürü boru vardı.
Buna ek olarak yukarıda da sıcak havanın içeriye girmesini sağlayan bir hava boşluğu vardı. Bu boşluktan giren havanın ise her zaman sıcak kalmasını odanın iki katından aşağıdakindeki borular sağlıyordu. Kalenin batı yakasında bulunan en önemli yapı ise bir zamanlar içinde Kral Herod’un da yaşamış olduğu kalenin en büyük yapısı (yaklaşık 4000 metrekare) Batı Sarayı’dır.
Kalede  bir çok bölme olmakla berbaber en önemlileri yatak odaları, malzeme depoları, mozaik ve taht odaları idi. Batı Saray’ının kuzeybatısında bulunan Bizans Kilisesi ile güneybatısındaki üç villa ve büyük su havuzu da Kalenin önemli mimari eserlerinden biridir.
Kale’nin doğu kısmına geldiğimizde ise burada sonradan yapılmış olan ve Yahudilerin kalede kaldıkları süre içerisinde yaşadıkarı evleri görürüz. Kalenin güneyinde ise sadece su toplamak için yapılmış olan yeraltı sarnıçları vardır. Kalenin yapısında da sadece taş kullanılmakla beraber kalenin kuşatılması ve buna bağlı olarakta alınması çok zordu.
Masada tepesine çıkan herhangi biri, çevredeki Romalıların orayı bir işgalle kolaylıkla alamayacaklarını görebilir. Çünkü Masada Kalesi, büyük bir tepenin üzerine inşa edilmiştir.
Yukarı doğru çıkan bir asker, kaledekiler için kolay bir hedef olurdu. Buna rağmen, orada kalan Yahudiler hiçbir zaman kendilerini güvende hissedemediler. Her sabah kalkıp Romalılar'ın silahlarını nasıl geliştirdiklerini seyrettiler.
Yahudiler, Romalıların kaleye batı ucundan her yaklaşma denemesinde Romalı askerler üstüne kızgın yağ döküyorlardı. Bunun sonucunda da kaleye yaklaşanların sayısı her geçen gün azalıyordu. Yine bir gün Yahudiler içinde kızgın yağ bulunan kazanları batı ucuna yerleştirmişler ve kurban olacak Roma askerini bekliyorlardı.
Bir süre sonra kurban gözüktü. Hızlıca koşarak batı ucundan kaleye tırmanmaya çalışıyordu ki yukardan kızgın yağ üstüne boşaldı ve o acı ile “ Şema İsrael” diye bağırdı. Buna duyan yukarıdaki Yahudiler çok şaşırdılar ve o günden sonra hiç kızgın yağ dökmediler.
Romalılar, ilk olarak düzgün bir yol yapımı için çalışmalar başlattı. Uzun uğraşlardan sonra Solelo adı verilen  yapay bir yol yaparak Masada’ya ulaşan Roma askerleri kaleye saldırmaya başladılar, ancak almayı başaramadılar. Ayrıca bölgenin sıcak olması ve Romalıların su sıkıntısı çekmesi onların morallerinin bozulmasına neden oluyordu.
Sonunda Masada’nın kuvvetli duvarlarından birini yıkarak buranın alınmasını kolaylaştırdılar. Fakat acele etmediler ve ilk olarak Masada kalesinin karşısına tahtadan bir kale yaptılar. Amaçları Yahudilerin erzak ve sularının bitmesini ve bu yüzden de teslim olmalarını sağlamaktı.
Yahudiler bu kaleyi Romalıların kısa bir süre içersinde yapmaları karşısında çok şaşırdılar. Fakat bunun üzerine onlarda bir plan yaptılar. Bu onlar için kaleyi kurtarmak adına  son şansları idi ve bunu iyi kullanmak istiyorlardı. Planları basit ama uygulamaları zordu.
Çünkü planlarının işlemesi için birkaç kişinin gizlice dışarı çıkarılması lazımdı. En sonunda dışarı çıkmayı başaranlar planı uygulamaya başladılar. Planları Romalıların kısa bir süre içinde inşaa ettikleri taht kaleyi yakmaktı.


Sonunda başardılar ve kale yanmaya başladılar. Bir ara kaybeder gibi olan Romalılar rüzgarın da yardım ilen yangının önüne geçmeyi başardılar. Bundan sonra fazla beklemeden hemen karşı saldırıya geçtiler.
Bunun sonucunda Yahudiler'in lideri olan Elazar ben Yair, bütün Yahudiler'in kendilerini öldürmesi gerektiğini söyledi. Yahudilik, intiharı kesinlikle yasakladığı için, bu insanlar tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Ama daha sonra, bu alternatif yol, insanlara tutsak olmaktan daha mantıklı geldi.
Masada’daki son anları, olanlara tanık olmuş bir  kişiden öğreniyoruz… Flavius Josephus. Daha sonra Josephus Masada'nın hikayesini kendi duygularını da katarak yazdı. Onun yazılarında, Eliezar ben Yair’in son konuşmaları yer almaktadır. Bu konuşmalarda Eliezar ben Yair neden intihar ettiklerini anlatmaktadır. İşte onun konuşmasından bir bölüm:
“…Bırakın karılarımız kötü yola düşmeden, bizden önce ölsünler; bırakın çocuklarımız ölsün, köleliğin acısını tatmadan…Onları öldürdükten sonra da karşılıklı olarak birbirimizi öldürelim.”
Daha sonra Elazar, Yahudiler'e bütün eşyalarını yok etmelerini ama yiyecekleri bırakmalarını söyledi:
“…Yiyecekler bizim ihtiyaçlar yüzünden ölmediğimizin kanıtı olacaktır. Böylece, bizim asıl kararımız anlaşılacak; ölmeyi köleliğe tercih ettiğimiz..”
Bu konuşmalardan sonra,  bir plan yapıldı. Bu plana göre oradaki 1000 kişi içerisinde kura yolu ile sekiz kişi seçildi. Bu sekiz kişinin görevi geriye kalan kişileri öldürmekti. Öldürme işini ise öldürüleceklerinin boğazlarına keskin bir kılıç ile tek hareketle, acı vermeden yapıyorlardı. Herkes ölüpte geriye sekiz kişi kalınca onlar da kura ile birbirlerini öldürüyordu. Geriye kalan en son kişi ise intihar etti. Bu olaylardan sonra, Romalılar kaleye geldiklerinde 960 tane cesetle karşılaştılar.
II. Beth-Amikdaş’ın yıkılması ve Masada İsyanı’nın bastırılması, İsrael’in kuruluşuna (15 Mayıs 1948) kadar sürecek olan bir esaret ve sürgün döneminin başlangıcıdır. Bu tarihten sonra, Yahudiler dünyanın her tarafına yayılmış ve 2000 yıl boyunca tekrar toplanıp bağımsızlılarını elde etmeyi ümit etmişlerdir.

"
Bunun üzerine, daha önce esir aldığı Yahudileri zorla çalıştırarak Masada'nın Batı tarafına Masada'ya saldırı sırasında kullanılmak üzere suni bir yamaç yaptırdı. Ve Masada'ya saldırdı.
Artık son gün gelmişti. Masada'da yaşayan ve kendilerini savunan 960 Yahudi, komutan Eleazar'ın emriyle toplandılar. Eleazar onlara son bir konuşma yaptı. Hepsine ‘‘Romalılara esir olmaktansa ölmeye hazır olmalarını'' söyledi.

Romalılar o dönemde Batı Şeria'ya düzenledikleri akınlar sırasında buradaki hurma ağaçlarını yok etmiş. Bugünkü ağaçların kökeni, diğer Ortadoğu ülkelerinden getirilen tohumlara dayanıyor. Yani Roma akınında tarihe karışan Masada Kalesi'nde bulunan tohumlar, antik dönemde Batı Şeria'daki hurma ağaçlarından günümüze ulaşan son kalıntı.
İsviçre'de yapılan radyokarbon testleri, hurma tohumlarının 1990 yaşında olduğunu gösterdi. Bu tarih Romalıların Masada Kalesi'ni kuşattıkları döneme denk düşüyor. Kalede yaşayan Yahudiler, Romalılara esir düşmek yerine intihar etmeyi tercih etmişlerdi. Söz konusu hurma çekirdekleri ise kale muhafızlarının erzak deposunda bulunmuş.
Uzun yaşamı simgeliyor
Hurmayı alternatif tıpta tedavi amacıyla kullanan Hadassah Tıp Birliği'nden Dr. Sarah Sallon, bunları yeniden yeşertmeyi başardı. 25 santimetre yüksekliğine ulaşan hurma fidanına, İncil'de 969 yıl yaşadığı belirtilen ve uzun yaşamın sembolü olan Methuselah'ın adı verildi. Fidanın tutması durumunda orijinal Batı Şeria hurmalarının yeniden yaşatma şansı olacak.
Dr. Sallon, bu tohumları alarak ilk önce sıcak suda bekletip kabuklarını yumuşatmış. Daha sonra sırasıyla asitli hormonların ve tohumun büyümesini sağlayacak enzimlerin bulunduğu sıvıların içinde bekletmiş. Tohum hayatta kalabilmek için kendi içindeki besinleri tüketiyor. Yeşermek için uygun şartları bulduğunda filizlerin gelişmesi için yeterli besin kalmamış oluyor. Antik tohumlardan elde edilen fidanları hayatta tutmak zor olduğu için Methuselah karantinada tutuluyor.
Öykünün bundan sonrası oldukça dramatik. Eleazer, herkesi öldürmek üzere 10 kişi seçti. Bu on kişi 950 kişiyi öldürdükten sonra aralarından bir kişiyi de kalan dokuzu öldürmek için seçtiler. Ve o bir kişi görevini yaparak en sonunda kendini öldürdü. Bu olay, yanına 5 çocuk alıp ölümden kaçan bir kadın sayesinde öğrenildi.
Bugün hemen her İsrailli çocuk Masada'yı okul çağında ziyaret ediyor, her İsrailli asker, eğitimini tamamladıktan sonra yemin törenini Masada'da yapıp, oradaki direnişin anısıyla silah kuşanıyor.


Masada Efsanesi Türkiye’de pek bilinmese de İsrail toplumu için önemli ve halk arasında daima canlı tutulan bir mittir. Buna bağlı olarak ilkokul kitaplarından üniversite sıralarına varıncaya kadar eğitimin hemen her araç ve safhasında özenle işlenmektedir. Bunun yanında Masada şiir, tiyatro ve müzikallerin de en gözde temalarının başında gelmekte ve askerlikte ilk eğitim dönemi tamamlandıktan sonra askerler yemin töreni için, bugün halen millî bir varlık olarak korunan Masada tepesine çıkarılmaktadırlar. Peki nedir Masada Efsanesi?
İsrail resmî tarihine göre, -ki bu konuda tek bilgi kaynağı olan antik dönem tarihçisi Josephus Flavius’tan aktarır- hikaye kısaca şöyle: Yahudi tarihindeki en önemli karakterlerden biri ve Roma’nın yahudiler üzerindeki egemenliğinin simgesi haline gelen Roma imparatoru Büyük Herod, Kudüs ve çevresini ele geçirince Sicarii adında aşırı bir grup yahudi, Roma’ya karşı ayaklanırlar. Ayaklanmayla birlikte Masada tepesi bu grup tarafından ele geçirilir ve bir yandan Roma zulmünden kaçan yahudilere sığınak olurken diğer yandan da isyancı yahudilerin Roma birliklerine karşı tertip ettikleri saldırılar için üs vazifesi görür. Tepe sonunda isyancılarla birlikte ele geçirilmek üzere büyük bir Roma birliği tarafından kuşatılır ancak bununla da kalınmaz ve saldırı anına dek gün be gün kuşatmaya katılan Romalı asker sayısı artırılır. Böylece kuşatma süresi uzatılarak bir taraftan da yahudilerin kalede biriktirdikleri erzağın bitmesi beklenmektedir. Sonuç olarak yüksek Masada tepesindeki 967 yahudiye karşı 10.000 ilâ 15.000 gibi ezici bir çoklukta Roma askeri kuşatmadaki yerini almıştır. Bugün okul sıralarında İsrailli çocukların kafalarına nakış nakış işlenen bu hikayenin efsaneleşmesi tam da bu noktadan sonra başlar. Masada tepesindeki 967 kişi yenilginin kaçınılmaz olduğunu anladıklarında liderleri onları toplar ve bir konuşma yapar. Roma askerlerinin eline düşüp rezil ve zelil köleler olmaktansa burada onurlarıyla ölmeleri (kendilerini öldürmeleri) daha iyidir. Böylece hem kendilerinden sonra gelecek nesillere onurlu bir geçmiş bırakabilecekler hem de Roma ordusuna karşı bir avuç cesur yahudinin onurlu mücadelesini tüm insanlığa duyurmuş olacaklardır. Ve böylece aynı durum “bir daha asla” vuku bulmayacaktır. Yahudi inancında intihar yasaktır ama formül, grubun lideri Eleazar ben Ya’ir tarafından bulunmuştur: “…Bırakın karılarımız kötü yola düşmeden, bizden önce ölsünler; bırakın çocuklarımız ölsün, köleliğin acısını tatmadan…Onları öldürdükten sonra da karşılıklı olarak birbirimizi öldürelim.” Buna göre içlerinden küçük bir grup –bir rivayete göre 8, bir diğerine göre ise 11 kişi- oradaki herkesi öldürecek, daha sonra da karşılıklı olarak birbirlerini öldüreceklerdir. Ben Ya’ir tüm eşyaların yok edilmesini ancak yiyeceklere dokunulmamasını emreder: “…Yiyecekler bizim ihtiyaçlar yüzünden ölmediğimizin kanıtı olacaktır. Böylece, bizim asıl kararımız, yani ölmeyi köleliğe tercih ettiğimiz anlaşılacaktır.” Ve bu şekilde ilerleyen sürecin sonunda Roma askerleri Masada’ya girdiklerinde 967 cesetle karşılaşırlar. Masada’nın düşüşü Büyük İsrail’in kuruluşuna kadar sürecek olan bir sürgün, esaret ve zillet döneminin başlangıcını temsil etmektedir. Böylece Büyük İsrail kurulduğunda, insanlar Masada’da olanları hatırlayacak ve “Masada bir daha asla düşmeyecek!”tir.
İsrail Militarizminin Köklerine Doğru
Masada, yahudi toplumu içinde 1920’li yıllarla birlikte öne çıkmaya başlar. Bunun nedeni dünya üzerindeki yahudileri Kudüs ve çevresinde toplamayı hedefleyen Siyonizmin, efsaneyi toparlayıcı bir güç olarak kullanmayı seçmesidir. Bu tarihten itibaren seküler Siyonizmin bu efsanenin zihinlere kazınmasına büyük destek verdiği görülür. Peki neden bir başkası değil de Masada efsanesi? Bir miktar dekonstrüktivist/yapısökümcü bir yaklaşımla hikayeyi ele aldığımızda analojiler yoluyla Masada efsanesinin özellikle seçiliş nedenlerine ulaşmak ve bugünkü İsrail militarizminin derinliklerine inebilmek mümkün gibi görünüyor. Efsanede geçen Masada tepesi ile bugünkü modern İsrail arasında bir takım benzerlikler görülüyor ya da yöntem olarak bu tarz benzerlikler oluşturulmaya çalışılıyor. Bu benzerlikleri anlamaya giden bir kapı aralandığında Masada’nın “milli efsane” olarak seçilişinin arkasındaki amiller ve bugün için ortalama bir İsraillinin psikolojisi de ortaya çıkmış oluyor.
Efsanede küçük ve yüksek bir tepe olan Masada’nın, Roma yani düşman askerleri tarafından kuşatılmasıyla birlikte dışarı ile olan bağlantısının koptuğu görülüyor. Yani Masada düşman denizinin ortasındaki bir ada konumuna geliyor. Ada ise zihin dünyasında bir yönüyle yalnızlığı diğer yönüyle de kurtuluşu simgelemektedir. Hikayede geçtiği gibi adaya çıkanlar düşman (Roma) zulmünden selamete erişiyor; kalanlar ise denizde boğuluyorlar. Keza onlara yardım edecek kendilerinden başka kimseleri de yoktur, bu adada tek başlarınadırlar. Bu tabloyu bugüne uyarladığınızda, etrafı Arap devletleri ile çevrili ve hiçbir komşusu ile dost olmayan, düşman denizinin ortasında tüm şimşekleri üzerine çeken bir İsrail tablosu ile Masada’nın ne kadar benzeştiği görülüyor. (Mısır ve Ürdün gibi bazı Arap ülkelerinin 67 savaşı sonrasında İsrail ile diplomatik ilişki kurmaları, dost oldukları anlamına gelmez.) Öte yandan yahudilik inancının vaz’ettiği “Vadedilmiş Topraklar” ve “Büyük İsrail” hedefinden hareketle, Siyonizmin Kudüs çevresinde kurmaya çalıştığı devlet, böylece dünya üzerindeki yahudilere yeniden kurtuluş vadeden bir “ada” mertebesine ulaşırken, İbranicesi Jerusalem olan Kudüs şehri de zihinlerde, İbranice anlamında olduğu gibi bir “barış şehri” oluveriyor. Tarih itibariyle Avrupa’daki yahudi katliamlarına varacak sürecin dünya genelinde ilk adımlarının küçük de olsa atılmaya ve yahudi sorununun kaynamaya başladığı göz önüne alındığında, ulus-devlet çağında, İsrail ulus-devletinin toplumsal tabanı –ulusu– olmaya namzet topluluklara verilen mesaj bu yolla oldukça etkili kılınmış oluyor.
Dikkati çeken diğer nokta, taraflar arasındaki amansız nicelik farkı. “Binlerce (10.000 ilâ 15.000) Romalı askere karşı sadece 967 kişi” vurgusu bugünkü modern İsrailli Yahudi kimliğinin temel özelliklerinden birini teşkil ediyor. Bugün etrafı düşmanları tarafından ‘bir kere daha kuşatılmış’ olan İsrail’in nüfusu, 2009 verilerine göre yaklaşık 7,5 milyon. Kuşatan “düşman kuvvetlerinin” (Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran ) toplam nüfusları ise yaklaşık 238 milyon. Burada biraz ileri giderek kaba bir hesap yaparsak, Masada’da direnmek zorunda olduğu varsayılan topluluğun düşmana oranı yaklaşık %7,7 iken bugün İsrail nüfusunun, etrafını saran “düşmanlarının” nüfusuna oranı ancak %3,2’dir. Bu zaviyeden bakıldığında “Masada’dakinden beter” bu mevcut durumdan hareketle İsrail toplumunu, tehlike çanlarının her an çalmakta olduğuna ve düşmanın öldürücü darbeyi vurmak üzere savaş baltalarını bilediğine inandırmak çok zor gibi görünmüyor. Bu da aslında İsrail toplumunun artık alın yazıları olduğuna inandıkları ve kimliklerine şekil veren bir söylemi, “yığınlara karşı bir avuç” söylemini sürekli besliyor. Bu durum hem yahudi kitlelerde bir mağdur psikolojisi yaratıyor hem de bu kitlelerin ötekini daima ve bütünüyle bir düşman ve bu düşman(lar)ın istisnasız her hareketini de bekaasına yönelik tehdit olarak algılamalarına neden oluyor. Bu tür bir algıyla inşa edilen militarist bilincin mobilize ettiği kitlelerin, giderek hassaslaştığı ve bir yandan da ani ve orantısız tepkiler vermekte oldukları görülüyor.
Masada’da gerçekleştirişen bu toplu intihar eylemi ise bugün ile benzerlik göstermeyen tek noktayı teşkil ediyor. Burada intihar doğrudan bir benzetme değil, ulusal bilinci oluşturmak için süreci tersinden okuma aracı olarak kullanılıyor. Daha önce de ifade edildiği gibi Masada’daki grup, kendilerinden sonra gelecek nesillere ve tüm dünyaya “Masada bir daha düşmeyecek!” mesajı vermek için intihar ediyorlar. Bu intihar, ulusal bilinçte önemli bir ortak tarihî simge aslında; acının simgesi. Şöyle bir durup düşündüğünüzde Avrupa’da yahudilere karşı işlenen katliamlar da modern dönemin ortak(laştırıcı) acı simgesini teşkil ediyor. İsrail toplumu bu acı üzerinden ortaklaştırılarak, kökenleri ve sahip oldukları farklılıklar ne olursa olsun ortak bir geçmiş ve gelecek tasavvuruna sahip bireyler haline gelerek bir ulus olmaları amaçlanıyor/sağlanıyor. İşte bu noktada kulaklarımızın duymaya aşina olduğu bir söylem beliriyor: “Bir daha asla!” Aynı şeyin yahut benzerlerinin, örneğin yüzyılın ortalarında Avrupa’da yaşananların, bir daha asla yaşanmaması için bir sonraki aşamada her şey mübah hale geliyor ve bu çarpan etkisiyle iki kat militarize olmuş bir toplum ortaya çıkıyor. Bu noktada bir diğer farklılık da bu militarize toplumun Masada ve Avrupa tecrübesine karşı geliştirdiği modern formülde ortaya çıkıyor ki bu da militarist bakışın İsrail toplumunda ulaştığı seviyeyi gösteriyor: “If Israel goes down, we all go down/ İsrail düşerse, dünya da bizimle beraber düşecek!” Yahudi toplumunun herhangi bir şekilde yeni bir kötü sonla yüzleşmesi gerekirse bu defa yalnız gitmeyeceği tehdidi, dünyaya verdiği “hep beraber gideriz” mesajı Masada miti yoluyla İsrail halkında oluşturulan militarist bilincin ilk aşamada hedefine ulaştığını gösteriyor.
Sonuç Yerine
Masada İsrail’de hergün yerli-yabancı binlerce öğrenci ve turist tarafından ziyaret ediliyor ve millî bir varlık olarak koruma altında. Bugün Masada Efsanesi’nin tamamen kurgu olduğunu, modern dönemde üretilmiş pür kurgu bir kahramanlık hikayesi olduğunu yazan ve bunu arkeolojik bulgularla delillendiren, hikayenin fizik ve mantık açıkları üzerinden gerçeklerle ilişkisi olmayan bir kurgu olduğunu ispata çalışan yahudi tarihçiler, arkeologlar ve antropologlar var. Kutsal sayılan metinlerde de buna benzer hikayeler olmakla birlikte tüm bunlar ele alınabilecek ayrı konular. Ancak Siyonizm hareketi belli ki projesinin geleceği açısından kendine yahudi kahramanlık hikayeleri arıyordu. Bunu yapmakta kendince sebepleri de vardı.
Biricisi yeni yeni şekillenmekte olan İsrail’in, bir ulus-devlet olarak bir tür toplumsal çimento vazifesi görecek, birbirinden kopuk unsurlardan oluşan toplumu yekpare bir ulus haline getirecek kurucu bir mite ya da mitlere ihtiyacı vardı. İkincisi Avrupa’nın anti-semitik bir tavırla oluşturduğu “korkak yahudi” imajına karşı “kahraman yahudi” imajının yerleştirilmesi amaçlanıyordu. Üçüncüsü bu yolla yeni bir bilinç ve kimlik inşaa edilmesi hedefleniyordu. Dördüncüsü de Filistin toprakları ve İsrail ile yahudi toplumu arasında sarsılmaz ve sorgulanamaz bağlar oluşturulması isteniyordu. Bu projenin ne kadar başarıya ulaştığı elbette tartışılabilir, bunu zaman gösterecek. Ancak bu kapsamda yapılanların İsrail’i, mantığı devreden çıkaran, duygusal ve parayonak bir toplum haline getirmiş olduğu görülüyor. Kurulduğu günden beri acımasızca, orantısız çap ve sertlikte askerî tepkileri ve histerik tavırları ile özdeşleşmiş ve zihinlerde her daim vurdumduymazlığı ve aymazlığı sorgulanan İsrail’in bu acele ve sert tavırlarını bir nebze de olsa deşifre edici bir nitelik taşıyor Masada. Şüphesiz İsrail’in tavrını tamamen bu efsaneye bağlamak makul ve mümkün değil; ancak görüldüğü gibi mevcut bazı özelliklerin tesadüften öte bir benzerlik arzetmesi, durumu incelemeye değer kılıyor. Bölge şartları, reelpolitik dengeler, Amerikan desteği, İran düşmanlığı gibi aktif siyasete ilişkin unsurlar bir kenara bırakıldığında İsrail militarizminin kökenini ve İsrail halkının psikolojisini anlamakta büyük ölçüde zihin açıcı bir efsane gibi görünüyor Masada. Dünya siyasetinin ağır toplarından gördüğü destek ve sahip olduğu teknik ve askerî güç bir kenara, bu psikoloji anlaşıldığında İsrail saldırganlığının üzerindeki mistik perde de açılmış olacak.
Kaynaklar: Ayşegül Altınay: “The Myth of the Military-Nation”; Altınay: “Militarism, Gender and Education in Turkey”, Altınay: “Ordu, Militarizm ve Milliyetçilik”; Altınay: “Militarizm” ; John A. Hall: “Milletleri Türdeşleştirmenin Yolları”; Nachman Ben-Yehuda: “The Masada Myth”; Ben-Yehuda: “Collective Memory and Mythmaking in Israel”; Ozan Erözden: “Ulus-Devlet”; http://www.worldjewishcongress.org ;http://www.jewishvirtuallibrary.org

27 Temmuz 2014 Pazar

Kartpostallarda II. Meşrutiyet


Rumeli’de kutlamalar iradenin tebliğinden 8 saat önce başlamıştı ve bölgede bir bayram havası vardı çünkü bu “kansız bir darbeydi” ve padişahın “istibdad” dönemi sona ermiş artık “hürriyet, özgürlük” dönemi başlamıştı.

Emre Gül/ Tarih Dosyası/ Dünya Bülteni
İttihat ve Terakki, 1908 öncesinde Makedonya’da etkili bir örgüt kurmuş, genç mektepli subaylar arasında pek çok yandaş kazanmıştı. II. Abdülhamid yönetimine karşı gizliden başlayan mücadele, sonraki süreçte açığa çıktı. “Meşveret”, “Şura-yı Ümmet”, “Sancak” gibi yayın organlarıyla propaganda yapan ve Sultan Abdülhamid’e karşı Sırp, Bulgar ve Makedon çetecilerle bile ittifak etmekten çekinmeyen cemiyet, artık kendisini gizlemeden mücadeleyi bir isyan biçimine soktu. Asker ve sivillerden oluşan çetesiyle Resne’de dağa çıkan Kolağası Niyazi, ihtilal hareketini başlattı. Makedonya’daki bu isyan hareketi, düzenlenen mitinglerle bütün Rumeli’ye kısa sürede yayıldı. Yıldız Sarayı’na Meşrutiyet’in ilan edilmesi için telgraflar yağmaya başladı.  İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir emr-i vaki ile 23 Temmuz 1908’de ilk önce Manastır’da 101 pare top attırdı, ardından da Selanik’te meşrutiyeti ilan etti.
 
II. Meşrutiyet’in sloganları: Hürriyet, Adalet, Müsavat, Uhuvvet ve II. Abdülhamid’in fotoğrafıyla Padişahım Çok Yaşa! Yazılı bir kartpostal
 
Sultan II. Abdülhamid, Sadrazam Said Paşa başkanlığında toplanan Meclis-i Vükela ile son gelişmeleri değerlendirmek üzere bir araya gelmiş ve sonunda “Kanunu Esasi” yani Anayasanın yürürlüğe konarak Meşrutiyet’in ilan edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın toplantıya çağrılmasına karar verilmişti. Konu ile ilgili iki ayrı irade aynı gün yayınlanmış ve 24 Temmuz 1908 tarihli gazetelerde yer alan resmi tebliğ ile de karar İstanbul’a duyurulmuştu. Ancak Rumeli’de kutlamalar iradenin tebliğinden 8 saat önce başlamıştı ve bölgede bir bayram havası vardı çünkü bu “kansız bir darbeydi” ve padişahın “istibdad” dönemi sona ermiş artık “hürriyet, özgürlük” dönemi başlamıştı.
 
  
İttihat ve Terakki Fırkası'nın çalışmaları sonucunda ilan edilen II. Meşrutiyet Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasının önüne geçmek için, aynı kadrolarca bir çare olarak düşünülmüştü. Böylece ayrılmak isteyen uluslar ve büyük devletler isteklerinden vazgeçecek,  Meşruti sistemde temsil edilen halklar, cins , mezhep, ortak vatan ve Osmanlı milleti “ittihad-ı anasır” düşüncesi ile özgür olduklarını hissederek Osmanlı'ya bağlı kalacaklardı. Ayrıca Meşrutiyet’in ilanı Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ni taksim planlarını suya düşürecek, devletin saygınlığını arttırarak yabancı sermayeyi ülkeye akıtacaktı.
 
Türk-Yunan bayraklı bir II. Meşrutiyet kartpostalı. Türkçe ve Yunanca: “Yaşasın Kanuni Esasi” yazılı
 
Basın aracılığı ile yapılan propagandalarda: “anayasa”, “hürriyet”, “eşitlik”, “özgürlük”kavramları ısrarla işlenmiş Meşrutiyet’in kronikleşmiş sorunları çözeceği iddia edilmişti. Bu propaganda ile halk üzerinde o kadar olumlu bir hava yaratılmıştı ki “Meşrutiyet” demek, ferah, demokrasi, huzur ve emniyet demekti. Zaman ve Meşrutiyet’in ilanını takip eden olaylar bambaşka bir çehre göstermiş olsa da bugünü unutturmamak anısına 23 Temmuz 1909 tarihi bir “Milli Bayram” günü olarak kabul edilmiş ve bu bayram 1935 yılında TBMM’de kabul edilen bir kanunla kaldırılana kadar Türkiye’de kutlanmıştı. Ayrıca o dönemde “Kanunu Esasi ve “Abide-i Meşrutiyet” madalyaları yaptırılmış, hatıra kartpostalları bastırılmıştı. Bu kartpostallarda “hürriyet kahramanları” Enver ve Niyazi Bey’ler, “hürriyet”, “müsâvat”, “uhuvvet” ve “adâlet” kelimeleri, sâdece Osmanlıca değil, Yunanca, Ermenice, Bulgarca ve Fransızca olarak da yer almaktaydı.
 
  
 

 
 
  
 
İzmir, Alsancak’ta II. Meşrutiyet kutlamalarını gösteren bir kartpostal
 

 
İstanbul’da II. Meşrutiyet kutlamalarını gösteren bir kartpostal
 
Kaynaklar:
Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), İstanbul, 1996.
T.Cengiz Göncü, Belgeler Ve Fotoğraflarla Meclis-i Mebusan(1877-1920), İstanbul, 2010.
İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, c. 4, İstanbul, 2011.
Cezmi Eraslan-Kenan Olgun, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet ve Parlamento, İstanbul, 2006.
Yadigar-ı Hürriyet Souvenir of Liberty (Orlando Carlo Calumeno Koleksiyonu'ndan Meşrutiyet Kartpostalları ve Madallayaları) İstanbul, 2008.

Hintli askerler Singapur’da Osmanlı için isyan etmişti

Osmanlıların en zayıf düştüğü zamanlarda bile “İslam dini” ve “Halifelik makamı”, etkinliğini Avrupa’dan, Ortadoğu’ya, Afrika’dan Asya’nın en uzak noktalarına kadar sürdürdü

Emre Gül/ Dünya Bülteni - Tarih Dosyası
Hindistan Müslümanlarının gerek I. Dünya Savaşı’nda gerekse Milli Mücadele’de Osmanlı’ya, Anadolu’ya ve Müslüman Türk kardeşlerine verdiği maddi-manevi destek, tarihimizde çok az hatırlanan, unutulmaya yüz tutan ve gölgede kalmış konulardan sadece biri. “Hint Hilafet Komitesi” aracılığı ile organize edilen silah-mühimmat alımı, ilaç, yiyecek ve giyecek yardımlarından başlayarak yüklü meblağlara ulaşan para desteği, lobi faaliyetleri, askeri ve sivil itaatsizlik eylemlerine kadar uzanan geniş bir yelpazeye sahip. Bu desteğin arkasında ise, Hintli bir Müslüman’ın: “Bir zamanlar, birçok Müslüman devletler ve krallıklar vardı. Bunlardan birisi ortadan kaldırıldığı zaman fazla bir üzüntüye kapılmıyorduk. Türkiye İslam devletlerinin sonuncusu ve en güçlüsüdür. Yahudiler gibi vatansız olacağımızdan korkuyoruz.” Şeklinde ifade ettiği gibi, “Hilafet”in ve  “İslamiyet”in birlik ve umut odağı olması var. 

Verilebilecek birçok örnekten de anlaşılacağı üzere Osmanlıların en zayıf düştüğü zamanlarda bile “İslam dini” ve “Halifelik makamı”, etkinliğini Avrupa’dan, Ortadoğu’ya, Afrika’dan Asya’nın en uzak noktalarına kadar sürdürdü. Bunun sonucudur ki “17 Ekim 1919’da bütün Hindistan’da Türkiye için oruç tutulup dua edildi, genel grevler yapıldı. Sevr Antlaşması’nı yırttırmak amacıyla Hindistan’daki İngiliz Hükümeti ile işbirliğinden kaçınan pasif direnme hareketi başlatıldı. Seçimler, okullar ve İngiliz malları boykot edildi. Artan eylemler sonucunda  “Nehru” ve “Gandi”nin de aralarında bulunduğu tutuklamalar yapıldı. Bu çabalar üzerine Hindistan Kral Naibi Lord Reading Londra’ya, ülkedeki İslam duygusunun şiddetini ileri sürerek, İstanbul’un boşaltılmasını, kutsal yerler üzerinde Halifenin egemenliğinin tanınmasını, Trakya ve İzmir’in geri verilmesini” tavsiye etti.
Hindistan Müslümanlarının verdiği desteğin az bilinen diğer bir yönü de I. Dünya Savaşı’nda İngiliz ordusunda gerçekleştirdikleri askeri itaatsizlik eylemleri ve isyanlardı. İngiliz idaresine karşı yapılan en ciddi Hint askeri isyanlarından biri, 15 Şubat 1915’te Britanya İmparatorluğu’nun Uzakdoğu’daki kolonilerinden Singapur’da patlak verdi. Tamamı Müslüman Hintli Rajputlar, Moghullar ve Peştunlardan oluşan V. Hafif Piyade Alayı, “Cihad-ı Ekber” ilan eden Osmanlı Devleti, bağlantılı olduğu ve desteklediği İngiliz yönetimine karşı bağımsızlık savaşı verilmesi yönündeki çalışmalarıyla tanınan “Gadr Partisi” üyesi Hintli milliyetçiler ve Almanya’nın propaganda faaliyetleri neticesinde burada bir isyan başlattı. İngiliz yetkililer ve basınının,” gerçekleştirilen atamalardan dolayı duyulan memnuniyetsizlik ve kıskançlığın yol açtığını” ileri sürdüğü isyanın gerçek nedeni ise, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girişinden itibaren Hindistan ve Burma’da başlayan hoşnutsuzluk, Müslüman Osmanlı ordusuna karşı savaşılmak istenmemesi, gerçek düşmanın İngiltere ve Fransa olduğu düşüncesiydi. Nitekim bu durum, isyan hakkında detaylı bilgiler veren Osmanlı Devleti’nin Batavya Şehbenderi Rıfat Efendi’nin raporlarında :“İşbu isyanın suret-i zuhuru hakkında muhtelif rivayetler deveran etmekteyse de aslolan Singapur’da mukim, itibaran bir Müslüman Hintli, şehr-i mezkurda bulunan Hintli asakir-i İslamiyeye cihad-ı ekberin hilafet-i muazzama-i İslamiye tarafından İngilizler aleyhine ilan edildiğini ihbar eylemiş ve bunun üzerine Hindular dahi asakir-i İslamiyeye b’il-ittihak isyan etmelerinden ileri geldiğini Singapur’dan buraya gelen bazı Müslüman yolculardan istihbar eyledim” şeklinde dile getirilmekteydi.
İngiliz asker ve subaylarını öldürmeye başlayan, hapishane ve esir kampında tutulan Alman-Avusturyalı mahkumları serbest bırakarak, kale ve silah depolarını kontrolleri altına alan Hintli Müslüman askerlerin bu isyanı, yönlendirecek bir lider olmadığı ve düzensiz, plansız hareket edildiği için, müttefik Japon, Rus ve Fransız gemileri ile yakın yerel kuvvetlerin desteğiyle bastırıldı. Bu sonuca rağmen “Cihad-ı Ekber”’in, “İslam”ın, “Halifeliğin” etkisinin sıcak çatışmaların yaşanmadığı Singapur’da bile isyana neden olabilmesi, İngilizlerin endişelenmesine yol açtı. Singapur’da yaşananların, başka isyan ve başkaldırılar için bir kıvılcım olmasından korkan İngiliz koloni yönetimi, yakalanan Hintli askerleri şiddetle cezalandırdı. Bir yandan V. Hafif Piyade Alayı’na mensup Müslüman Hintli askerlerin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılama ve infazlarına başlanırken, olayın gerçek boyutunu gizlemek ve etkisini kırmak üzere karşı propagandaya girişildi. İsyanın aslında Avrupa’da savaşmak isteyen birliklerin bu taleplerinin ret edilmesi yüzünden çıktığı resmi açıklama ve basın yoluyla lanse edildi. V. Hafif Piyade Alayı’nı oluşturan 850 asker ile 200’den fazla subay ve sepoydan bir kısmı kurşuna dizilerek veya asılarak idam edilirken, bir kısmı da hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldı. Geriye kalan kısmı ise, Kamerun ve Alman Doğu Afrikası’nda, Almanlara karşı savaştırıldı. 1917 yılında ise Türk taraftarlığı ile tanınan “Malezya Devlet Muhafızları” ile birlikte Aden’de Osmanlı’ya karşı cepheye sürüldü.
V. Hafif Piyade Alayı gibi Hintli Müslüman askerlerin isyan çıkardıkları diğer bir yer ise “Kutü’l-Amare” idi. Singapur’daki isyandan bir yıl sonra 1916’da Irak’ı işgal etmek için Basra’ya çıkarılan ve Kutü’l-Amare’ye kadar ilerleyen General Townshend komutasındaki 6. Tümen içerisinde yer alan Hintli askerler, özellikle Müslüman Patanlar, din kardeşleri olan Türklere karşı savaşmak istemedikleri için disiplin sorunlarına, firarlara ve isyanlara sebebiyet verdiler. Mirliva Halil Paşa’nın bildiriler yoluyla İngiliz emperyalizmi üzerinden isyana ve Halifenin ordusuna katılmaya davet ettiği bu Hintli askerler, yaşanan muharebelerde kendi saflarında bulunan İngilizlere ateş açtılar, fırsat buldukça kaçarak Osmanlı ordusuna katıldılar.
Kaynaklar:  Ü. Gülsüm Polat, Hint Askerlerinin Singapur’daki İsyanı (1915),  Tarih İncelemeleri Dergisi, c. XXVII, s.2, 2012, Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul, 1997, Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın Mali Kaynakları, Ankara, 1990. İsmet Üzen, Türklerin Kut’ül-Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu(Aralık 1915-Nisan 1916), Akademik Bakış, C.2, S.3, İstanbul

Biz casusluk yaparmiyiz?


Paralel örgüte yönelik operasyonda teslim olan bir polis müdürü, şehit annelerine seslenerek şöyle diyor: 
“Benim annem yok, lütfen beni evladı yerine kabul etsinler. Annemin hatm-i şerifi yarım kaldı. Son 5 cüzümü anneler okusun”. 
Niye ki?
Nezarette, mahpusta Kuran okumak yasak mı?  Tabii ki yasak değil, lakin mesele başka.
O yüksek sesle bunu söyleyip etrafına duyururken, “gazeteleri” de manşete çıkarıyor.  
Anlayacağınız algı operasyonu yapılıyor.
Bütün mesele kamuoyuna “Bu adam mı casusluk yapmış kardeşim?” dedirtmek.
Bir diğerinin annesi ağlıyor; “oğlum oruçluydu” diye. Öbürü “tam sahura kalkmıştık…” diye başlıyor söze.
Abartısız; gözaltına alınan polislerin ailelerinin neredeyse tamamı aynı şeyi söylüyor yahut ima ediyor.
 “Oğlumuz dindardı, namazını kılardı, vatanını milletini severdi”.
Bunları duyunca bir an aklıma İlker Başbuğ’un o meşhur açıklaması geldi.
Fatih Camii’nin bombalanmasıyla ilgili iddialara ne diyordu Başbuğ Paşa?
“Allah Allah diye ordusuna taarruz ettiren bir ordu, nasıl Allah’ın evine bomba atmayı düşünür?”.

3 bin yıllık kanal

Urartu Kralı Menua tarafından Van'ın Gürpınar ilçesinden kent merkezine su getirmek amacıyla 3 bin yılönce yaptırılan Şamran kanalı, günümüzde de varlığını koruyan ve halen kullanılan en önemli Urartu mimarileri arasında bulunuyor.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) tarafından hazırlanan proje ile tarihin en eski sulama kanalı olarak bilinen Şamran kanalı boyunca devam eden toprak yolun, bisiklet turları ve çeşitli etkinliklerde kullanılarak turizme kazandırılması amaçlanıyor.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Başkanı Doç. Dr. Rafet Çavuşoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, zorlu bölge coğrafyasında büyük bir bölümü kayalıkların oyulmasıyla oluşturulan kanaldan getirilen suyla bölgede tarımın geliştirildiğini belirtti.

Urartu kayıtlarında kanalın isminin "Menua" olarak geçtiğini ancak sonradan Şamran olarak değiştiğini anlatan Çavuşoğlu, Ermeni tarihçi Movses'in, Şamzran isminin Asur kraliçesi Semiramis'ten alındığından bahsettiğini söyledi.

Kraliçe Semiramis'in, Urartulardan sonra 42 bin işçisiyle kanalı yeniden inşa ettiğinin kaynaklarda geçtiğini anlatan Çavuşoğlu, Urartu çivi yazısının çözülmesinin ardından kanalın 51 kilometreden Van ovasını sulamak amacıyla Urartu Kralı Menua tarafından inşa edildiğinin ortaya çıktığını ifade etti.

Çavuşoğlu, kanalın geçtiği güzergahta bulunan 14 yazıtta şu ifadelerin yer aldığını kaydetti.

"İşpuini'nin oğlu Menua, Tanrı Haldi'nin gücü sayesinde bu kanalı açtı. Adı Menua kanalıdır. Tanrı Haldi'nin büyüklüğü sayesinde, Menua, güçlü kral, büyük kral, Bianili ülkelerinin kralı, Tuşpa kentinin efendisidir. Menua der ki kim bu yazıyı silerse, kim onu tahrip ederse, kim bunu görürse, kim başkasına 'bu kanalı ben açtım' derse o, tanrı Haldi, tanrı Teişeba, tanrı Şivini ve bütün tanrılar tarafından mahvedilsin, güneş ışığından yoksun edilsin."

Büyük bir mühendislik harikası olan kanalın, çok ince matematiksel hesaplarla inşa edildiğine dikkati çeken Çavuşoğlu, Urartu kralı Menua'nın eşi Tariri'nin şu anda Edremit ilçesinde "Yeşil vadi" olarak adlandırılan bölgede bahçesinin bulunduğunu, kanaldan getirilen suyla bahçenin sulamasının yapıldığını dile getirdi.

Çavuşoğlu, tarım arazilerinin sulamasında kanalın kent için önemli olduğuna değinerek, dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan mühendislik harikası kanalın turizme kazandırılması için çeşitli projeler hazırladıklarını bildirdi.

KANAL BOYU BİSİKLET YOLU


Van'ın çok önemli tarihi turistik alanlara sahip olduğuna işaret eden Çavuşoğlu, şöyle konuştu:

"Özellikle Urartular döneminden kalan eserler tarih açısından çok önemli. Bulunduğumuz bölgedeki kanal da bu açıdan değerlendirilmesi gereken en önemli yapılardan biri. Bunun için bizim bir önerimiz var.

Kanalın yanından geçen bir yol var. Bu yol düzenlenip belli dönemlerde bisiklet yarışmalarının yapılacağı ya da farklı etkinliklerin yapılabileceği bir yol olarak kullanılabilir. Böylece tarihin en eski kanalı turizme kazandırılarak kente büyük fayda sağlar."

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Dünyanın en aşağılık kadını!

Dünyanın en aşağılık kadını!

Cemal Nadir Güler (1902-1947)

 13 Temmuz 1902 de, babası Bulgaristan göçmeni annesi Bursanın yerlisi bir ailenin çocuğu olarak Bursa'da doğdu. Babası Şevket bey mahkemede hattat memuruy¬du. İlkokulu doğduğu yer olan Bursa'da tamamladıktan sonra ortaokulu Bilecik'te okudu. Ancak, maddî olanaksızlıklar nedeniyle, ortaokuldan sonra eğitim hayatını sürdüremedi. Devlet sınavına girerek Almanya'da mühendislik eğiti¬mi yapma hakkını kazanmıştı. Ama bu hakkını kullanmadı. Aynı zamanda, Bursa Sahaflar Çarşı'sının içindeki dükkanında hattatlık (eski yazı sanatçısı) yapan babasının da etkisi altında ressam olmaya karar verdi. 'İkinci İstanbul Seferi'nde o zamanki adı 'Sanayi-i Nefise Mektebi' olan Güzel Sanatlar Akademisi'ne (Mimar Sinan Üniversitesi) girmeyi deniyor fakat sınavları kazanamadığından çabaları boşa çıkmış ve buraya öğrenci olarak girememiştir.
Dar gelirli ailesinin geçim yükünü hafifletmek için önce bir kasnakçının ve daha sonra bir makine tamircisinin yanında çırak olarak çalıştı. Bir süre sonra tabela atölyesi açarak tabela ressamlığı yapmaya başladı. Buna paralel olarak ilkokullarda resim öğretmeni olarak da çalıştı. İlk karikatürü, 18 yaşındayken 1920 yılında Sedat Simavi'nin yayınladığı “Diken” dergisinde yayımlandı.
Bu arada 1923 yılında Melahat Hanım ile evlenmiştir.
“Ayine” ve “Zümrüdüanka” dergilerindeki deneyimlerinden sonra, 1924'de “Akbaba'da”, 1926 yılında “Resimli Dünya” dergisine de çizimler yapmaya başlamış ve bunlardan cesaretle; 1926 yılında geçimini karikatürcülükle sağlamaya karar veren Cemal Nadir'in bu uğurda çıktığı ilk İstanbul yolculuğu hüsranla sonuçlanacaktır. Babıali'deki 'Papağan' gazetesine bir süre çizen Nadir, aldığı parayla geçinemez ve gerisin geri Bursa'ya döner. Bursa'ya döndüğünde bir tabelacı dükkanı açan Cemal Nadir'in imdadına 'harf inkılabı' yetişir. Bursa'daki bütün dükkanların, resmi dairelerin vs. tabelaları yeni alfabeyle yazılacaktır ve Nadir de gece gündüz çalışmaya başlar. Cemal Nadir Bursa’da Sahaflar Çarşısı’nda açtığı hattat dükkanına astığı tabela da ‘mizah’ yeteneğini yansıtır: “Hattatların meraklısı, meraklıların hattatı...” Bu arada karikatürü de ihmal etmez ve 'Sinema Mecmuası'na reklam karikatürleri; atasözlerini tersyüz ederek oluşturduğu 'yazı ile karikatürler' çizer.
Bu arada “Akbaba” dergisine yolladığı karikatürleri ilgi çekmeye başlar. 1928 yılında günlük karikatür çizmek üzere Akşam gazetesinin başyazarı Necmettin Sadak, Cemal Nadir Güler’i davet eder. Ve kısa bir tereddütten sonra 15 yıl boyunca çalışacağı Akşam gazetesi için ikinci İstanbul yolculuğuna çıkar. Yeni yazının kabul edildiği dönemde yenilik olarak birinci sayfadan günlük karikatürler çizmeye başlar. Daha sonra ünlü Akbaba adlı mizah dergisinde düzenli karikatürleri yayınlandı. Cemal Nadir'in bugün bile tanınan en önemli tipi Amcabey, 1929 yılında Akşam gazetesinin idarehanesinde doğar. 1930 yılında “Son Posta” gazetesinin yayın hayatına atılmasıyla birlikte, Amcabey orada yayımlanmaya başlar. Kısa sürede büyük beğeni kazanan Amcabey, Son Posta gazetesinde günlük bant karikatür olarak uzun süre devam etti. 1943'e kadar Akşam gazetede çalıştı. Amcabey haftalık dergisi son sayısını 25 Mart 1944’de çıkararak veda eder yayın hayatına. Cemal Nadir bir yandan Akşam'da çalışırken bir yandan da “resimli dünya”, “karikatür”, “yücel” dergilerinde de karikatürleri yayımlandı. 1943 yılında Akşam'dan ayrılır ve hayatını kaybedene kadar çalışacağı Cumhuriyet'e geçer.İkinci Dünya Savaşı sırasında da Hitler faşizmine çizgileriyle karşı duran karikatürleri Cumhuriyet gazetesinde yayınlattı.
Cemal Nadir'e kadar Türk karikatüründe resim çizgisi kullanılıyor, resim özelliği taşıyan ve bol alt yazılı karikatürler çizilmekteydi. Tiplemelerde ve mizah anlayışında Fransız etkisi göze çarpıyordu. Onunla birlikte çizgilerde sadelik başlamıştır.Türk karikatürünün resmin etkisinden uzaklaşmasına katkıda bulunması, yazı azalmış ve çizgiyle anlatım ön plâna çıkmıştır, karikatürde yerli tipler yaratması ve halka özgü mizah anlayışını karikatüre yansıtmasıyla, çağdaş Türk karikatürünün öncüsü kabul edilir.
1941 yılında Vedat Günyol'la birlikte çocuklara yönelik “Arkadaş” isimli bir dergi yayınladı. 17 haftalık bir ömrü oldu bu derginin. Çeşitli dergilerde yayınlanan karikatürlerinin yanı sıra, 1942-1944 yılları arasında Amcabey adlı mizah dergisini yayınladı. Sadece çizerlikle yetinmedi, Aynı zamanda Ankara ve İstanbul radyoları için skeçler ve "Yüzkarası" adlı bir de tiyatro oyunu yazdı ve oyun İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Karikatürlerini “Amcabey'e Göre” (1932), “Karikatür Albümü” (1933), “Karikatür Albümü” (1939), “Akla Kara” (1940), “Dalkavuk Karikatür Albümü” (1943), Seçme Karikatürler Albümü (1944), Harp Zenginleri Karikatür Albümü (1945), Siyası Karikatürler Albümü (1946) ve “Amcabey Albümü” (1946) adlarıyla albümleştirdi. Ünü, ülke dışına taşan karikatüristin yurt dışında da aldığı bazı ödülleri vardır. 1932 yılında yayımlanan Amcabey albümü de Türk karikatür tarihinin ilk albümü olur.
1946 seçimleri için Halk Partililer ondan propaganda afişleri istediler. Siyasi inancı C.H.P.’den yanaydı. Gecesini verdi, gündüzünü verdi, zekâsını ve gönlünü verdi onun için. Birbirinden güzel beş resim yaptı. Yoldan geçenleri önünde durduracak beş resim! İki yüz elli lira yolladılar. Öfke ile reddetti. 1946 seçimleri öncesinde kendisine CHP'den Bursa milletvekilliği önerildiğinde 'Partili olursam karikatür çizemem' diyerek teklifi reddediyor.
Viyana Uluslararası Karikatür Yarışması'nda birincilik alan, karikatürleri pek çok yabancı dergide yayımlanan Cemal Nadir beş kişisel karikatür sergisi açtı, 10 karikatür albümü yayımlandı. Özellikle ABD' de açtığı sergi büyük ilgi uyandırdı. Karikatür konusunda birçok konferans verdi. Aynı zamanda ülkemizdeki ilk çizgi film çalışmalarını da o başlattı fakat bu denemesini tamamlayamadı.
Yarattığı tiplerle toplumsal bir eleştiri yapan Cemal Nadir, Arkadaş dergisinde çizdiği Dede ile Torun karikatürlerinde bilgi ile cehaleti, yeni ile eskiyi karşı karşıya getiriyordu. Amcabey tiplemesiyle toplumdaki çarpıklıkları, çıkarcı tipleri, ikiyüzlülükleri alaya alırken, Dalkavuk tiplemesiyle de dalkavukluk yaparak çıkarlarını koruyanları eleştiriyordu. Yeni Zengin tiplemesi toplumdaki sonradan görmeliği, Akla Kara tiplemeleri de eğitimsizliği ifade eden karakterlerdi.
Ölümünden sonra İstanbul Cağaloğlu'da yıllarca çalıştığı Akşam gazetesinin bulunduğu Acımusluk Sokağı'na ve Bursa' da bir caddeye Cemal Nadir adı verildi ve yine Bursa’da Kültür Park’ta heykeli dikilmiş, bir galeriye de adı verilmiştir.
1992'den itibaren adına uluslararası cemal nadir karikatür yarışması düzenlenmeye başladı.
Cemal Nadir Güler, Eminönü Halkevi'nde verdiği bir konferanstan yorgun ve terli olarak evine döndükten sonra doktorlar tarafından ilk konulan teşhis grip olmuştur. Fakat daha sonrasında pek çok hastalığın belirtisine rastlanmıştır. Maalesef en sonunda, "kan zehirlenmesinden öldü." Denildiğinde, Şimdiki yeni antibiotiklerin kolayca yenebileceği bir kalp iltihabından 27 Şubat 1947′de yağmurlu bir günde henüz 45 yaşındayken dünyaya veda etti.
Cemal Nadir karikatürü 15 Ekim 1942 de şöyle tarif etmiştir:
Ben karikatürü bir güzel koku gibi insana bir an zevk verdikten sonra elde bir boş şişe veya sarı bir leke bırakıp havaya karışan bir marifet olmaktan başka türlü anlıyorum. O ne palyaçoluktur, ne de göbek attıran, çeneleri ağrıtan kahkahadır. Bence karikatür , insan beyninin muhtaç olduğu tebessüm ve tefekkürü (düşünceyi) temin eden bir güzel sanat olmalıdır...
EVLİLİKLERİ :
1. Evliliği ; 1923 yılında Melahat Hanım ile evliliğinden Gönül Güler (Tunaman) adında bir kızı vardır.
2. Evliliği ; 1929 yılında Müzehher (NihaI) Karamağralı ile evlendi. 1934 de boşandı.1930 yılında Nihal adlı kızı doğdu.
3. Evliliği ; Ayşe hanım ile evlendi.
4. Evliliği ; Malike Hanım ile evlendi.

Cemal Nadir’in kendisine atfedilen pek çok fıkra vardır. Bunların içinde en ünlüsü onun az gülmesiyle ilgilidir... 

Üzüntülü bir gününde Cemal Nadir’e sorarlar:
- Bu ne somurtkanlık Allah aşkına üstad?.. Halbuki sen “Güler”sin!..
Cemal Nadir cevap verir:
- Yanılıyorsun dostum... Ben “Nadir Güler”im!..

Çağdaş Türk karikatürünün en önemli kilometre taşlarından biri hatta birincisiydi o. Cemal Nadir Güler ustayı bundan tam 61 yıl önce 27 Şubat 1947’de üstelik daha 45 yaşındayken yitirmiştik. Cemal Nadir de tıpkı Nazım Hikmet gibi 1902 doğumlu. Çökme aşamasındaki sancılı bir Osmanlı İmparatorluğu dönemi. Tam çocukluk yıllarına girdiğinde yani 1914’te 1. Dünya Savaşı patlıyor. Derken 1. Dünya Savaşı ardından Kurtuluş savaşı yıllarına ve kurulma sancıları çeken bir cumhuriyete denk gelen ilk gençlik yılları. Ardından, gençlikten olgunlaşmaya doğru geçtiği bir dönemde bu kez 2. Dünya Savaşı patlıyor ve 2. Dünya savaşının o sıkıntılı yokluk, karne günleri içinde buluyor bu kez kendini. Sonuçta savaşın bitiminden 2 yıl sonra da ölümü geliyor! Yani 45 yıllık kısa ömrüne 2 dünya, bir kurtuluş savaşıyla, bir cumhuriyetin kuruluş dönemi denk düşüyor. Bir insan ömrüne iki dünya, bir kurtuluş savaşı düşmesi ve o ömrün sadece 45 yıl olması bile başlı başına müthiş bir durum. Bundan 6 yıl önce 100. doğum yılı anısına, “Cemal Nadir 100 Yaşında” adlı kapsamlı bir kitap hazırlamıştım büyük usta için. Karikatürcüler Derneği olarak bir yıl boyunca süren etkinliklerle anmıştık Cemal Nadir ustayı.