31 Ağustos 2017 Perşembe

Bir soyadi hikayesi"Terim"


Metin Tükenmez


Aydınlık Gazetesi, 25.7.2014 
Şöyle diyor sevgili okuyucum: "Fatih Terim ile ilgili yazınızı okuyunca yazmak farz oldu. Medine'den Hz. Muhammed döneminde üç Yahudi aile kovuldu; Beni Kureyza, Beni Nadir(Asil Nadir), Beni Kaynuka. Bu kovulan üç Yahudi kabilesi üç yere gitti; Anadolu'da Tillo(Adı bir ara Aydınlar oldu), Filistin ve Yemen'de Terim kasabası! Şu tesadüfe bakın! Bu ülkede Türk ve Müslüman iseniz tüm kapılar yüzünüze kapanır, İbrani asıllı iseniz tüm kabiliyet kapıları sonuna kadar açılır. Fatih Terim futboldan hiç anlamaz ama seçilmiş kavme mensup olunca lakabı imparator, maaşı da 1 milyon lira olur! Eee, zaten ırkdaşı da TFF başkanı! Beni son 20 yılda uzaktan Yalçın Hoca(Yalçın Küçük) yetiştirdi. Yazdığı kitaplar ve TV programları ile. Kızları Buse ve Merve(Doğrusu Merva!) Demirören'in eşinin adı Revna! Mesela Ajda Pekkan, Süper Star lakabını kim verdi. Bu ülkede hakiki Türkler, Kürtler ve hakiki Aleviler ancak maraba olur. Her yol Tel Aviv'e çıkar!"
Elektronik postayı okuyunca şaşırıp kaldım. Yüz yıl düşünsem böyle bir elektronik posta alacağım aklıma gelmezdi. Fatih Terim Müslümanlığın gereklerini yerine getiren bir vatandaşımız. Ama okuyucum diyor ki, "İsterseniz atlasa bakın. Yemen'de Terim kasabasını bulacaksınız." Bilgisunar(internet) aracılığıyla araştırdım.  Google arama motoruna yazdım. Karşıma" Toplumsal Bilinci Koruma ve Geliştirme Çatısı(TOGEÇ)" adlı bir site çıktı. Sitenin logosunun hemen altında Uğur Mumcu'dan esinlenilerek "Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz! Olunsa, olunsa ancak başkalarının fikirlerini tekrarlayan papağan olunur" yazıyor. Sitenin ilk sayfasında Büyük öke(bilge kişi)Atatürk'ün Türk gençliğine seslenişi var.
TOGEÇ adlı sitede TERIM sözcüğüne ilişkin yazılanlar aynen şöyle: "Değerli dostlarım, TERIM, ana avrat sövmesi ile, satışa çıkardığı 15 milyon Avroluk Bodrum'daki malikanesi ile bir kişinin öne çıkardığı bir sözcük. İsrail'in kayıp Kavminin arandığı Yemen'de Yahudilerin yaşadığı bir kasaba adı TERIM.
Uğraş alanlarından birini "terminoloji" olarak tanımlayan biri olmama karşın, TERIM sözcüğünün soyadı olarak alınmasını yadırgadım. Türkiye'deki ortaçağ düzeninin efendilerine dair genel kuramıma koşut olarak Fatih neyime Terim'de İbrani olmalıydı.
Çünkü bu insan bu kadar akıl, bilgi, beceri ve insani davranış yoksunu olup böylesine abartılıp tenekelerle para kazanıyorsa, şebekenin tekeliyet düzeni olmalı ve de İbrani olmalıydı.
Terim sözcüğünü önce Daniel Kazaz adlı bir Yahudi'nin Yahudi Soyadı Projesi içinde yer alan kısıtlı isim/soy isimler arasında aradım. İki adet TERIM soyadlı İspanyol Yahudi'si(Sefarad) buldum. Doğru iz üstündeyiz demektir bu.
Peki, bu TERIM bizim bildiğimiz TERIM değil ise, neydi? Onu da buldum... İsrail'in kayıp Kavminin arandığı Yemen'de Yahudilerin yaşadığı bir kasaba adı TERIM."

Kişisel olarak hiçbir etnik köken ve ırkla sorunum yoktur. Çeşitliliğini yaşamımızın renkleri olduğunu her zaman savunmuşum, sadece "insan ırkı" na inandığımı "Toplumbilim ve Spor" kitabımda da yazmışımdır. Dayımın oğlu Musevi okulunda öğretmenlik yapıyor, çok da gönenç(mutlu) içinde. Bir zamanlar Cumhuriyet gazetesinde çalışırken, Spor Servisi'ndeki gençlerin içinde en çok Abut Kohen'i sevmiştim. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Bu yazının Fatih Terim gibi ünlü birinin üzerinden bilgi aktarmaktan başka hiçbir amacı yoktur. Fatih Terim'e gönülden bağlı, onu koşulsuz sevenler saldırıya geçmeden önce bunu bilsinler!


30 Ağustos 2017 Çarşamba

Sabahattin Ali “Kuyucaklı Yusuf”

Türk edebiyatının akışını değiştiren kitaplardan biri olarak kabul edilen Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanı yazılışının 80. yılına özel baskıyla okuyucuyla buluşuyor. Sabahattin Ali’nin kitaplarının yayın hakkı YKY’de. Ancak 2019’da kitap serbest kalacak ve isteyen basabilecek. Bu nedenle Sabahattin Ali’nin eserlerinin telif haklarının korunması için çaba harcanıyor.

FÜGEN ÜNAL ŞEN
Masamda bir basın bülteni duruyor. “Kuyucaklı Yusuf 80 yaşında” yazıyor başlıkta. Hay Allah, öyle mi gerekten... Oldu mu o kadar? Onu ilk tanıdığımda on yaşlarındaydı oysa. Pek kimseyle konuşmayan bir çocuktu. Anası, babası gözlerinin önünde öldürülmüş, hayatta tek başına kalmış sarı benizli fakat kuvvetli, dayanıklı bir çocuk. Mahalledeki sokak kavgalarına karışmaz, karıştığında da dövmedik çocuk bırakmazdı, öyleydi.

On beş, on altı yaşlarını da hatırlarım. Çizmelerini ve aba ceketini giyip ana- babası öldürüldüğü gün onu yanına alıp büyüten Selahattin Bey’in zeytinliğine gider, işçileri izlerdi. Evin küçük kızı Muazzez’in hem en iyi arkadaşıydı, hem sözünü dinleten ‘ağabey’i ve elbette onu sonsuz bir aşkla seven, sevdiği için mahcup ve hırçın âşığı. Muazzez mi? O da elbette Yusuf’a vurgundu ama ağabey yerine koyduğu genç adama bunu belli etmeyecek kadar iyi bir terbiye almıştı.

Hayatımdan çıkıp gittiğinde 20’li yaşların ortalarındaydı. Hoş, çıkıp gitmek de denmez ya onun gidişine; sessizliğe bürünmüştü demek daha doğru sanki. Hep bir gün geri gelecekmiş gibiydi. “İçindeki bütün yıkıntılara, bütün kederlere rağmen başını yere eğmek istemiyordu. Matemini ortaya vurmadan tek başına yüklenecek ve yeni bir hayata doğru yürüyecekti.”
Sabahattin Ali öyle istemişti zira.
Yusuf’u hayatıma o sokmuştu ve - hâlâ gizemler taşıyan- ölümü nedeniyle Kuyucaklı Yusuf’un devamı olarak düşündüğü diğer iki romanı yazamadı, biz de Kuyucaklı’nın “yeni hayatı”nı okuyamadık. Oysa biliyoruz ki yazabilseydi Yusuf, “Çineli Kübra” isimli kitapta eşkıya olacaktı ve serinin üçüncü kitabında Yörüklerin arasına katılacaktı.

Sabahattin Ali, “Kuyucaklı Yusuf”u yazdığında otuz yaşındaydı. O güne kadarki hayatında biriktirdiklerini “Kuyucaklı Yusuf”un sayfalarına taşıdı. Öyle ya, babası asker olduğundan Kuzey Ege’de büyümüş, hasta bir anneyi kaybetme korkusu çocukluğuna yansımıştı. 1914’te Birinci Dünya Savaşı başladığında Çanakkale’deydiler, 1918’de babası askerlikten istifa edince İzmir’e yerleşmişlerdi. Tam da o günlerde İzmir işgal edilince Edremit’e göçmüşlerdi. Bir süre sonra babasını da kaybedince kendi deyimiyle “hayatının direği yıkılmıştı”. ‘30’lu yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nin Kızıl İstanbul adlı gazetesiyle ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklandı Ali... 3 ay hapis yattı, dava beraatle sonulandı. Hiç kuşkusuz bu hapis hayatı eserlerindeki karakterlerin oluşmasında önemli rol oynadı. Kuyucaklı Yusuf karakterini bu günlerde şekillendirdiği söylenmiştir örneğin.
1931 senesinde Konya’dadır. Bugün seksen yaşını kutlayan “Kuyucaklı Yusuf” da Konya Yeni Anadolu Gazetesi’nde tefrika halinde yayınlanmaya başlar. Ancak yayıncı Ali’ye parasını vermeyince yarım kalır. Tam da o gün bir arkadaş toplantısında “Memleket’ten Haber” isimli şiiri okur. Ama yapılan bir ihbar sonucu şiirde ‘Atatürk’e hakaret’ olduğu iddia edilerek tutuklanır. Bir sene hapiste kalır. Mahpusluk günlerinde “Aldırma Gönül” ve “Göklerde Kartal Gibiyim” isimli şiirleri yazar.

Sabahattin Ali’nin ilk romanı 
“Kuyucaklı Yusuf”, Sabahattin Ali’nin 1937’de yayınlanan ilk romanı. Sabahattin Ali, “Kuyucaklı Yusuf”ta o günün toplumsal yapısını, romantik bir aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor. Bu bir ilk. O güne kadar öykücü olarak bilinen Sabahattin Ali romanının eksenine İstanbul’u değil farklı bir coğrafyayı ve toplumsal ilişkileri koyarak fark yaratmış.
Öyle ya, “Kuyucaklı Yusuf”tan önce yayınlanan, örneğin Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye”, Reşat Nuri Güntekin’in “Acımak” ve “Yeşil Gece”, Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” gibi kitaplarında ağırlık İstanbul ve İstanbul hayatıdır. Oysa “Kuyucaklı Yusuf”un daha ilk satırlarında okur bambaşka bir coğrafyaya ve kültürel ilişkilere dalar: “1903 senesi sonbaharında ve yağmurlu bir gecede, Aydın’ın Nazilli kazasına yakın Kuyucak köyünü eşkıyalar bastılar ve bir karı kocayı öldürdüler.” İşte bu satırlarla Türk Edebiyatı’nda bambaşka bir sayfa açılır. Yukarıdaki satırlardan da anlayacağınız gibi Yusuf’un anne babasıdır ölenler. Kitabın son sayfasında ise Yusuf’un her şeyi olan karısı Muazzez’in ölümünü okuruz. Ölüm, Sabahattin Ali’nin eserlerinde ağırlıklı bir yer kaplar. Ölümü hem kurtuluş, hem direniş imgesi olarak yapıtlarına taşıyan Sabahattin Ali ile ilgili bir yazı kaleme alan Ahmet Oktay, “Kuyucaklı Yusuf’ta Muazzez’in ölümünde suçlu, dünyayı doyuma ulaşılamayan bir yer haline getiren ekonomik ve toplumsal gücü elinde bulunduran egemenlerdir. İnsan ilişkileri son kertede toplumsal ilişkilerdir. ‘Kuyucaklı Yusuf’, bu önermeyi yetkinlikle göz önüne seren ilk yapıtlardan biridir” der. .

Ahmet Oktay’ın “Kuyucaklı Yusuf”la ilgili yazısının başlığı “Bir Yetimin Romanı”dır. Oktay yazısında “Arabesk şarkının sözlerinde olduğu gibi doğarken ölmüştür’ Kuyucaklı” der ve ekler: “Sabahattin Ali, öykücülüğünü ve romancılığını gözlemci gerekilikten eleştirel, hatta toplumcu gerekliğe doğru geliştirmiş, bireysel boyutu da korumaya alışarak yazın yoluyla bilinç oluşturmayı istemiştir.”

Hayali asker olmaktı
Sabahattin Ali’nin hayatını belirleyen önemli olaylardan birisi de hiç kuşkusuz asker olmak istediği halde orduya başvuracağı sene, askeri okulun öğrenci almaması. O andan itibaren hayat başka bir yolda akmaya başlar Ali için... Ölümünün üzerinden 69 yıl geçen Sabahattin Ali’nin yazdığı “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan”, “Kürk Mantolu Madonna” gibi Türk Edebiyatı’nın kült romanları baskı üstüne baskı yapıyorken şu soruyu sormadan yapamıyorum: Peki ya askeri okula yazılsaydı, Türk Edebiyatı ve kendi hayatı için neler değişecekti?
Ali’nin hayatını, kitaplarını, evliliğini, hapis yatmalarını, baskıdan kurtulmak için ülkeden kaçmak istemesini, Bulgaristan sınırına yaklaştıkları sırada yol arkadaşı tarafından öldürülmesini ve hatta öldürülmesi üzerindeki tartışmaları araştırma işini size bırakıyorum, ben Sabahattin Ali’nin yaşadıklarının izlerini romanlarında, öykülerinde, şiirlerinde sürmeyi seçenlerdenim.

Sevgili okur, hazır olun: 2019 yılı yayıncılar dünyasında büyük bir heyecana sahne olacak zira çok satanlar listesinden yıllardır inmeyen Sabahattin Ali’nin eserleri halka açık hale gelecek. İsteyen her yayınevi yazarın eserlerini basabilecek. Bu nedenle kitapları yıllarca yasaklı kalan Sabahattin Ali’nin ailesinin hak kaybı yaşadığını savunan kimi çevreler, telif haklarının korunabilmesi için özel bir düzenleme yapılmasını tartışıyor.

Sabahattin Ali neden çok satar?
Yukarıdaki başlığın tek bir yanıtı yok kuşkusuz. Ali, 1937’de “Kuyucaklı Yusuf”u, 1943’te “Kürk Mantolu Madonna”yı yazdı. Yıllardır çok satanlar listesinde başı çeken, milyonlarca okura ulaşan Sabahattin Ali romanlarının, yazıldıklarından 80 yıl geçtiği halde büyük bir ilgiyle okunmasının ardındaki sır ne olabilir?
Birkaç cümle ile anlatırsak: Sabahattin Ali’nin romanları bambaşka zamanları ve insanları anlatır. Dili yalındır. Konular özgündür. Hikâyelerde arzu edilen kişiye ulaşamamak vardır, yarım kalan aşk her zaman iz bırakır. Politiktir. Yazarının ideolojisini de yansıtır. Kimi edebiyatçıların söylediği gibi, bütün bunlara sosyal medyanın gücü de -hiç değilse son yıllardaki- eklenmelidir.
Neden ne olursa olsun, Sabahattin Ali gibi Türk edebiyatına yön veren bir yazarın eserlerinin çok okunuyor olması kişisel mutluluklarımdan biridir.


Askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle toplatılmıştı
Sabahattin Ali’nin kült romanlarından “Kuyucaklı Yusuf”, bugün Milli Eğitim Bakanlığı onaylı 100 temel eserden biri. Oysa basıldığı yılda, 1937’de “Halkı aile hayatı ve askerlikten soğuttuğu” gerekesiyle toplatılmıştı. Sabahattin Ali de mahkemelik olmuş, bilirkişilerin görüşüne başvurulmuştu. Reşat Nuri Güntekin de bilirkişi heyetindeydi. Güntekin, “Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikâyecilerinin en kuvvetlisidir. Ve ‘Kuyucaklı Yusuf‘ romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir” cümlesiyle başlayan bir rapor hazırlamıştı.
Bilirkişilerin raporu sonucu kitap ve yazarı beraat etmişti

E-Pub lar e-kitaplar

A'dan Z'ye EPUB Arşivi TIKLA İndir ( Özel Alfabetik Arşiv)


Sitemizde bulunan tüm kaynaklar interneten sağlanmıştır ve ÖZETLERİ tanıtım amaçlı kullanılmaktadır, hiç bir şekilde bizim sunucumuzda barınmamaktadır..

Callisto Guatelli (Guatelli Paşa)



Callisto Guatelli (Guatelli Paşa; 26 Eylül 1819, Parma – 1899, İstanbul), İtalyan müzisyen.



1840'ların ikinci yarısında İstanbul'a gelerek Osmanlı sarayında dört padişah döneminde görev yapan, Mûsikâ-i Hümâyûn'un şefliğini uzun süre yürüten Guatelli, gerek devrin Türk musikisi eserlerini armonize ederek, gerekse Türk makamlarıyla çok sesli marşlar besteleyerek çok sesli müziğin Osmanlı topraklarında gelişimine katkı sağlamıştır. Mehmet Ali Bey, Klarnetçi Zati Bey, Saffet Bey gibi Tür müzisyenleri yetiştirmiştir Osmaniye Marşı, Aziziye Marşı, Osmanlı Sergi Marşı gibi popüler eserlerin bestecisidir.
26 Eylül 1819’da İtalya’nın Parma şehrinde dünyaya geldi. 1830’da şehrin müzik okuluna girdi; Francesco Hiserich'ten kontrabas ve Antonio de Cesari'den şan dersleri aldı. 1838 yılında mezun olarak bir süre aralarında meşhur Teatro Cario Felice'nin de bulunduğu değişik İtalyan tiyatrolarında koro şefi olarak çalıştı.
İstanbul’a Naum Tiyatrosu’nda görev yapmak üzere 1840’ların ikinci yarısında gittiği düşünülür. 18 Aralık 1846 tarihinde Sultan Abdülmecid huzurunda bir piyano resitali verdi.
1856’da Donizetti Paşa'nın ölümü üzerine kaymakam rütbesiyle Mûsikâ-i Hümâyûn komutanlığına atandı. İki yıl sonra d’Aranda Paşa ile anlaşmazlığı sebebi ile bu görevden ayrıldı; saray bandosunun başına getirildi.
Batı müziğini Osmanlı sarayına ve halkına tanıtmayı ve sevdirmek için Türk motiflerinin sıklıkla kullanıldığı popüler tarzda eserler besteledi. Abdülmecid devrinde “Arie Nazionali e Canti popolari Orientali antichi e moderni” (Eski ve Yeni Millî Havalar ve Popüler Oryantel Şarkılar) başlıklı İtalyanca şarkı kitabı yayımladı. İki ciltlik eser, Sultan Abdülmecid’in ve kızlarının isimlerini taşıyan piyano için yazılmış 24 şarkıdan oluşur. İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi’nde iki ciltlik kitabın birer nüshası mevcuttur.
Polka, vals, marş gibi salon parçalarının yanı sıra 1860’da “Korno için Konçertino” adlı eserini besteledi. Eser, 2003 yılındaki bir arşiv taraması sonucu ortaya çıkarılmıştır.
Sultan Abdülaziz’in tahta çıkması üzerine besteleyip yeni padişaha ithaf ettiği Aziziye Marşı (Sultani Marşı olarak da bilinir) nedeniyle rütbesi mirvalığa yükseltildi. Paşa unvanını böylece alan Guatelli’nin 1861’de bestelediği Osmaniye Marşı adlı solo piyano eseri, bir süre milli marş olarak kullanıldı. Milano’da Luca Yayınevi tarafından basılan bu eserde Türk musikisi usulü olan “düm teke tek tek düm tek düm tek” usulünü kullanmıştı. Bu ritmi, diğer marşlarında da sıklıkla kullandı. Osmaniye Marşı’na benzer bir marşı 27 Şubat 1863’te Sultanahmet Meydanı’nda açılan Sergi-i Umumi-i Osmani için besteledi. Sergi Marşı adlı bu marş, Sadrazam Mehmed Fuad Paşa’ya ithaf etti. 3-24 Nisan 1863’te padişah Abdülaziz’le birlikte saray bandosunun şefi olarak pâdişahın Mısır seyahatine katıldı.
1868’de yeniden Mûsikâ-i Hümâyûn komutanı oldu. Görevi V. Murad ve II. Abdülhamid dönemlerinde de devam etti. Besteci Rifat Bey’in V. Murad’ın tahta çıkışı hatırasına bir Hicazkâr şarkı olan Priere (Dua) isimli eserini armonize etti; eserin notası Hacı Emin Efendi tarafından İstanbul'da basıldı. V. Murad’a ve Abdülhamid’e müzik dersleri verdi.
Saray bandosunda yetiştirdiği öğrenciler arasında Plevne veİzmir marşlarının bestecisi Mehmet Ali Bey, Klarnetçi Zati Bey, Pembe Kız Operetinin bestecisi Flütçü Haydar Bey, Saffet Bey vardır.
Guatelli Paşa, 1899’da İstanbul’da hayatını kaybetti.

Bazı besteleri

  • Osmanli Kasidesi “Sultan Abdulmecit” 1850.,
  • Refia sultan (Rafie sultana) 1850.,
  • Korno için Konçortino 1860.,
  • Aziziye Marşı (Aziziye march) 1861.,
  • Osmaniye Marşı (Osmanie marche) 1861.,
  • Osmanlı Sergi Marşı (Marche de l'exposition Ottomane) 1863.

Giuseppe Donizetti Paşa

6 Kasım 1788 Bergamo (Lombardiya ) İtalya da doğmuş, 12 Şubat 1856 da İstanbul’ da ölen İtalyan Müzisyen
Türkiye’yi 19. yüzyılda batı müziği ile tanıştıran ve ilk Türk bandosu olan Mûsikâ-i Hümâyûn’un (günümüzde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) gelişmesinde en büyük katkıyı sağlamış olan kişidir.
28 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalışan ve kendisine “Paşa” unvanı verilen Donizetti, hükümdarın kurduğu modern ordunun bando teşkilatını hayatı boyunca yönetti ve ikinci vatanı olan İstanbul’da hayatını kaybetti.
Giuseppe Donizetti’nin, II. Mahmut için bestelediği “Mahmudiye Marşı” onbir yıl, II. Mahmut’un ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecit için bestelediği “Mecidiye Marşı” da (1839) 22 yıl boyunca Osmanlı Devletinin marşı olarak çalınmıştır.
Hayatı ve Çalışmaları
Giuseppe Donizeetti 6 Kasım 1788’de Bergamo (günümüzde Lombardiya, İtalya) doğdu. Çoğu müzisyen olan bir aile ortamı içinde yetişti. Sonradan tanınmış bir opera bestecisi olan Gaetano Donizetti (1797-848) onun küçük kardeşi idi.
Bergamo’da amcası Carini Donizetti’den flüt dersleri aldı. İlk müzik derslerini için Bergamnoi’da yeni açılan Lezioni Caritatevoli di Musica adlı okula devam etmek istedi ama 17 yaşında idi ve yaşının büyük olması nedeniyle konservatuvarlara kabul edilmedi. Kardeşi sonradan opera bestecisi olarak ün yapacak Gaetano’nun müzik hocası Bergamo’da yerleşik Alman besteci Johann Simon Mayr’dan bir süre ücretiz müzik dersi aldı.
resim-1-1.jpg
1808’de 20 yaşında iken Napolyon Bonapart’ın Fransa ordusuna kayıt oldu. Fransa ordusunda 1808-1813 arasında asker olarak Avusturya ve İspanya seferlerine katıldı. 1813’de Cenevre’de “Elba Adsai Taburu Bandosu”‘na girdi. 1814 Napolyon Elba adasına sürüldüğünde onunla birlikte Elba’ya gitti. Napolyon Mart 1815’de Fransa’ya dönüp Yüz Gün tekrar imparator olarak hüküm sürmesi döneminde bando şefi olarak Napolyon’nun yanında idi. O yıl Angela Toki ile evlendi. Napolyon’un 19 Haziran,1815’de Waterloo Muharebesinde yenilmesinden sonra Fransa ordusundan ayrıldı. Ardından Sardınya-Piyemonte Krallığı ordusunun “Casale Ili Alayi (Reggimento Provinciale Casale” alayına bando üyesi olarak katıldı, 1821’de bu alayın müzik direktörü ve bando şefi oldu.
Osmanlı İmparatorluğunda yeni kurulan Mûsıkâ-i Humâyûn adlı saray bandosunun şefi olmak üzere İstanbul’a davet edildi. Osmanlı Sultanı II. Mahmut, Vakay-i Hayriye adiı ile Yeniçeri Ocağını kaldıran reform yapmış ve eski orduyu dağıtmış; yerine kurduğu yeni ordu (Asakir-i Mansure-i Muhammediyye) ile birlikte Avrupa asıllı asker eğitim programı uygulanmaya başlamıştı. Bu dönemde Mehter eğitimi için Mehterhane ve Mahter tipi askeri müzik sistemi yeni ordu için yetersiz ve uygunsuz görülüp kaldırılmış; Mûsikâ-i Hümâyûn adlı yeni bir saray bandosu kurulmuştu. Koca Hüsrev Mehmed Paşa ve Sardınya Krallığı İstanbul elçisi Markı Groppallo vasıtasıyla Fransız müzisiyen Manguel yerine Mûsıkâ-i Humâyûn bandosunun başına bir deneyimli bir İtalyan müzisyen bando şefi aranmış ve Markı’nın tavsiyesi ile Fransa ve Sardinya ordusunda bando şefliği deneyimi olan Giuseppe Donizetti bu görev için davet edilmiştir. II. Mahmut’un daveti ile İstanbul’a gelen Giuesppe Donizetti 17 Eylül 1828’de görevine başladı. Donizetti İtalya’dan gemi ile gelirken Batı Avrupa tipi bir askeri bando için gerekli müziksel çalgıları da birlikte getirmişti. Ayrıca yanında askeri bando deneyimi olan ve müzik öğretmenliği yapacak kabiliyetli birkaç İtalyan da gelmişti. İstanbul’a varınca ilk iş olarak askeri bando Mûsikâ-i Hümâyûn’u yapılandırdı ve bir ay içerisinde padişaha ilk konserini verecek hale getirdi.
Donizetti Paşa
Bundan sonraki 28 yıl boyunca Osmanlı Devletinin hizmetinde çalışan Giuseppe Donizetti’ye 1841’de miralay (albay) ve daha sonra mirliva (tuğgeneral) rütbesi ile “Paşa” unvanı verilmiş; hükümdarın kurduğu modern ordunun bando teşkilatını ölümüne kadar yönetmiştir. İstanbul, Donizetti için ikinci bir vatan olmuş ve 12 Şubat 1856’da ölene dek İstanbul’da yaşamıştır.
Sultan Abdülmecit tarafından Paşa unvanı ile taltif edilen Donizetti’nın çalışmaları sadece askeri bando kurulması ile sınırlı kalmadı. Bazı Türk musikisi eserlerini Klasik Batı müziği sistemine uydurarak çok sesli hale getirdi. Türk musikisi makamlarını kullanarak bazı eserlerin bestelemesini yaptı. Sarayda Osmanlı hanedan ailesinin fertleri ve harem halkına (örneğin Sultan Abdülmecid, Dürrinigar Kalfa) müzik dersleri verdi. Türkiye’de Batı müziğinin öğretimi ve kurumlaşması için gayet ciddi çabalar sarf etti. Yetiştirdikleri arasında Nacib Paşa, Hacı İbrahim Paşa, Süleyman Paşa, Neşet Paşa, Miralay Halil Bey, Kaymakam Atıf Bey ve Dürrinigar Kalfa gibi Türk müziğinin sonraki gelişmelerini ilerleten öğrencileri vardı.
Müzik alanında yaptığı başarılı çalışmalar dolayısıyla Sultan II. Mahmut tarafından “İftihar”; Sultan Abdülmecit tarafından “Mecidi” ve Fransa tarafından “Légion d’honneur” nişanları ile ödüllendirilmiştir.
Donizetti Paşa, Pera’da (Beyoğlu ve çevresinin eski adı) her yıl düzenlenen İtalyan opera gösterilerini desteklemiş, sarayda konserler düzenlemiş ve İstanbul’u ziyaret eden Franz Liszt, Parish Alvars ve Leopold de Meyer gibi zamanın önde gelen virtüözlerine ev sahipliği yapmıştır. 1848’de İstanbul’u ziyaret eden Lizst Sultan Abdülmecit’e sunmak üzere Grande Paraphrase de la marche de Donizetti composée pour Sa Majesté le Soultan Abdül Mejid-Khan adlı bir beste yapmış ve bu bestenin notaları 1848’de Berlin’de basılıp yayımlanmıştır.
Donizetti’nin kendisi gibi müzisyen olan iki kardeşi daha vardır. İçlerinden en yetenekli ve ünlüsu bir opera bestecisi küçük kardeşi Gaetano Donizetti idi. Geatano uzun zamandır ağabeyini hiç görmemekle beraber onu sevgi ile “Benim Türk kardeşim” diye andığı belirtilmektedir.
Donizetti’nin cenazesi, ölümünden sonraki üç hafta boyunca Beyoğlu’ndaki Santa Maria Kilisesi’nde muhafaza edilmiş ve 6 Mart 1856’da Santa Esprit Kilisesi’inin mezarlığına nakledilerek defnedilmiştir.
Ölümünden sonra yerine Callisto Guatelli Paşa atanmış ve 1856-1858 ile 1868-1899 yılları arasında Mûsikâ-i Hümâyûn bandosunu yönetmiştir.
Hakkında Yapılan Çalışmalar
Müzikolog Emre Aracı tarafından kaleme alınan kapsamlı bir biyografisi Donizetti Paşa Osmanlı Sarayının İtalyan Maestrosu adı altında 2006 yılında bir kitap halinde ve kısaltılmış biyografisi bir makale olarak “The Musical Times” dergisinde 2002-2003’te yayımlanmıştır.
4 Ocak 2007’de “Bergamo Müzik Festivali”‘nde “Teatro Donizetti”‘de Türk müzikolog Emre Aracı ilk kısmı “Donizetti Paşa’nın batı müziği besteleri” ve ikinci kısmı “Donizetti Paşa’nın klasik Osmanlı müziği” adlı iki kısımdan oluşan bir lirik-senfonik konseri hazırlayıp ve orkestra şefliği yapmıştır.
Anısına Beyoğlu’nun Pera Bölgesinde “Palazzo Donizetti Hotel” bulunmaktadır

29 Ağustos 2017 Salı

Melkonyanlarin Hayat hikayesi ve tanidiklarimiz


Bizim, yani Melkonyanlarin kökeni Izmit’in BAHÇECIK Kasabasindan (1900 lerde Bahçecik Köy imis) gelmedir. (Bahçecigin Ermeni Köyü olmasindan Ermenice adi BARDIZAG’tir)
Birinci Dünya savasinda babam Çanakkalede General Liman von Sandrs'in kumandasi altinda  sihhiye askeri olarak savasirken, annesi, babasi ve kizkardesi 1915 te Suriyedeki Der Ez Zor Çöllerine sürgün edilirler. Annemi, annesi ve babasi ile Köydeki bir Müslüman Türk ailesi kendi evlerinde sakladiklarindan, onlar sürgünden kurtulurlar.
Babam savas sonrasi Bahçeciðe babasinin evine geri döndügünde, orada Müslüman Türklerin oturdugunu görür, onu eve sokmayip sokakta birakirlar. Annemin ailesini sakliyan Müslüman Türk ailesi babami evlerine alir. Böylece babam annemle evlenerek, hepberaber Tekirdagina giderler. Orada abim Vartan dogar. Istanbulda akrabalari oldugunu ögrenen babam, ailesi ile Istanbula tasinir. Babam akrabalarinin (Hagop ve Harutyun Maviyan'in) Kasap dükkâninda çalisarak birktirdigi para ile tahminen 1926 yilinda Büyükadaya tasinarak orada bir araba ve iki beygir satin alarak, Faytonculuða baslar.
Büyükadaya ilk tasindiklari ve ayni zamanda 17. Þubat 1929 da dogdugum ev, Aydogdu sokaginda ve Düzenli sokagina girmeden soldaki arsa içindeki bir ev imis. Oradan Lala Hatun sokagina, yani Aydogdu sokagi ile Lala Hatun sokaginin kösesindeki eve tasinmislar, (iskele tarafindan gelirken sola Aydoğdu sokağına saparken, sol kösedeki ev, Aydoğdunun karsi kösesindeki evde ise Saat Meydaninda ve Börekçi ve ayni zamanda firinda yemek pisiren firin ile arabacilarin kahvesinin arasinda SARANDI bakkallinin sahibi, bir Ermeni ailesi oturuyordu, onlarin iki oglu vardi küçügün adi Kurken büyügünkü ise Nubar idi. Nubar iskeledeki Tuvaletlerin bulundugu sokagin içinde ve Tuvaletlerin karsisinda ilk Gazoz imalâthanesini kurmustu. 1941 yillarinda ilkokul ögrenicileri, ögretmen Behice Durudogan ile gazoz imalâthanesini ziyaret etmistik. Onlarin Lalahatundaki komsulari da Kaptan Mekki idiler. Melkonyanlar, sonradan Temenna sokagi ile Aydogdu sokagının kösesindeki eve tasinmislar, ben bu evi iyi hatirliyorum. Komsularimizin hemen hemen hepsi Rum Ortodox idiler. Oturdugumuz evin bitisiginde ve onlarin yanindaki evdeMüslüman Türk aileleri oturuyorlardý. Sonraki evlerde ise hep Rum aileleri oturuyordu. Temenna sokaginin Kolbasi sokagi ile birlestigi yerde (karsisi San Pacifiko Kilisesinin duvari)büyük bir bahçe içerisinde terzilikle mesgul bir Rum ailesi, onun yaninda Temenna sokaginin basladigi yerde soldaki ilk evde Müjgân adinda bir kizlari olan bir Müslüman Türk, yüzbasi ailesi oturuyordu. Onlarin yanindaki evde ve yanlarindaki evlerde biribirleri ile akraba olan Rum aileleri oturuyorlardi. Yukari dogru solda iki ev arasinda bir bosluk vardi ve bu boslukta bir at ahiri vardi, burada Tanasi ve Andoni adlarında iki çocukları olan arabacı Koço ailesi oturuyordu. Iki erkek çocuklari da her  aksam babalarina ahirda yardim ederlerdi. Bu arsanin hemen bitisiginde Ermeni kökenli Zührevi hastalıklar doktoru Dr. Horhoruni (Berksoy) oturuyordu. Iki oglu vardi o ailenin, büyügün adi Vigen ve küçüðün adi da Kegares idi. Onlarin bitisiginde de adi Foti olan bir erkek kardesleri ile Kalamaras soyadını taşıyan üç Rum kizi oturuyordu. En büyükleri Marika, onun küçügü Froso ve en küçüklerinin adi da Anna idi. Froso Kinali adadan Vahag adında bir Ermeni kuyumcu ile, Anna ise Kumsalda oturan Dimitri adinda bir elektrikçi ustasi ile evlendi. Anna sonralari esi ile birlikte Almanyaya geldi fakat sonralari tekrar Türkiyeye dönmek istediklerini duydum. Aydogdu sokagindaki yanibasimizdaki komþumuz olan ve Çinar Caddesinde karakola giderken sol tarafta karakola tahminen 30 metre mesafede, Kunduraci sisman Agopun dükkâninin yaninda, kuyu açan ve her türlü demir islerini yapan bir dükkân sahibi olan Franguliler oturuyorlardi. Franguliler Hristiyan Rum Katolik idiler ve daima San Pacifiko Kilisesine giderlerdi. Üc kiz ve iki erkek kardes idiler. Büyük kardesleri kuyu islerine bakan çok iyi bir ustaydi, hatta bos vakitlerinde buharla çalisan küçük lokomotifler bile imal ederdi. Lokomotifleri evlerinde çalistirdiginda merakla seyrederdik. Kardesi Emilinin ne is yaptigini hatirlamiyorum amma Homoseksuel oldugunu biliyorum. Frangulilerin karsisindaki evde kocasinin adi Migirdiç olan, Madam Norma, bir Ermeni ailesi ve onlarin üst tarafindaki komsulari da Pepo Kalfa adindaki Yunan uyruklu ve Katolik olan, bir duvarci otururdu.Ermeni ailesinin alt yanlarindaki iki komsulari ise (bizim evin karsisindakiler) yine Ortodoks Rum idiler ve onlardan biri kömürcülük yapardı. Bu kömürcü, insanlar öldükten sonra hayvan olarak tekrar dünyaya geleceklerine inanir ve esek olarak dünyaya gelmek istemedigini de açiktan açiga bagirarak söylerdi. Çok sarhos oldugundan biz küçükler, onun arkasindan bagýrarak onu kizdirirdik. Annemin deyisine göre, küçüklüğümde sokakta oynarken, agliyarak eve gider, „benimle oynamiyorlar“ diye anneme sikâyet edermisim (Rumca bilmediðimden). Annem de disari çikarak Anna adindaki kiza beni de oyunlarina almalari için rica edermis. Böylece Rumcayi sokakta, Ermeniceyi evde ve Türkçeyi de ana lisanim olarak öðrenmis oldum.
Ilkokulu Büyükada Ýlkokulunda bitirdim. Birinci siniftan itibaren Alaettin Karsanla ayni sirada yanyana oturduk. Alaettin Karsan Çarkifelek sokaginda, Aydogdu sokagindaki soldaki köse evinin hemen yaninda, simdiki hastahanenin karsisinda oturuyordu. Hayvan beslemeyi çok seviyorlardi. Hatirladigim kadar keçileri ve ördekleri vardi. Hatta ördeklerinden biri hep uçar ve Temenna sokagina kadar gelirdi. Alaettinin kaç kez ördeginin pesinden kostugunu halâ hatirliyorum. Alaettinlerin önündeki bos arsada, (Karanfil çayirinda) top oynardik. 
Yaz aylarinda oraya cambazlar gelir (Rifat Telgezer) ve her aksam matine yaparlardi. Bir kaç yil sonra bu cambazlar çayirin sonlarina Hristosa cikan tarafta, simdiki Seferoglu Otelinin ön tarafindaki yere tasindilar, ve orada hem telin üstünde cambazlik yapiyor ve hem de tiyatro oyniyorlardi. Çok iyi hatirliyorum Otello’yu oynadiklarini, Rifat Telgezerin kendisi Otello rolunu, esi de Destemonna’yi oynuyordu.
O yillarda bazi günler okuldan sonra veya Cumaertesi ve Pazar günleri, abimin pastaciligi ögrenip kalfa oldugu Artinin pastahanesine gider (daha sonralari Madam Ortans'in ve Mundi'nin Pastahanesi) onlara yardim eder ve karnimi da pasta ile doyururdum. 
Bu Pastahane Ankara Palas’ın (şimdik Prens oteli) altında, vapur iskelesinden Saat Kulesine dogru çikarken sagda tuvaletlere giden yolun üst köşesindeki, sahibi Rum olan pastahanenin yanindaki ufak Pastahane idi. Artin usta vefat ettikten sonra, Pastahaneyi esi Madam Ortanz çalistirmaya devam etti. Son yillarda ise, Saat Meydaninin karsi tarafindaki börek firininda çalismakta olan Mundiyi ortak olarak yanina alip bu pastahaneyi, vefat edene kadar çalistirdi. Madam Ortanz kasada oturur pastalarin parasinin ödenmesine dikkat ederdi. Dükkânda dört masa vardi, isteyen oturup yerdi, isteyen de kâgida sarili pastayi alip disarida dolasarak yerdi.
Annem beni mutlaka Ermeni okuluna göndermek istiyordu ama en yakinimizdaki Ermeni okulu Kinalýadada idi, küçük yasta beni oraya vapurla göndermediler, bu nedenle Ermenice okumam yazmam yoktu. Beni Ermeni lisesine göndermek istediklerinden Ermenice okumam gerekiyordu. Ben dördüncü sinifta iken annem bana evde Ermenice okumayi ve yazmayi ögretti. Bildigime göre Bahçecikte Amerikan Koleji (Robert Kollege) bile varmis, demekki annem orada çok sey ögrenmis ki bana Ermenice okuma yazmayi ögretebildi.
Ilkokulu bitirince evvela Pangaltidaki Mhitaryan lisesinde okudum. Orasi uzak oldugu için Galatadaki Getronagan lisesine geçtim. Orada ortayi bitirdikten sonra iki yil liseye devam ettim amma bitirmeden okuldan ayrilip is hayatina atildim. Ilk basta Adali Istamatta Garbis ile birlikte çalistim sonra Ýstanbulda bir vantilator imalathanesinde ise basladim.
Büyükadada iken Ismail Özyilmazla çayirlarda ve Tepeköyde kaleci olarak top oynardim. O zamanlar Büyükada Takiminda Kaleci Minnos vardi. Sonralari kendime bir ferdi spor aradim ve Boksu seçtim.
Evvelâ Sisli kulübünde boksa basladim. Büyükadada Karakolunun karsisinda, şimdiki Lido tesisleri, denize inen yerde eski harabeler vardi orada dörtköse Ringe benzeyen etrafi demir parmakliklarla çevrili bir tarasa vardi Pazar günleri Yervant Kabeyanla orada antreneman yapardik.
Askerlik görevime 1949 da Karadeniz Ereglisinde basladim. Üç ay egitim gördükten sonra Ankaya gönderildim. Orada Levazim bölügünde hem Tamirhanede çalisir ve hemde bölügün yaziciligini yapardim.
Bölügümüz istasyonda oldugundan stadyoma yakindik. Ben hergün stadyoma gider boks antrenemani yapardim. Yüzbasim Mustafa Atakani Atatürkün bir evlatligi idi ve bana Fahri derdi. Boks yaptigimi ögrenince bana daha fazla ilgi gösterdi ve ben de antrenemanlarimla çok ilerleyip orada 60 kiloda, ilk olarak ordu ve sonra da Ankara Boks þampiyonu oldum. Ankara Istanbul karşılaşmasında Ankarayı temsil ederek, Boks hayatimda bir çok muvaffakiyetler kazandim.
Terhisimden sonra Istanbulda Elektrik kulübüne girdim ve orada da çok muvaffak oldum. 1953 yilinda Istanbul ikincisi oldugum halde, Türkiye sampiyonasina beni Ankaraya gönderdiler. Orada da kendimi gösterek rakiplerimi yenip 63,5 kiloda Türkiye Boks sampiyonu oldum. Istanbulda 1954 yilinda Istanbul þampiyonu oldum fakat Türkiye Sampiyonasina gidemedim çünkü Garbis Zakaryanla yaptigim bir antrenemanda gözümün arkasýnda bir beyin kanamasi geçirdim ve böylece Boks hayatima veda etmis oldum.Tehlikeyi atlattiktan sonra aksamlari Kulübe gidip antreneman yapanlari seyreder onlara yardim etmeye çalisirdim.
Hayatimin gidisatini 6/7 Eylül 1955 tarihi oldu. Aksam bir kaç arkadasla kulüpten ayrilip Taksime çiktigimizda, caddenin üstü dükkânlardan disari atilan esyalarla dolu idi, yürüyecek yer yoktu, halk çilginlasmis bir durumda idi, vitrinleri kiriyor, dükkânlarin içine girip herseyi sokaga atiyorlardi.
Gerisini yazmama gerek yok, o günleri bütün dünya izledi. Ertesi günü ise Ýstanbulda oturan bir Rum asilli tanidigim bana, geçen geceki yasamis olduðu olaylari, 30 kisinin evine girdigini ve yasli annesi ile esine yapilanlari anlatinca, aklima Hitlerin 1938 yilinda bir gece Yahudilere yaptiklari aklima geldi.
Bu nedenle dis ülkelere çikmaya karar verdim. Bir yil sonra Lala Hatun’da oturan Mekki’nin gemisine,bir Gemici cüzdani çikararak, binerek Ýngiltereye oradan Danirmakaya, Norveçe ve Hollandaya gittik.
Hiçbir yerde kalmam mümkün olmadi. Danimarkada ufak bir ümidim olmustu fakat o da gemideki bir olay nedeni ve benim Türk olmam nedeni ile yerine gelmedi. Olay da þöyle:
Gemi Danimarka iskelsine yanasir yanasmaz, dört Gümrük Memuru gemiye girdi. Geminin her kösesini aramaya basladilar. En son kömür dairesine girdiler ve kömürlerin arasindaki sakli sigaralari buldular.
Ne olduysa ondan sonra oldu, gemicilerin birkaçi Gümrük Memurlarina saldirarak onlari gemiden disari attilar ve silâhli kuvvet gelmeden bütün sigara paketlerini kazana atarak yaktilar.
Gümrük Memurlari ile birlikte gelen Silâhli Kuvvet Memurlari gemide hiçbir kaçak mal bulamayinca, Memurlara saldiranlari aradilar.
Bütün gemi mürettebati geminin güvertesinde Memurlar tarafindan teshis edilmeleri için toplandilar. Memurlara saldıranların teşhisine mani olunması için Atesçi, kamarot giyimi ile, kömürcü asçi giyimi ile, yani, herkes degisik kiyafetlerle güvertede toplandi. Memurlar onlara saldiranlari teshis edemeyince, Kaptana bir ültimatom verildi: Ya saldiricilari gösterirsin ya da yola çikamazsin, denildi. Kaptan da Kamarotunu saldirici olarak göstermek mecburiyetinde kaldi. Kamarot bir ay hapis cezasi yediginden bizde bir ay Danimarkada Aarhoos kentinde kaldik. Bu süre ben genç bir hemsire ile arkadaslik kurdum ve evlenip orada kalmaya karar verdim. Gelgelelim kizin babasi gazeteleri okumus ve gemicilerin yaptiklarini da ögrenince “ben kizimi Türke vermem” demezmi!
Böylece, bu olaylarla hic bir ilgim olmadigi halde, orada kalmama imkân kalmadi. Oradan Hollanda'ya gittik ve orada da bir ay kadar kaldik amma orada kalabilme imkânini bulamadim, kaçmak ta istemiyordum, niyetim hukuki yoldan bir dis ülkede kalabilmekti. Yunanistana gelince, Selânikte gemiden ayrilip iki gece oradaki Barlarda eglendikten sonra döndüm yine beni sevmiyen vatanima.
Bir yil sonra 1957 de bir tanidigimin araciligi ile simdik yasamakta oldugum Oelde’deki bir Firmada is bularak buraya geldim o yandan bu yana burada hür olarak yasiyorum. Üç çocuðum var evim barkim yerinde, her yil seyahata çikiyor ve dünyayi dolasiyorum. Asya ülkeleri hariç bütün dünyayi dolastim, son gittigimiz yer bu yil Suriye ve Ürdün seyahatimiz’di. Dönüsümüzde ise Istanbul ve Büyükadayi ziyaret etmemiz oldu. Biz her yıl Istanbula gelir ve Büyükadamızı ziyaret ederiz.
Kirvem:
Babam Faytonculugu nedeni ile Büyükadada yasiyan birçok zengini ve sosyeteyi tanimakta idi. O zamanlar Nizamda, Hamlacı sokaginda bir Villa’si olan, (sokagin sag kösesinde Con Pasanin köskü ve Köskün Nizam Caddesine bakan bir Balkonunda büyük bir kafes içinde kocaman bir papağan duruyor ve sokakta geçenlere sesleniyordu), Berç Keresteciyan oturuyordu. Yolun sag tarafinda olan Con Pasanin bahçesi denize kadar uzanan ve Trockinin üc yil yasadigi köskün bahcesine kadar uzaniyordu. Berç Keresteciyan’in köskü ise yolun sol alt taraflarindaydi ve denize kadar uzaniyordu. Denizde bir dalga kiranlari ve Sandal kulübeleri vardi. Köskün üst komsulari ise bir Fransiz bayan idi ve evinde kokulu sabun imal ediyordu. Berç Keresteciyanin esi Italyan idi ve birde Letisa Mariant adinda kizlari vardi ki biz ona Lady derdik. Iste bu kizlari ve annesi benim Vaftiz Kirvem idiler. Iki yasindayken kucaginda çekilmis bir de resmim var kizlari ile, hem de Lala Hatundaki oturduðumuz evin bahçesinde çekilen resim.
Babam her Pazar günleri Türker-Keresteciyanin esini, San Pacifiko Kilisesine götürür ve ayinden sonra onu tekrardan Nizamdaki evine götürürdü. Ben ise Kirvem oldugu için onu kilisenin önünde bekler ve elini öperdim, o da bana on kurus verirdi ki o zaman bir çocuk için çok para idi. Ben o köskü çok iyi hatirliyorum. Onlarin bir hizmetçleri bir asçilari ve bir de bahçivanlari vardi. Yemeklerine bayilirdim, firinda pisirilmis Italyan ususlu yemekleri çok güzeldi. Köskün içi ise bambaska idi. Iki adet zencinin heykeli iki üç adet çelikten yapilmis sövalye giysisi ve yerde de bir iki adet ayi ve arslan postu vardi. Bunlarin kafalari üzerinde idi ve korkunç disleri görünüyordu ki onlardan çok korkuyordum.
Büyükada Ýlkokulunda:
Ilkokulumuz Türkoglu sokaginda idi, her sabah Aydogdu sokagindan yukari çikarak Kadiyoran Caddesine girer ve sola dogru giderek, Aydogdu sokaginin sol kösesindeki bahçenin hemen bitisigindeki Telefon Santralinin yanindan yukari dogru giderek, Kadiyoran ve Yaverbey Sokagini ikiye ayiran yerde bulunan kocaman çam agacinin sagindan yukari dogru okulumuza giderdim. Okulda Alaettin Karsanla bes yil yanyana ayni sirada oturdum. Teneffüslerde erkek çocuklar, alt kata iner ve Amerikan filimlerindeki Kovboylarin kavgalarini taklit ederek birirbirimize havaya yumruk sallar ve birimiz yumruk yemis gibi yere düserdi.
Sinif ögretmenimiz Düzenli sokaginda oturan, Giritli Behice ögretmen idi, beni hiç sevmezdi, galiba Ermeni asilli oldugum için. Hayatima büyük etkisi olan bir olayi burada açiklamayi cok dogru buluyorum: Bir gün sinifta ve ders esnasinda, ya Alaettin ile tartışıyor veya onunla konusuyordum ki, Behice ögretmen beni azarlýyarak „Git Ermenistana ve orada oku“ dedi. Bu cümle halâ bana, o zamanlarda dahi bazilarinin beyinlerinde Ermeni düsmanliginin yuva kurmus oldugunu hatirlatyor.
Vapurda:
Annem bana Ermenice okuma yazmayi ögretmis oldugundan Orta ve Lise egitimimi Istanbuldaki bir Ermeni Lisesinde devam edebildim. Her sabah saat beste kalkar, kahvaltimi yapar ve Düzenli Sokagindan (o zamanlar Düzenli Sokagi ile Aydogdu Sokagini ayiran vapur gibi görünen eve tasinmistik) yürüyerek iskeleye gider oradan saat altida kalkan ve diger adalara da ugrayan vapurla Istanbula giderdim. Galata Köprüsünden Tramvayla, sonralari Tünelle yukari çikip oradan tranvayla Pangaltiya giderdim. Saat 16:00 da Mhitaryan Lisesinden çikar ve Tranvayla Galata Köprüsüne iner ve oradan Adalar vapuruna binerek Büyükadaya gelirdim. Derslerimi gayet tabii vapurda bitirir ve adada arkadaslarimla oynardim.Vapur yolculari arasinda diger adalardan da talebeler vardi. Heybeli adali bazi Müslüman Türk talebeler, ayirimci olduklarindan, Hristiyanlara (Rum ve Ermeni kökenli) takilarak onlarla kavga ederlerdi. Birgün agiz münakasasi esnasinda bunlardan biri bana su sözleri ile tehdit etti: „Seni karakola sikâyet edip Türklüge hakaret ettigini söylersem bir hafta içerde yatarsin“ dedi. Bu cümle halâ beynime islemis bir durumdadir. Orada hür yasiyamiyordum, kimse ile hür tartisamiyordum, arkamda daima bir Hançer korkusu vardi. Kendimi, ifade hürriyetinden mahrum hissediyor ve daima korku icinde yasiyordum.
Lunaparkta:
Bir Pazar günü yine Lunapark gazinosunda, benden bir iki yas büyük Müslüman Türk bir arkadasla otururken, adini su an hatirliyamadigim akadaþým bana „gel röntgencilige çikalim“ dedi. Arkadasim o zamanlar Büyükadada sivilpolis memuru idi. Adada iki tane sivil polis vardi, biri Necip Tekce, Polis Karakolunun karsisinda iskeleye giden 23 Nisan caddenin kösesinde oturuyordu, önlerinde bir de çam fistigi agaci vardi o zamanlarda. Bunlar iki veya üc kardes idiler, büyügün adi Necip ve küçügün adi da Cemil idi galiba. Cemil birzamanlar adada Pntispanya yerel gazetesini çikariyordu, sonralari ikisi de artistlige basladilar.
Iste ben de bu sivilpolis arkadasimla çamlarin arasina giderek sevisen çiftleri aramaya basladik.
Nihayet çaliliklar arasinda ve bizden 10m uzakta bir çifti sevisirken izlemeye basladik amma kiz bizi gördü ve hemen ayaga kalkinca, arkadasimda ayaga kalkti ve polis oldugunu söyliyerek beni gösterip sikâyette bulundugumu söyledi. Bu ara kiz beni tanidi,“ o Ermenidir nasil sikâyette bulunabilir“ diye bagirmaya basladi ve üzerime dahi yürüyerek bana vurmak  istedi. Kizin erkek arkadasi ve Polis arkadasim kizi ikna ettiler. Iste, Türkiyede Ermeni olarak ve hicbir hakka sahip olmadan yasamanin zorluklari arasindan ufak bir örnek.
Erkeklik:
Yil 1948, o tarihlerde Düzenli sokaginda, Aydogdu sokagi ile birlesen yerde vapur gibi bir evde oturuyorduk. Babam yazlari evin üst katini, Müslüman Türk, üç cocugu olan dul bir ögretmene kiraya veriyordu. Bir gün saçlarini daima sariya boyiyan küçük kizi Süheyla, eve gelip iskelede bir Musevi çocuðunun ona sarkintilik ettigini agliyarak söyledi. Babalari evde degildi, ben de onlarin, yasý galiba 14 olan erkek kardeþleri ile hemen iskeleye indim. Musevi çocugunu aramaya basladim. Musevi çocugu bir yilligina Israile gidip orada Polis egitimi görerek Israilde Polislik yapmis uzun boylu ve omuzlari genis bir gencti ve Istanbula da o yil geri dönmüstü.
Onu Orman lokantasinin önünde üç dört arkadasi ile gezerken durdurdum ve Süheylaya niye takildigini sorup, bir daha ona sarkintilik etmemesini kati bir lisanla söyleyince, almis olduðu egitime güvenerek beni sag eli itti, ben de ona bir sag kroseyi yüzüne yerlestirdim, o an beyaz gömlegim kan içinde kaldi. Onun sol gözkapagini yirtmis ve kasini patlatmisim. Cürmü Meshut olarak yakalanmamam için oradaki arkadaslarimin yardimi ile oradan çamlara kaçtim. Geceyi Yervant Kabeyanin o zamanlar çalismakta oldugu Çankaya Caddesindeki Fransiz Okulunun Rahibelerin bahçesindeki Semsi Mollaya bakan duvarin altindaki Kulübede geçirdim.
Ertesi günü Süheylanin babasi ile Polis Karakoluna giderek teslim oldum. Komser bana, Musevinin gözünde bir ariza olmazsa davaci olmiyacagini bildirdi. Böylece bu olay da bitmis oldu. Bir gün vapurda yaralamis oldugum Museviyi vapurda görünce yanina gittim ve geçmis olsun dileginde bulundum, öpüstük ve sonralari samimi olmadiysak ta arkadas olduk.
Kasap Zoto'nun oglu:
Kasap Zotonun oglu (adi galiba Stefo idi) bisikleti ile evlere et tasirdi. Bisiklete binmesine çok güveni vardi bu nedenle bisikletini hizla yolda gidenlerin üzerine sürüp son anda onlara çarpmadan yanlarindan geçmeyi ve onlarý korkutmaktan çok zevk alirdi. Bir gün Yervant Kabeyanla Çankaya caddesinde Nizama dogru yürüyerek tura gidiyorduk. Biz tam sucu Marikayi geçmis ve Sedefli Köskün önünde iken, yukaridan Kaymakamlik binasinin önünden yokus asagi hizla gelen Zotoyu gördük, üzerimize dogru geliyordu, tam bize yaklastigi esnada sol elimi kaldirarak kendime siper aldim. O an çok yakinimda olan Zoto, sol kolu ile elime çarptigi gibi, bisikleti ile tepe takla asfaltin üzerine yuvarlandi. Yüzü kan içinde idi. Hiçbir sey söylemeden kalkti, egrilmis olan bisikletinin didonunu düzeltti ve yoluna devam etti. Bu olaydan sonra Zotonun bir daha böyle tehlikeli sakalar yaptigini görmedim.
Çardagin çökmesi:
Bir Pazar aksami bes alti arkadas Orman meyhanesinde meze ve içkilerle zevkimizi aliyorduk, unutmadan sunu da söyliyeyim ki aramizda tek bir arkadasimiz evli olup esi ile beraber yanimizdaydi. Arkadaslarimın hepsi de Hristiyan Türk Rum Ortodox kökenli idiler.
Ziyafetimizin sonlarana dogru evli çift kalkarak eve gitmeye yola koyuldular, biz de içkimize devam ediyorduk. Aradan kisa bir süre geçtikten sonra arkadaþlardan biri, „ulan bunlar simdik sevismeye gittiler, gelin hep beraber onlari dikizliyelim“ dedi. Hepimiz masadan kalktik hesabi ödedik ve Nizama onlarin evlerine dogru yola koyulduk. Yatak odalari üst katta idi ve isiklari yaniyordu. Evlerinin önünde büyük bir çardak vardi ve üzüm salkimlari asagi sarkiyordu. Biz dört taraftan çardagin üzerine tirmanmaya basladik. Henüz pencerenin önüne varmamistik ki çardak, bukadar kisinin agirligini kaldiramayip çökmez mi. Hepimiz yere yıkıldık ve çok şükür hiçbirimiz yaralanmadan ayağa kalkıp  oradan koşarak uzaklastik. Biz oradan uzaklasirken, pencereye çikan arkadas ta „ulan köpeogullari yarin caniniza okuyacagim“ diye bagirdigini duyduk.
Yilan korkusu:
Henüz askere gitmemistim, 1949 un yaz aylarindan bir gün. Yervant Kabeyan ile birlikte Yervantin Flober tüfegini de yanimiza alarak Büyüktura çıktık. Niyetimiz kuş vurmaktı. Vuracak bir sey bulamadik amma ümidimizi kesmeden yolumuza devam ettik. Büyükadanin çöplerinin Büyükturda atilan yeri geçtikten sonra Kocayemislerin arasindan sesler gelince birseyler vururuz diye ayri yerlerden çalilarin arasina daldik. Ara, ara birþey yok, bir ara büyükce bir bosluga geldigimde bir hisirti duyup arkaya döndüm ve tahminen bes metre mesafede bir yilanin bana dogru sürtünmekte oldugunu görünce buz kesildim. Silâhi omuzladigim an yilan durdu ve kayalarin arkasindan basini yukari kaldirip bana bakmaya basladi. Silâhi zaten ona dogrulamistim ve nisan alip tüfegi atesledim. Yilan kayanin arkasinda kayboldu. Yervant ta bu ara silâh sesini duydugundan ne vurdun, diye bana bagirarak sordu. „Yervant yanima gel burada bir yilan var“ diye bagirinca Yervant çalilarin arasindan hemen yanima vardi. Ona yilanin bulundugu yeri gösterdim, o da tüfegi eline alarak o yana gitti ve gülerek „yilani vurmussun“ dedi. Tüfegin namlusu ile yilani kaldirinca birbuçuk metre uzunlugunda ve dört santim kalinliginda oldugunu gördük. Yilani tam basindan vurmusum. (Sonraki askerlik süresinde de yüz metre mesafedeki hedefimi ortadan vurduðumdan, bölügün makineli tüfegini tasima ve kullanma hakkina sahip oldum).
Gelelim yilanimiza. Biz bu vurduğum yılanı namlunun ucunda asılı olarak Asiklar yoluna kadar götürdük. Orada yolun kenarýndaki bir agaca, oradan geçenler onu canli zannedip korkmaları için, dolandırdık.
Bir kaç gün sonra Agop Çalikyanla konusur ve muhabbet ederken, „ulan geçen gün kiz arkadasimla Asiklar yolunda gezerken, agaca sarili bir yilan gördük ve korkarak yan tarafa firladik. Uzaktan baktığımızda yilanin ölü oldugunu gördük. Hergelenin biri yilani oraya sarmis“ deyince ben de kahkahayi bastim. Biz de bula bula arkadasimizi korkutmak için ölü yılanı ağaca dolamışız


Die jüngste Tochter Sirarpi, meine Mutter, der Familie Hagop (Türken sagen AGOP) und Varsenig Bogosyan, blieb mit ihren 14 Jahren bei ihren Eltern in Bahcecik-Türkei.

Während der Deportation wurden Vater, Mutter und Tochter von einer Türkischen Familie in deren Haus versteckt, deshalb sind sie nicht wie die Eltern von Harutyun (Vater) umgekommen.
Nach dem Krieg im Jahre 1919 heirateten Harutyun (mein Vater) und Sirarpi (meine Mutter) und zogen zusammen mit den Eltern von Sirarpi nach EDIRNE, ca. 60 km westlich von Istanbul. Dort wurde im Jahre 1921 Vartan, mein Bruder, geboren. Danach zogen sie nach Istanbul in den Stadtteil Pangalti. Dort arbeitete mein Vater als Metzger bei einem Verwandten in dessen Fleischerei. Nachdem er einiges Geld für eine selbstständige Tätigkeit gespart hatte, zogen sie auf die Insel BÜYÜKADA, die größte der Prinzessinseln (Kinaliada, Burgazada, Heybeliada und Büyükada),
und mein Vater wurde Fuhrunternehmer auf Büyükada. 




 
Mein Vater Harutyun und Mutter Sirarpi  
  
                    
  
 Melkonyaner und Sofuyaner 

  



















28 Ağustos 2017 Pazartesi

Nicola Tesla kimdir ,hayati ve icatlari

Nikola Tesla, dünya bilim tarihini kökten değiştiren deneylere ve icatlara imza atmış bir mucittir. En önemli buluşu elektriğin kablosuz olarak taşınabileceğinin deneysel olarak Londra fuarını aydınlatarak ispatlamasıdır. Bugün bilinen tüm iletişim sistemlerinin, uzay teknolojilerinin ve kablosuz iletişimin temelini atan Tesla, kimilerine göre anlaşılamaz bir bilim adamı, kimilerine göre ise akıl hastası bir sosyopat dahiydi.
HAYATI
Nikola Tesla 10 Temmuz 1856 tarihinde bugünkü Sırbistan’ın Similjan kasabasında doğdu. Tesla’nın babası bir papazdı. Oğlunun da kendi gibi papaz olmasını istiyordu. Annesi okuma yazma bilmeyen ancak çevresinde pratik ev aletleri mucidi olarak tanınan bir kadındı.
Tesla ailedeki beş çocuktan biriydi. İlk soyadı Draganic olup daha sonra reşit olunca bu soyadını kullanmak istemediği için mahkemeye başvurup Tesla olarak değiştirmiştir. Ağabeyi 12 yaşındayken bir at kazasında ölmüştür. Bazı kaynaklar ağabeyinin atının Tesla tarafından ürkütüldüğünü bu nedenle kazanın meydana geldiği yazmaktadır. Ağabeyini henüz çocukken kaybettiği için Tesla'da birçok takıntı oluşmuş ve şizofreniye yakın belirtiler göstermiştir. Nikola Tesla'nın Milca, Angelina ve Marica isimli üç kız kardeşi vardı.
Annesinin desteği ile fizik ve matematik bilgisini ilerleten Tesla, Avusturya Prag Politeknik Üniversitesi'nin Graz’daki okulunda okudu. Almanca, İngilizce, Fransızca ve İtalyanca öğrendi.
Burada elektrik üzerine olan bilgisini arttırdı. Ancak kişisel takıntıları ve asosyalliği nedeniyle üçüncü sınıfın ilk döneminden itibaren okulu bıraktı. Kimi çevreler okulu bitirdiğini söylese de üniversite Tesla'nın mezun olmadığını ve okula 1878'in ilk döneminden sonra devam etmediğini bildirmiştir. Ailesiyle ilişkisini keserek bir oto mühendislik firmasında çalışmaya başlayan Tesla bu dönem oldukça ağır bir depresyon dönemi yaşadı.
Daha sonra babasının isteği üzerine Prag'ta Charles Ferdinand Üniversitesi'ne başladı. Babasının ölümü üzerine okulu bırakan Tesla, Paris'te bir telefon şirketinde çalışmaya başladı. Burada doğru akım motorları ve dinamolar konusunda önemli tecrübeler edindi. Budönemde firmada döner makinelerini korumak için regülatör benzeri kontrol cihazları icat etti.
Hayatının son dönemlerinde giderek garipleşerek içine kapandı. Bibliyografisini yazmak için kendini arayanları da reddetti. Not alma alışkanlığı yoktu. Her şeyi aklında tutuyor ve uyguluyordu.
İCATLARI
Tesla’ya göre doğru akımı kullanmak sistem olarak yanlıştı. Alternatif akımı kullanarak jeneratör ve motordaki komütatörü ortadan kaldırmak gerekmekteydi. Ancak alternatif akım ile çalışacak bir motor bulunamadığından işi kolay değildi. Sınıf arkadaşı Szigetti elektrik endüstrisinde devrim yaratacak dönen manyetik alanı keşif etti.
Böylece komütatör ortadan kalkmış oldu. O da alternatif akım elektrik sistemini baştan sona tasarladı. Enerjinin ekonomik iletimi için yükseltici ve alçaltıcı, transformatörler ve motordan mekanik güç elde etmek için alternatif akım motorları onun tarafından bulundu.
”Niyagara Şelalesini Hidroelektrik elde etmek için kullanacağım“ diyerek herkesi şoke etti. İcatlarını kendi deyimi ile uykusuz geçen gecelerde “zihninde çakan şimşekler“ ardından yaptığını söyleyerek şöyle anlatır:
"Bu ışık patlamalarını hala zaman zaman yaşıyorum. Yeni bir fikrin zihnimde parıldayıvermesi durumunda oluyor. Ama artık eskisi kadar heyecan verici değil bu. Eskiye nazaran daha etkisiz. Gözlerimi kapadığımda ilk önce çok koyu ve tek tonlu bir mavi fon görüyorum. Tıpkı açık ama yıldızsız bir gecede olduğu gibi. Birkaç saniye içinde bu alan parıltılar saçan ve bana doğru ilerleyen yeşil ışıltılar ile doluyor. Neden sonra sağ tarafımda birbirine paralel ve yakın ışınların oluşturduğu iki ayrı sistem görüyorum.
Bu iki sistem birbiri ile dik açı oluşturacak şekilde duruyorlar. Sarı, yeşil ve altın renklerinin hakim olmasına karşın yinede her türlü rengi içeriyorlar. Sonra bu çizgiler daha da parlaklaşmaya başlıyor ve her yere parlaklık saçan belirgin noktalar serpiliyor. Bu resim yavaş yavaş görüntü alnımdan çıkıyor ve sola doğru kayarak yok olup gidiyor. Yerini pek hoş olmayan ölü bir griliğe bırakıyor. Burayı çabucak kabaran ve kendine canlı formlar vermeye çalışıyormuş gibi duran bulutlar doldurmaya başlıyor.
İşin ilginç yanı şu ki ikinci şamaya geçinceye kadar bu griliği belirgin bir şekle benzetemiyorum. Her seferinde uyuya kalmadan az önce gözlerimde kimi şeylerin yada insanların görüntüleri canlanıyor. Onları gördüğüm anda anlıyorum ki bilincimi yitirmek üzereyim. Eğer ortaya çıkmıyorlarsa yada bunu ret ediyorlarsa biliyorum ki, bu uykusuz bir gece geçireceğim anlamına geliyor."
Tesla’nın bu sözleri sarf ettiği yıllarda doğru akım, ısıtma, aydınlatma, güç sağlama ve iletimekteki en doğru akım modeli olarak düşünülmekteydi. Fakat bu akımda direnç fazlalığı nedeni ile her bir mil karede bir güç santraline gerek vardır. Bu neden ile ilk Akkor ampuller ilk mile yakınken parlak, bir milden sonra uzaklaştıkça az yanmakta idiler.
Elektrik mühendisliğini bırakarak cebinde 4 sent ile New York ‘a gemiden indiği gün hayatının dönüm noktasıdır. Doğru akım üretecinin bir komütatör ile dış devresinde dalga dizinleri halinde alternatif akım üretiyor olduğunu görmüştü.
Bu alternatif akımın motordan güç elde edilecek bir doğru akıma dönüştürülmesi için sistemin geriye döndürülmesi gerekmekteydi. Yapılan elektrik motorlarının endüvisi, motora alternatif akımı beslemek için döndüğü anda manyetik yönlerini değiştiren döner komütatöre sahipti.
Alternatif akım projesi ve Niyagara santrali
Amerika da bir yıl boyunca geçimini sağlamak için Western Union şirketinde çukur kazma işçiliği yaparak mücadele ederken diğer yandan da Jeneratör, transformatör, transmisyon (iletim) hattı, motorlar, ışıklar, iki fazlı sistemler, hatta üç fazlı sistemler gibi pek çok sistemin projelerini çiziyordu. A.K. Brown firmasının sahipleri ile tanışınca hayatı değişti.
Ona Batı Broadway’de bir laboratuar kurdular ve bir miktar para ile yatırım yaptılar. Coloni Üniversitesi’nden Prof. Dr. W.A. Anthony altenatif akım motorunu deneyip senkron motorun en iyi doğru akım motoru olarak yeterli olduğunu ilan etti.
1887 Kasım ve aralık aylarında Tesla buluşlarına toplam yedi adet ABD patenti aldı. 1886 Nisanında çok fazlı sistemler için patent aldı.
Bu yılın sonuna kadar 18 patent daha aldı. Ardından birçok Avrupa patenti aldı.
Şimdiki Adı IEEE olan o günkü AIEE de konferans verip dünya mühendislerine tek ve çok fazlı akım sistemlerini anlattı.
George Westinghouse ondaki dahiyane durumu fark etti ve laboratuarında gidip onunla tanıştı. Alternatif akım patentleri için 1 milyon dolar nakit ve her ürün satışından 2,5 dolar teklif etti.
Ülke çapında büyük başarı elde edildi ve rakip olan General Elektrik, Westinghouse’ dan lisans almak zorunda kaldı. Söz konusu kontrat Edison ile olan akım savaşları sırasında firmayı zor durumda bıraktığından bazı kaynaklara göre Tesla bir milyon doları almamış ve sözleşmeyi feshetmiştir.
1890 da ülke Niyagara Şelalesi üzerinden elektrik üretmek için çalışmalara başladı ve Tesla Komisyon başkanlığına getirildi. Westinghouse 10 adet 5.000 beygir gücünde hidroelektrik jeneratörü için, General elektrik ise iletim hattı için kontrat yaptılar. Sistem Tesla’nın 2 faz projesi için çok idealdi.
Parçaları azaltmak adına dıştan dönen alana sahip ve içi sabit olan armatürlü büyük alternatörler tasarladı. Dakikada 250 devir yapan, 1775 amper, 2.250 volt on büyük alternatör, 2 fazlı 25 Hertz, 50.000 beygir gücü yani 37.000 kilowatt ’lık elektrik üretti.
Uzaktan Radyo Kontrol Sistemi
Tesla Mors ile uzaktan haberleşmeyi ortadan kaldıran sistemi ile 1898 de Madesen Squaer Garden da bir gösteri düzenledi. Elektrik fuarı ve sirk alanı olan yerin ortasına büyük bir su tankı yerleştirdi.
Bu tankın üzerine yüzmesi için 1 metre uzunluğunda bir tekne koydu. Radyo frekansı ile tekneyi uzaktan kumanda etti.
Böylece bugünkü GPRS sisteminin, uzaktan kumandalı tüm sistemler ile uzay teknolojileri ve uzaktan iletişim sistemlerinin temelini attı.
Radyo frekansına dayalı sistemlerin öncüsü
1890 yılında icat ettiği yüksek frekanslı alternatif akım üreteci ile 184 kutuplu 10 kilo Herz’lik çıkışı olan 20 kilo Herz’e kadar yüksek frekanslar elde etti. Bundan 10 yıl sonra 50 kilowatt çıkışlı radyo frekansı üreten Reginald Fessenden onun icadını geliştirdi.
General elektrik bunu 200 kilowatt’a çıkardı ve öncü isim Fresseden’in çalışmalarını kontrol eden kişi olan Alexanderson alternatörü adı ile satışa çıkardı. Bu yeni bir tehlikeyi doğurdu.
Dünya iletişim kablolarının kontrol eden İngiliz iş adamlarının patenti almaması için ABD donaması 1919 da Radio Corperation Of America adı ile bir şirket kurdu ve patenti satın aldı.
Bu sistem Tesla’nın dünyanın ilk aktarma kulesi ünlenen Wardnclyffe kulesi olarak bilinen aktarma kulesini ortadan kaldırıyordu. Böylece deniz aşırı yerlere yayın yapma olanağı doğmuştur.
Bu vericinin ilki New Brunswick te kurularak ticari hizmet verdi. 200 kilowatt ve 21,8 kiloherz gücünde idi. Tesla’nın dünya çapında telsiz hayali 30 yıl sonra kendi icadı olan vericinin kullanılması ile gerçekleşmiş oldu.
Tesla’nın ölümünden 5 ay sonra ABD patent dairesi kablosuz iletişim tekniğinin geçersizliğine ve patentin Tesla’ya ait olduğu hükmüne karar verdi.
İyonosfer üzerinden iletişim, yüksek gerilim, radar ve radar tribünleri
Nikola Tesla, radyo, ses ve elektromanyetik dalgalarının kablosuz iletimini sağlayan sistemler kurdu. Londra fuarını kablosuz olarak aydınlattı. İlk radyo aktarma istasyonunu Wardnclyffe kulesini kurdu.
Yüksek gerilim ve yüksek frekanslı elektrik iletimi konusunda Colorada Springs te bir dağın üzerine radyo vericisi olan 60 metre yüksekliğinde ahşap direk üzerinde 22,5 metre çapında hava çekirdeği transformatörünü yaptı. İç çap sekonder 100 sarımlık ve 3 metre çapında idi.
Tesla 1 metre çaplı bakır küreden insan yapımı ilk şimşeği oluşturdu. 30 metrelik dev şimşekler 40 km uzaktaki kasabalardan görüldü ve duyuldu.
Sonunda 26 mil uzakta 200 adet 10 kilowatt’lık akkor ampulü yakmayı başardı. 1899 da alternatif akım için aldığı tüm para bitti. J.P.Morgan onun bir hayranı idi. Sürekli onda misafir oluyordu. Onun sayesinde sosyetenin gözdesi olmuştur.
Kozmik ses dalgaları ve uzay çalışmaları
Nikola Tesla uzaktan kumanda sistemini bir araca uygulayan ilk kişidir. 1 metrelik bir tekneyi uzaktan kumanda ile yüzdürmüştür. Uzaya ses dalgaları gönderen ilk kişidir. Kozmik radyo dalgalarını bularak 1917 de cisimlerin üzerine bu dalgalarsı gönderip bir floresan ekran üzerinde toplamıştır.
ÖLÜMÜ
Sıradışı bir karaktere sahip olan Tesla, para yönetiminde hiçbir zaman başarılı olamadı. Hayatının son yıllarını borçlarından kaçmak için sürekli otel değiştirerek geçirdi. Nikola Tesla, 7 Ocak 1943 tarihinde 86 yaşındayken New Yorker Otelinin 33. katında, 3327 numaralı odasında otel görevlisi Alice Monaghan tarafından ölü olarak bulunmuştur. Asistan Doktor H.W. Wembly teşhisine göre Tesla, koroner damarların kan pıhtılaşması ile tıkanması sonucu hayatını kaybetmiştir. Ölmeden önce teleforce silahı adını verdiği bir çalışma yürütmekte olan Tesla'nın bütün dokümanlarına ABD hükümeti tarafından el konulmuştur.
Cenaze töreni 12 Ocak 1943 tarihinde dünyanın en büyük katedrali olan "St. John the Divine" Katedralı'nda 2000'den fazla kişinin katılımı ile gerçekleşmiştir. İkinci bir cenaze töreni ise hemen ertesi gün Sırpça olarak New York'ta bulunan "St. Sava Serbian" Ortodoks Katedralinde yapıldı.
Daha sonra New York'ta bulunan Ferncliff mezarlığına defnedilmiştir.

KARAKTERİ
Tesla hiç evlenmemiştir. Bekar ve aseksüel olmasının bilimsel yeteneklerine yardımcı olduğunu düşünüyordu. Kolay öfkelenen bir yapıya sahipti.
NİKOLA TESLA VE THOMAS EDİSON
Nikola Tesla'nın aradığı fırsat ve şanslar kolay eline geçmedi. O zamanlar New York'da Pearl Caddesi'ndeki ilk laboratuvarında akkor lambası için pazar aramakla meşgul olan Edison'a rastladığı zaman Tesla, gençlik heyecanıyla, kendisinin bulduğu alternatif akım sisteminin açıklamasını yaptı. Bunun üzerine Edison, "Sen teori üzerinde vaktini harcıyorsun" dedi.
Tesla, Edison’a çalışmalarından ve alternatif akım planından bahseder. Edison alternatif akımla fazla ilgilenmez ve Tesla'ya bir görev verir.
Tesla, Edison tarafından kendisine verilen görevi her ne kadar sevmemiş olsa da kendisine 50.000 dolar vereceğini öğrenince görevi birkaç ay içinde tamamlar. Doğru akım santralindeki sorunları çözmüştür. Kendisine vadedilen ödülü istediğinde Edison şaşırmış bir şekilde “Tam bir Amerikalı gibi düşünmeye başladığında Amerikan şakalarından da anlayabileceğini” söyler ve bir ücret ödemez. Tesla derhal istifa eder. Kısa süren birlikte çalışma dönemini, uzun süreli bir rekabet izleyecektir.
ETKİLERİ
Nikola Tesla dünyadaki bilim-teknoloji yapısını kökünden değiştirebilecek birçok deneye ve buluşa imza atmıştır. Özellikle elektriğin kablosuz taşınabilmesi gibi bir buluşu ve bunu kanıtlaması onun ne kadar benzersiz bir mucit olduğunu açıklamaktadır.
Thomas Edison ile arasında amansız bir bilimsel mücadele geçmiştir. Elektrik üzerine yaptığı sayısız deneyler ve buluşlar vardır. 7 Ocak 1943 itibarıyla, yirmi altı ülkede kendisine ait üç yüze yakın patenti bulunmaktaydı. New York'da ve çoğu eyalette 10 Temmuz, Tesla Günü olarak kutlanmaktadır.
Manhattan'da 40.Sokak ve 6.Cadde köşesine ismi verilmiştir. Time dergisi 1931 yılında, Tesla'nın doğumunun 75. yıldönümünde kapak resmi olarak onu seçmiştir.

Nikola Tesla, gelmiş geçmiş en büyük mucitlerden biri, belki de en büyüğü. Buluşları ile birçok açıdan zamanının, hatta günümüzün de önünde biriydi. Hatta Tesla’nın yüz yıldan fazla bir zaman önce araştırdığı bazı konuları bugün bile doğru düzgün gerçekleştiremedik. Tesla, en çok elektrik hakkında yaptığı araştırmalarla adını duyurdu.
Ancak o, elektroniğin çok çok ötesindeydi. Kablosuz iletişim, türbin motorları, helikopterler, florasan ve neon lambalar, torpidolar ve hatta X-ray ile ilgili buluşları var. Yaklaşık 700 patente sahip Tesla’nın birçok buluşu da Edisson tarafından çalındı. Peki Tesla’nın yıllar önceden kalan, gizli bir röportajının olduğunu biliyor muydunuz? İşte bu röportaj.

Gazeteci: Bay Tesla, sizin için kozmik süreçlere karışan biri diyorlar. Sahiden siz kimsiniz?

Tesla: Bu doğru bir soru, tüm sorularına cevap vermeye çalışacağım.

Gazeteci: Bazıları sizin Hırvat olduğunuzu söylüyorlar. Küçük bir köyde doğmuşsunuz, öyle mi?

Tesla: Evet, tümü doğru. Aslen Sırbım. Ancak Hırvatistan benim anavatanım, bundan gurur duyuyorum.

Gazeteci: Fütüristler, 20. yy’ın sizin başınızın üstünde doğduğunu söylüyorlar. Manyetik alanı kutsuyor, indüksiyon motoruna ilahiler söylüyorlar. Sizin buluşunuz olan alternatif akım, bugün fizik ve kimyayı dünyanın yarısına hakim kılabilir. Endüstri sizi en büyük hayırsever ilan etmek üzere. Tesla laboratuvarında ilk defa atomu kırabildiniz. Deprem titreşimlerine sebep olabilen bir cihaz yaptınız. Siyah kozmik ışınları keşfettiniz. Beş elementin sırrını araştıran Empedokles gibi, varlığın sırlarına vakıf oldunuz. Birçok kişi için ilahi bir figür gibisiniz.

Tesla: Evet, bu anlattıklarınızın bazıları en önemli buluşlarımdan birkaçı. Ancak ben yenilmiş bir adamım. Yapabileceğim en büyük şeyleri yapamadım.

Gazeteci: Bunlar nelerdir, bay Tesla?

Tesla: Tüm dünyayı aydınlatmak istedim. Dünya’nın Güneş gibi parlaması için yeterli miktarda enerji mevcut. İstediğimi yapmama izin verselerdi, tıpkı Satürn’ün etrafındaki halka gibi Dünya’nın da ekvator kısmında da ışıktan bir halka olacaktı. İnsanoğlu buna hazır değil. Colorado Springs’de yaptığım çalışmada dünyayı elektriğe batırdım. Ayrıca insanlara pozitif zihinsel enerji sunabiliriz. Bach ve Mozart gibi büyük müzisyenler veya büyük şairler geldi geçti. Dünya’nın iç kısmında barışın, neşenin ve sevginin enerjisi var. Dünya tarafından büyütülmüş bir çiçek aldığımda veya topraktan çıkana yiyeceklerde, orayı bir kişinin vatanı yapan her şey vardır. Yıllarımı, bu enerjinin insanları nasıl etkilediğini araştırmakla geçirdim. Gülün güzelliği ve kokusu ilaç olarak ve güneş ışınları yiyecek olarak kullanılabilir. Yaşam sonsuz sayıda biçime sahiptir ve bilim insanının amacı bunları her maddede bulmaktır. Burada üç esas nokta var. Benim yaptığım sadece araştırmak. Bunları bulamayacağımı biliyorum ancak yine de araştırmaktan vazgeçmeyeceğim.

Gazeteci: Bunlar nelerdir?

Tesla: Birinci mesele yiyecek. Aç bir dünyayı beslemek için ne kadar yıldız veya Dünya enerjisi gerekir? Bir diğeri kötülüğün ve acının gücünü yok etmektir. Bu, uzayın derinliklerinde bir salgın olarak görülür. Üçüncüsü de evrende aşırı ışık var mıdır? Tüm astronomik yasaların ortadan kalktığı ve matematiksel denklemlerin işe yaramadığı, değişime uğramayan bir yıldız keşfettim. Bu yıldız bu galakside. Boyutu bir elma kadar, ağırlığı ise tüm Güneş Sistemi’miz kadar. Biliyorum, yer çekimi kanunları uçmak için aşılması gereken bir şey, ancak ben bireylerin fiziksel olarak uçmasını değil, bilinçleriyle bir yerden bir yere gitmesini araştırıyorum. Havadaki enerjiyi uyandırmaya çalışıyorum. Bu gezegende boş bir alan yok. Boş olarak düşünülen alan sadece maddenin farklı bir tezahürü.

Gazeteci: Her gün evinizin penceresine kuşların geldiği söyleniyor.

Tesla: İnsan kuşlara karşı duygusal olmalı. Onlar gerçeğin habercisidirler.

Gazeteci: Smiljan’daki o günlerden beri uçmayı bırakmadınız.

Tesla: Çocukken çatıdan uçmak istedim ve düştüm. Hesaplamaları yanlış yapmışım. Unutma, gençlik yaşamdaki en önemli kanattır!

Gazeteci: Hiç evlendiniz mi?

Tesla: Hayır.

Gazeteci: Rölativite teorisine saldırdığınız için hayranlarınız şikayet ediyor. Eğer enerji her yerde ise nerede bu göremediklerimiz?

Tesla: İlk önce enerji, sonra madde oluşuyor. Evren ışık olarak bildiğimiz özgün ve ebedi enerjiden doğdu. Madde sonsuz ışık formlarının bir tezahürüdür. Evrenin dört temel yasası var. Birincisi, matematiksel bir ölçünün olması. İkincisi karanlığın içinde yayılıyor olması. Üçüncüsü ışığın bir ışınsal maddeye dönüşmesi. Dördüncüsü başı ve sonu olmaması. Yaratılış sonsuzdur.

Gazeteci: Ancak bu teoriye karşı ders vermiyorsunuz, neden?

Tesla: Unutmayın, sonsuzluğu anlayamamamızın nedeni evrenin kavisli yapıda olması değil, insan zihnidir. Ben ışığın bir parçasıyım. Evren tıpkı bir senfoni gibi, düzenli ve harmonik. Einstein bu sesi duysaydı rölativite teorisini yaratmazdı. O, sadece kaosun habercisi.

Gazeteci: Bay Tesla, bir ses mi duyuyorsunuz?

Tesla: Her zaman duydum. Benim manevi kulağım gökyüzü kadar büyük. Einstein bir kısmı çok iyi olan birçok iş yaptı. Ona garezim yok. Yalnız “eter”in olmadığını düşünmesi büyük bir hata.

Gazeteci: Gençliğinizde sık sık hasta olduğunuz söyleniyor, bu doğru mu?

Tesla: Evet sık sık yaşam gücümün düştüğü doğru. Bazen insanın acı çekmesi gerekebilir. Küçükken koleraya yakalanmıştım. Babam teknoloji üzerinde çalışmalar yapmama izin verince geçti. Bir kişinin zihin gücünü asla küçümsemeyin.

Gazeteci: Bay Tesla, bu bir oyun mu? Bana zihin gücünden bahsediyorsunuz…

Tesla: Evet bir oyun, ben oynadım ve elektrikle çözdüm. Unutma, Nikola Tesla yıldırım hakkındaki gerçekleri keşfeden ilk kişi.

Gazeteci: Kuşkusuz okuyucularımız mizahı seviyor, yalnız bilim ile bazı kişisel görüşlerinizi karıştırıyor gibisiniz.

Tesla: Bay Smith, insanlar fazla ciddiler. Bir Çin atasözü der ki, “Fazla ciddiyet yaşamı kısaltır”.

Gazeteci: Felsefenizi duyduklarında buna bayılacaklar.

Tesla: Hayat bir ritimdir. Her şey birbiri ile derin ve mükemmel bir ilişki içindedir. İnsan, güneş, yıldızlar… Bilgi içinde yaşadığımız evrenin bize sunduğu bir şeydir.

Gazeteci: Bir Budist rahibin veya Taoist birinin sözleri gibi söylediğiniz şeyler.

Tesla: Evet! Bu gibi öğretilerin içinde evrenin bazı sırları gizli. Hakikat daima insanoğlunu büyülemiştir.

Gazeteci: Peki sizin için elektrik neyi ifade ediyor?

Tesla: Her şey elektriktir. İlk önce ışık, evreni temsil eden sonsuz biçim! Siyah ise ışığın gerçek yüzü. Tabi ki biz bunu göremiyoruz.

Gazeteci: Bay Tesla, elektriği fazla abartmıyormusunuz?

Tesla: Ben elektriğim, isterseniz elektriğin insan kılığına bürünmüş şekliyim diyebilirim. Siz de öylesiniz, henüz fark etmemişsiniz.

Gazeteci: Peki bir milyon volt eletriği geçirebilir misiniz?

Tesla: İnsan bedeni büyük miktarda enerjiden meydana gelmiştir. Beynimiz baştan sona elektrikle çalışıyor. Günün birinde bunun gerçekleştiğini göreceğiz.

Gazeteci: Otel yönetimi yaşadığınız bu otel odasında hava şimşekliyken sürekli biriyle konuştuğunuzu söylüyorlar doğru mu?

Tesla: Evet, şimşekler ve yıldırımlarla konuşuyorum.

Gazeteci: Nasıl yani?

Tesla: Çoğunlukla ana dilimde konuşurum.

Gazeteci: Okuyucularımız bu sözlerinizi duyunca çok şaşıracaklar.

Tesla: Şimşek ve yıldırımlar doğanın en güçlü ve parlak güçleri. O kadar şiirseller ki.

Gazeteci: Peki madde nedir?

Tesla: Bak, nasıl da gözlerin parladı. Benim bilmek istediğim şey yıldızlar söndüklerinde ne olduğu. Bir yıldız söndükten sonra oluşan şey ne. İşte o zaman maddeyi ve evrenin sırlarını anlamaya başlayabileğiz.

Gazeteci: Peki ya sonra ne olacak.

Tesla: Tanrı bize gülecek ve bizi tutuklatacak (Tesla bunları söylerken gülüyor..).

Gazeteci: Bu anlattıklarınız yazılarınızda “kozmik acı” diye sıklıkla bahsettiğinizin tam tersi değil mi?

Tesla: Hayır, çünkü biz hala Dünya’da yaşıyoruz. Birçok insanın farkında olmadığı bir hastalığı var. Bu nedenle birçok başka hastalık, acı, kötülük, sefalet ve savaşlar var. Bu hastalık tamamen tedavi edilebilir gibi değil, ancak farkında olmak yaşadığımız kötülükleri kontrol altına alabilmemizi sağlar. Yakın hissettiğim insanların acılarını bazen bedenimde hissediyorum. Bunun temel nedeni vücutlarımızın benzer maddeden yapılmış olması ve ruhlarımızın birbiri ile ilişkili olması. Bir yıldızın yok olmasının görüntüsü, bizi hayal edebileceğimizden daha çok etkiliyor. Dünyadaki yaratıklar arasındaki ilişkiler farkında olduğumuzdan bile fazla. Daha iyi bir gelecek için öğrenmemiz gereken çok şey var.

Nikola Tesla tarafından keşfedilen ve ismini buradan alan bobine verilen addır. Tesla bobini, yüksek gerilim üretebilen bir bobin çeşiti olarak bilinir. Zaten daha önceden bobin nedir? başlıklı yazıda bobinlerin genel amacının gerilim yükseltmek olduğunu belirtmiştim. Fakat Tesla bobini, diğer bobinlere göre çok daha yüksek voltaj üretmektedir. Tesla bobini, 1890 yılında Nikola Tesla’nın patent başvurusu ile bilimsel açıdan önem kazanmıştır. Bu başvuruda elektrik dönüştürücü yada indüksiyon cihazı başlığı ile sunmuştur.
Elektriğin elektromanyetik bir dalga olduğunun ispatlanmasından sonra Tesla yüksek frekanslı elektrik dalgaları üretilebileceğine inanıyordu. Bu amaç için yaptığı deneyler sonrasında yüksek frekanslı elektrik dalgaları üretmeyi başardığı gibi oldukça yüksek gerilim değerlerine de ulaşmayı başarması ile birlikte elektrik alanında özellikle de sanayi alanında çok büyük değişimlerin temelini atmış oldu.
Şimdi bu yazı ile Tesla bobini, özellikleri, çalışma yapısı ve önemi gibi konular üzerinde paylaşımlarda bulunacağım.

Tesla Bobini Tarihi ve Amacı

Tesla, yaptığı bu bobinle elektrik akımını kablosuz bir şekilde iletmek istiyordu. Bunu başarabilmek için ise evrendeki en büyük iletken olan yer küreyi kullanıyordu. Bilimsel olarak bilinen en büyük gerçek olan “var olan enerji yok olamaz” ilkesi ile yer küreye elektrik enerjisi yükleyerek bir yerden bir başka yere kablosuz transferini yapılabileceğini biliyordu.
Dünya üzerinde toprağa aktarılan bir enerji, akımın gücüne göre yayılarak yansıma özelliği gösterir. Bundan dolayı Tesla çok küçük akım kaynaklarını çok yüksek seviyelere çıkararak yansıma özelliği ile taşımaya çalışıyordu. Tesla kablosuz elektrik iletiminde kısmen başarılı olmayı başarmış olsa da çok fazla ileri gidememiştir. Fakat bu bobin deneyi ile yüksek frekans ve yüksek gerilim elde etmesi ile sanayi alanında oldukça büyük bir devrimin öncülüğünü etmiş oldu.
Ayrıca Tesla’nın kablosuz elektrik deneyleri ile flüoresan lamba, neon aydınlatma, röntgen ışınları gibi buluşlarının temeli olarak kabul edilir.

Tesla Bobini İç Yapısı

Eğer bir Tesla bobini tasarlamak istiyorsanız ihtiyacınız olan malzemelerden biri elektrostatik enerjiyi depolamak için kapasitör (Kondansatör) ve elektromanyetik enerji depolamak içinse bobindir. Birde yüksek gerilim değerlerine ulaşabilecek bir transformatör (trafo) temin etmeniz gerekiyor.

Tesla Bobini Kısımları

Yüksek Gerilim Trafosu: Bu trafo yüksek gerilim elde ederek kondansatörü şarj etmek için kullanılır. Bu trafo 220V değerindeki ev şebeke gerilimini 10 binlerce volt yüksekliğe çıkardıktan sonra yüksek gerilim kondansatörünü şarj eder. Bu trafo demir nüveli normal bir bobindir.
Birincil Bobin: Bu bobin kalın bir telden az sayıda sarım ile elde edilir. Toroid olarak isimlendirilen küresel (boru şeklinde) bir metalin üzerine sarılmış ikincil bobinin etrafında yer alarak havayı nüve olarak kullanır ve ortaya hava nüveli ikinci bir bobin çıkmış olur.
İkincil Bobin: Birincil bobinin aksine ince bir telden çok sayıda sarım yapılarak elde edilebilir. İkincil bobin toroid denilen küresel borunun üzerine sarılar.
Toroid: Bu isim Tesla bobini içerisindeki boruya verilen genel isimdir. Metal bir element olması gerekir ve genellikle alüminyum tercih edilir. Kıvılcımların oluşmasına neden olan ana parça toroiddir.

Tesla Bobini Nasıl Çalışır?

İlk olarak deney sisteminde bulunan yüksek gerilim trafosu kondansatörü şarj eder. Bu sistem sayesiyle kondansatör ve bobin arasında rezonans frekansında salınım gerçekleşmeye başlar. Bu salınımı kullanarak yüksek frekanslı akım elde edilir. Bu yüksek frekanslı akımın çevirme oranını yüksek tutulursa daha yüksek gerilim elde edilir. Bu bobinin ana amacı elektriğin kablosuz iletilmesi olduğundan Tesla, deney bobinleri için nüveyi hava olarak seçmiştir.
Temel çalışma prensibinden bahsedecek olursak ise Yüksek gerilim trafosu kondansatörü şarj ettikten sonra birincil bobine seri olarak bağlanmış olan kondansatör birincil bobini binlerce volt değerlerine kadar yükler. Bu yükleme sonucunda oluşan manyetik alanın etkisi ile ikincil bobinde yüksek gerilim değerlerine ulaşır. İkincil bobinin sarılı olduğu toroid ile toprak arasında zıt kutuplaşma meydana gelir. Bu meydana gelen zıt kutuplaşmanın etkisi ile ortaya kıvılcım çıkar. İkincil bobinde elde edilen gerilim değerine göre bu kıvılcımların şiddeti de artar.
tesla-bobini-deneyi

Tesla Bobininin Önemi

Tesla bobinini önemli kılan pek çok etken olsa da bunlar içinde iki farklı öneminden bahsetmek gerekir. Birincisi, kablosuz elektrik için yapılan ilk bilimsel çalışmadır. İkincisi, Alternatif akımın temellerini Tesla bu bobin deneyleri sonucunda atmıştır. Doğru akıma nazaran çok daha fazla avantaja sahip olan bu akım modeli başta sanayide ve evlerimizde kullanılmaktadır.
Ayrıca yazının başında bahsettiğim gibi flüoresan lamba ile alternatif akım ile aydınlatma yolunu göstermiş ve röntgen ışıkları ile sağlık sektöründe çığır aşmıştır.
Özetlersem,Bir kişinin kablosuz elektrik iletimi hayali ile başlayan deneyler sonucu ortaya tüm bu önemli icatlar çıkmıştır.
Burada anlattığım deneyi ben uygulamadığım için çok fazla derinlere inemedim. Fakat internette bu deneyleri yapmış pek çok kişinin kaynakları mevcuttur. Hatta bu deneyin uygulamasını anlatan en güzel yazının bu linkteki yazı olduğunu düşünmekteyim. İngilizce bir kaynak olsa da resimleri, videosu ve anlatımı ile bu deneyi yapmak isteyenler için çok iyi bir kaynak olacağını ummaktayım.