29 Ağustos 2017 Salı

Melkonyanlarin Hayat hikayesi ve tanidiklarimiz


Bizim, yani Melkonyanlarin kökeni Izmit’in BAHÇECIK Kasabasindan (1900 lerde Bahçecik Köy imis) gelmedir. (Bahçecigin Ermeni Köyü olmasindan Ermenice adi BARDIZAG’tir)
Birinci Dünya savasinda babam Çanakkalede General Liman von Sandrs'in kumandasi altinda  sihhiye askeri olarak savasirken, annesi, babasi ve kizkardesi 1915 te Suriyedeki Der Ez Zor Çöllerine sürgün edilirler. Annemi, annesi ve babasi ile Köydeki bir Müslüman Türk ailesi kendi evlerinde sakladiklarindan, onlar sürgünden kurtulurlar.
Babam savas sonrasi Bahçeciðe babasinin evine geri döndügünde, orada Müslüman Türklerin oturdugunu görür, onu eve sokmayip sokakta birakirlar. Annemin ailesini sakliyan Müslüman Türk ailesi babami evlerine alir. Böylece babam annemle evlenerek, hepberaber Tekirdagina giderler. Orada abim Vartan dogar. Istanbulda akrabalari oldugunu ögrenen babam, ailesi ile Istanbula tasinir. Babam akrabalarinin (Hagop ve Harutyun Maviyan'in) Kasap dükkâninda çalisarak birktirdigi para ile tahminen 1926 yilinda Büyükadaya tasinarak orada bir araba ve iki beygir satin alarak, Faytonculuða baslar.
Büyükadaya ilk tasindiklari ve ayni zamanda 17. Þubat 1929 da dogdugum ev, Aydogdu sokaginda ve Düzenli sokagina girmeden soldaki arsa içindeki bir ev imis. Oradan Lala Hatun sokagina, yani Aydogdu sokagi ile Lala Hatun sokaginin kösesindeki eve tasinmislar, (iskele tarafindan gelirken sola Aydoğdu sokağına saparken, sol kösedeki ev, Aydoğdunun karsi kösesindeki evde ise Saat Meydaninda ve Börekçi ve ayni zamanda firinda yemek pisiren firin ile arabacilarin kahvesinin arasinda SARANDI bakkallinin sahibi, bir Ermeni ailesi oturuyordu, onlarin iki oglu vardi küçügün adi Kurken büyügünkü ise Nubar idi. Nubar iskeledeki Tuvaletlerin bulundugu sokagin içinde ve Tuvaletlerin karsisinda ilk Gazoz imalâthanesini kurmustu. 1941 yillarinda ilkokul ögrenicileri, ögretmen Behice Durudogan ile gazoz imalâthanesini ziyaret etmistik. Onlarin Lalahatundaki komsulari da Kaptan Mekki idiler. Melkonyanlar, sonradan Temenna sokagi ile Aydogdu sokagının kösesindeki eve tasinmislar, ben bu evi iyi hatirliyorum. Komsularimizin hemen hemen hepsi Rum Ortodox idiler. Oturdugumuz evin bitisiginde ve onlarin yanindaki evdeMüslüman Türk aileleri oturuyorlardý. Sonraki evlerde ise hep Rum aileleri oturuyordu. Temenna sokaginin Kolbasi sokagi ile birlestigi yerde (karsisi San Pacifiko Kilisesinin duvari)büyük bir bahçe içerisinde terzilikle mesgul bir Rum ailesi, onun yaninda Temenna sokaginin basladigi yerde soldaki ilk evde Müjgân adinda bir kizlari olan bir Müslüman Türk, yüzbasi ailesi oturuyordu. Onlarin yanindaki evde ve yanlarindaki evlerde biribirleri ile akraba olan Rum aileleri oturuyorlardi. Yukari dogru solda iki ev arasinda bir bosluk vardi ve bu boslukta bir at ahiri vardi, burada Tanasi ve Andoni adlarında iki çocukları olan arabacı Koço ailesi oturuyordu. Iki erkek çocuklari da her  aksam babalarina ahirda yardim ederlerdi. Bu arsanin hemen bitisiginde Ermeni kökenli Zührevi hastalıklar doktoru Dr. Horhoruni (Berksoy) oturuyordu. Iki oglu vardi o ailenin, büyügün adi Vigen ve küçüðün adi da Kegares idi. Onlarin bitisiginde de adi Foti olan bir erkek kardesleri ile Kalamaras soyadını taşıyan üç Rum kizi oturuyordu. En büyükleri Marika, onun küçügü Froso ve en küçüklerinin adi da Anna idi. Froso Kinali adadan Vahag adında bir Ermeni kuyumcu ile, Anna ise Kumsalda oturan Dimitri adinda bir elektrikçi ustasi ile evlendi. Anna sonralari esi ile birlikte Almanyaya geldi fakat sonralari tekrar Türkiyeye dönmek istediklerini duydum. Aydogdu sokagindaki yanibasimizdaki komþumuz olan ve Çinar Caddesinde karakola giderken sol tarafta karakola tahminen 30 metre mesafede, Kunduraci sisman Agopun dükkâninin yaninda, kuyu açan ve her türlü demir islerini yapan bir dükkân sahibi olan Franguliler oturuyorlardi. Franguliler Hristiyan Rum Katolik idiler ve daima San Pacifiko Kilisesine giderlerdi. Üc kiz ve iki erkek kardes idiler. Büyük kardesleri kuyu islerine bakan çok iyi bir ustaydi, hatta bos vakitlerinde buharla çalisan küçük lokomotifler bile imal ederdi. Lokomotifleri evlerinde çalistirdiginda merakla seyrederdik. Kardesi Emilinin ne is yaptigini hatirlamiyorum amma Homoseksuel oldugunu biliyorum. Frangulilerin karsisindaki evde kocasinin adi Migirdiç olan, Madam Norma, bir Ermeni ailesi ve onlarin üst tarafindaki komsulari da Pepo Kalfa adindaki Yunan uyruklu ve Katolik olan, bir duvarci otururdu.Ermeni ailesinin alt yanlarindaki iki komsulari ise (bizim evin karsisindakiler) yine Ortodoks Rum idiler ve onlardan biri kömürcülük yapardı. Bu kömürcü, insanlar öldükten sonra hayvan olarak tekrar dünyaya geleceklerine inanir ve esek olarak dünyaya gelmek istemedigini de açiktan açiga bagirarak söylerdi. Çok sarhos oldugundan biz küçükler, onun arkasindan bagýrarak onu kizdirirdik. Annemin deyisine göre, küçüklüğümde sokakta oynarken, agliyarak eve gider, „benimle oynamiyorlar“ diye anneme sikâyet edermisim (Rumca bilmediðimden). Annem de disari çikarak Anna adindaki kiza beni de oyunlarina almalari için rica edermis. Böylece Rumcayi sokakta, Ermeniceyi evde ve Türkçeyi de ana lisanim olarak öðrenmis oldum.
Ilkokulu Büyükada Ýlkokulunda bitirdim. Birinci siniftan itibaren Alaettin Karsanla ayni sirada yanyana oturduk. Alaettin Karsan Çarkifelek sokaginda, Aydogdu sokagindaki soldaki köse evinin hemen yaninda, simdiki hastahanenin karsisinda oturuyordu. Hayvan beslemeyi çok seviyorlardi. Hatirladigim kadar keçileri ve ördekleri vardi. Hatta ördeklerinden biri hep uçar ve Temenna sokagina kadar gelirdi. Alaettinin kaç kez ördeginin pesinden kostugunu halâ hatirliyorum. Alaettinlerin önündeki bos arsada, (Karanfil çayirinda) top oynardik. 
Yaz aylarinda oraya cambazlar gelir (Rifat Telgezer) ve her aksam matine yaparlardi. Bir kaç yil sonra bu cambazlar çayirin sonlarina Hristosa cikan tarafta, simdiki Seferoglu Otelinin ön tarafindaki yere tasindilar, ve orada hem telin üstünde cambazlik yapiyor ve hem de tiyatro oyniyorlardi. Çok iyi hatirliyorum Otello’yu oynadiklarini, Rifat Telgezerin kendisi Otello rolunu, esi de Destemonna’yi oynuyordu.
O yillarda bazi günler okuldan sonra veya Cumaertesi ve Pazar günleri, abimin pastaciligi ögrenip kalfa oldugu Artinin pastahanesine gider (daha sonralari Madam Ortans'in ve Mundi'nin Pastahanesi) onlara yardim eder ve karnimi da pasta ile doyururdum. 
Bu Pastahane Ankara Palas’ın (şimdik Prens oteli) altında, vapur iskelesinden Saat Kulesine dogru çikarken sagda tuvaletlere giden yolun üst köşesindeki, sahibi Rum olan pastahanenin yanindaki ufak Pastahane idi. Artin usta vefat ettikten sonra, Pastahaneyi esi Madam Ortanz çalistirmaya devam etti. Son yillarda ise, Saat Meydaninin karsi tarafindaki börek firininda çalismakta olan Mundiyi ortak olarak yanina alip bu pastahaneyi, vefat edene kadar çalistirdi. Madam Ortanz kasada oturur pastalarin parasinin ödenmesine dikkat ederdi. Dükkânda dört masa vardi, isteyen oturup yerdi, isteyen de kâgida sarili pastayi alip disarida dolasarak yerdi.
Annem beni mutlaka Ermeni okuluna göndermek istiyordu ama en yakinimizdaki Ermeni okulu Kinalýadada idi, küçük yasta beni oraya vapurla göndermediler, bu nedenle Ermenice okumam yazmam yoktu. Beni Ermeni lisesine göndermek istediklerinden Ermenice okumam gerekiyordu. Ben dördüncü sinifta iken annem bana evde Ermenice okumayi ve yazmayi ögretti. Bildigime göre Bahçecikte Amerikan Koleji (Robert Kollege) bile varmis, demekki annem orada çok sey ögrenmis ki bana Ermenice okuma yazmayi ögretebildi.
Ilkokulu bitirince evvela Pangaltidaki Mhitaryan lisesinde okudum. Orasi uzak oldugu için Galatadaki Getronagan lisesine geçtim. Orada ortayi bitirdikten sonra iki yil liseye devam ettim amma bitirmeden okuldan ayrilip is hayatina atildim. Ilk basta Adali Istamatta Garbis ile birlikte çalistim sonra Ýstanbulda bir vantilator imalathanesinde ise basladim.
Büyükadada iken Ismail Özyilmazla çayirlarda ve Tepeköyde kaleci olarak top oynardim. O zamanlar Büyükada Takiminda Kaleci Minnos vardi. Sonralari kendime bir ferdi spor aradim ve Boksu seçtim.
Evvelâ Sisli kulübünde boksa basladim. Büyükadada Karakolunun karsisinda, şimdiki Lido tesisleri, denize inen yerde eski harabeler vardi orada dörtköse Ringe benzeyen etrafi demir parmakliklarla çevrili bir tarasa vardi Pazar günleri Yervant Kabeyanla orada antreneman yapardik.
Askerlik görevime 1949 da Karadeniz Ereglisinde basladim. Üç ay egitim gördükten sonra Ankaya gönderildim. Orada Levazim bölügünde hem Tamirhanede çalisir ve hemde bölügün yaziciligini yapardim.
Bölügümüz istasyonda oldugundan stadyoma yakindik. Ben hergün stadyoma gider boks antrenemani yapardim. Yüzbasim Mustafa Atakani Atatürkün bir evlatligi idi ve bana Fahri derdi. Boks yaptigimi ögrenince bana daha fazla ilgi gösterdi ve ben de antrenemanlarimla çok ilerleyip orada 60 kiloda, ilk olarak ordu ve sonra da Ankara Boks þampiyonu oldum. Ankara Istanbul karşılaşmasında Ankarayı temsil ederek, Boks hayatimda bir çok muvaffakiyetler kazandim.
Terhisimden sonra Istanbulda Elektrik kulübüne girdim ve orada da çok muvaffak oldum. 1953 yilinda Istanbul ikincisi oldugum halde, Türkiye sampiyonasina beni Ankaraya gönderdiler. Orada da kendimi gösterek rakiplerimi yenip 63,5 kiloda Türkiye Boks sampiyonu oldum. Istanbulda 1954 yilinda Istanbul þampiyonu oldum fakat Türkiye Sampiyonasina gidemedim çünkü Garbis Zakaryanla yaptigim bir antrenemanda gözümün arkasýnda bir beyin kanamasi geçirdim ve böylece Boks hayatima veda etmis oldum.Tehlikeyi atlattiktan sonra aksamlari Kulübe gidip antreneman yapanlari seyreder onlara yardim etmeye çalisirdim.
Hayatimin gidisatini 6/7 Eylül 1955 tarihi oldu. Aksam bir kaç arkadasla kulüpten ayrilip Taksime çiktigimizda, caddenin üstü dükkânlardan disari atilan esyalarla dolu idi, yürüyecek yer yoktu, halk çilginlasmis bir durumda idi, vitrinleri kiriyor, dükkânlarin içine girip herseyi sokaga atiyorlardi.
Gerisini yazmama gerek yok, o günleri bütün dünya izledi. Ertesi günü ise Ýstanbulda oturan bir Rum asilli tanidigim bana, geçen geceki yasamis olduðu olaylari, 30 kisinin evine girdigini ve yasli annesi ile esine yapilanlari anlatinca, aklima Hitlerin 1938 yilinda bir gece Yahudilere yaptiklari aklima geldi.
Bu nedenle dis ülkelere çikmaya karar verdim. Bir yil sonra Lala Hatun’da oturan Mekki’nin gemisine,bir Gemici cüzdani çikararak, binerek Ýngiltereye oradan Danirmakaya, Norveçe ve Hollandaya gittik.
Hiçbir yerde kalmam mümkün olmadi. Danimarkada ufak bir ümidim olmustu fakat o da gemideki bir olay nedeni ve benim Türk olmam nedeni ile yerine gelmedi. Olay da þöyle:
Gemi Danimarka iskelsine yanasir yanasmaz, dört Gümrük Memuru gemiye girdi. Geminin her kösesini aramaya basladilar. En son kömür dairesine girdiler ve kömürlerin arasindaki sakli sigaralari buldular.
Ne olduysa ondan sonra oldu, gemicilerin birkaçi Gümrük Memurlarina saldirarak onlari gemiden disari attilar ve silâhli kuvvet gelmeden bütün sigara paketlerini kazana atarak yaktilar.
Gümrük Memurlari ile birlikte gelen Silâhli Kuvvet Memurlari gemide hiçbir kaçak mal bulamayinca, Memurlara saldiranlari aradilar.
Bütün gemi mürettebati geminin güvertesinde Memurlar tarafindan teshis edilmeleri için toplandilar. Memurlara saldıranların teşhisine mani olunması için Atesçi, kamarot giyimi ile, kömürcü asçi giyimi ile, yani, herkes degisik kiyafetlerle güvertede toplandi. Memurlar onlara saldiranlari teshis edemeyince, Kaptana bir ültimatom verildi: Ya saldiricilari gösterirsin ya da yola çikamazsin, denildi. Kaptan da Kamarotunu saldirici olarak göstermek mecburiyetinde kaldi. Kamarot bir ay hapis cezasi yediginden bizde bir ay Danimarkada Aarhoos kentinde kaldik. Bu süre ben genç bir hemsire ile arkadaslik kurdum ve evlenip orada kalmaya karar verdim. Gelgelelim kizin babasi gazeteleri okumus ve gemicilerin yaptiklarini da ögrenince “ben kizimi Türke vermem” demezmi!
Böylece, bu olaylarla hic bir ilgim olmadigi halde, orada kalmama imkân kalmadi. Oradan Hollanda'ya gittik ve orada da bir ay kadar kaldik amma orada kalabilme imkânini bulamadim, kaçmak ta istemiyordum, niyetim hukuki yoldan bir dis ülkede kalabilmekti. Yunanistana gelince, Selânikte gemiden ayrilip iki gece oradaki Barlarda eglendikten sonra döndüm yine beni sevmiyen vatanima.
Bir yil sonra 1957 de bir tanidigimin araciligi ile simdik yasamakta oldugum Oelde’deki bir Firmada is bularak buraya geldim o yandan bu yana burada hür olarak yasiyorum. Üç çocuðum var evim barkim yerinde, her yil seyahata çikiyor ve dünyayi dolasiyorum. Asya ülkeleri hariç bütün dünyayi dolastim, son gittigimiz yer bu yil Suriye ve Ürdün seyahatimiz’di. Dönüsümüzde ise Istanbul ve Büyükadayi ziyaret etmemiz oldu. Biz her yıl Istanbula gelir ve Büyükadamızı ziyaret ederiz.
Kirvem:
Babam Faytonculugu nedeni ile Büyükadada yasiyan birçok zengini ve sosyeteyi tanimakta idi. O zamanlar Nizamda, Hamlacı sokaginda bir Villa’si olan, (sokagin sag kösesinde Con Pasanin köskü ve Köskün Nizam Caddesine bakan bir Balkonunda büyük bir kafes içinde kocaman bir papağan duruyor ve sokakta geçenlere sesleniyordu), Berç Keresteciyan oturuyordu. Yolun sag tarafinda olan Con Pasanin bahçesi denize kadar uzanan ve Trockinin üc yil yasadigi köskün bahcesine kadar uzaniyordu. Berç Keresteciyan’in köskü ise yolun sol alt taraflarindaydi ve denize kadar uzaniyordu. Denizde bir dalga kiranlari ve Sandal kulübeleri vardi. Köskün üst komsulari ise bir Fransiz bayan idi ve evinde kokulu sabun imal ediyordu. Berç Keresteciyanin esi Italyan idi ve birde Letisa Mariant adinda kizlari vardi ki biz ona Lady derdik. Iste bu kizlari ve annesi benim Vaftiz Kirvem idiler. Iki yasindayken kucaginda çekilmis bir de resmim var kizlari ile, hem de Lala Hatundaki oturduðumuz evin bahçesinde çekilen resim.
Babam her Pazar günleri Türker-Keresteciyanin esini, San Pacifiko Kilisesine götürür ve ayinden sonra onu tekrardan Nizamdaki evine götürürdü. Ben ise Kirvem oldugu için onu kilisenin önünde bekler ve elini öperdim, o da bana on kurus verirdi ki o zaman bir çocuk için çok para idi. Ben o köskü çok iyi hatirliyorum. Onlarin bir hizmetçleri bir asçilari ve bir de bahçivanlari vardi. Yemeklerine bayilirdim, firinda pisirilmis Italyan ususlu yemekleri çok güzeldi. Köskün içi ise bambaska idi. Iki adet zencinin heykeli iki üç adet çelikten yapilmis sövalye giysisi ve yerde de bir iki adet ayi ve arslan postu vardi. Bunlarin kafalari üzerinde idi ve korkunç disleri görünüyordu ki onlardan çok korkuyordum.
Büyükada Ýlkokulunda:
Ilkokulumuz Türkoglu sokaginda idi, her sabah Aydogdu sokagindan yukari çikarak Kadiyoran Caddesine girer ve sola dogru giderek, Aydogdu sokaginin sol kösesindeki bahçenin hemen bitisigindeki Telefon Santralinin yanindan yukari dogru giderek, Kadiyoran ve Yaverbey Sokagini ikiye ayiran yerde bulunan kocaman çam agacinin sagindan yukari dogru okulumuza giderdim. Okulda Alaettin Karsanla bes yil yanyana ayni sirada oturdum. Teneffüslerde erkek çocuklar, alt kata iner ve Amerikan filimlerindeki Kovboylarin kavgalarini taklit ederek birirbirimize havaya yumruk sallar ve birimiz yumruk yemis gibi yere düserdi.
Sinif ögretmenimiz Düzenli sokaginda oturan, Giritli Behice ögretmen idi, beni hiç sevmezdi, galiba Ermeni asilli oldugum için. Hayatima büyük etkisi olan bir olayi burada açiklamayi cok dogru buluyorum: Bir gün sinifta ve ders esnasinda, ya Alaettin ile tartışıyor veya onunla konusuyordum ki, Behice ögretmen beni azarlýyarak „Git Ermenistana ve orada oku“ dedi. Bu cümle halâ bana, o zamanlarda dahi bazilarinin beyinlerinde Ermeni düsmanliginin yuva kurmus oldugunu hatirlatyor.
Vapurda:
Annem bana Ermenice okuma yazmayi ögretmis oldugundan Orta ve Lise egitimimi Istanbuldaki bir Ermeni Lisesinde devam edebildim. Her sabah saat beste kalkar, kahvaltimi yapar ve Düzenli Sokagindan (o zamanlar Düzenli Sokagi ile Aydogdu Sokagini ayiran vapur gibi görünen eve tasinmistik) yürüyerek iskeleye gider oradan saat altida kalkan ve diger adalara da ugrayan vapurla Istanbula giderdim. Galata Köprüsünden Tramvayla, sonralari Tünelle yukari çikip oradan tranvayla Pangaltiya giderdim. Saat 16:00 da Mhitaryan Lisesinden çikar ve Tranvayla Galata Köprüsüne iner ve oradan Adalar vapuruna binerek Büyükadaya gelirdim. Derslerimi gayet tabii vapurda bitirir ve adada arkadaslarimla oynardim.Vapur yolculari arasinda diger adalardan da talebeler vardi. Heybeli adali bazi Müslüman Türk talebeler, ayirimci olduklarindan, Hristiyanlara (Rum ve Ermeni kökenli) takilarak onlarla kavga ederlerdi. Birgün agiz münakasasi esnasinda bunlardan biri bana su sözleri ile tehdit etti: „Seni karakola sikâyet edip Türklüge hakaret ettigini söylersem bir hafta içerde yatarsin“ dedi. Bu cümle halâ beynime islemis bir durumdadir. Orada hür yasiyamiyordum, kimse ile hür tartisamiyordum, arkamda daima bir Hançer korkusu vardi. Kendimi, ifade hürriyetinden mahrum hissediyor ve daima korku icinde yasiyordum.
Lunaparkta:
Bir Pazar günü yine Lunapark gazinosunda, benden bir iki yas büyük Müslüman Türk bir arkadasla otururken, adini su an hatirliyamadigim akadaþým bana „gel röntgencilige çikalim“ dedi. Arkadasim o zamanlar Büyükadada sivilpolis memuru idi. Adada iki tane sivil polis vardi, biri Necip Tekce, Polis Karakolunun karsisinda iskeleye giden 23 Nisan caddenin kösesinde oturuyordu, önlerinde bir de çam fistigi agaci vardi o zamanlarda. Bunlar iki veya üc kardes idiler, büyügün adi Necip ve küçügün adi da Cemil idi galiba. Cemil birzamanlar adada Pntispanya yerel gazetesini çikariyordu, sonralari ikisi de artistlige basladilar.
Iste ben de bu sivilpolis arkadasimla çamlarin arasina giderek sevisen çiftleri aramaya basladik.
Nihayet çaliliklar arasinda ve bizden 10m uzakta bir çifti sevisirken izlemeye basladik amma kiz bizi gördü ve hemen ayaga kalkinca, arkadasimda ayaga kalkti ve polis oldugunu söyliyerek beni gösterip sikâyette bulundugumu söyledi. Bu ara kiz beni tanidi,“ o Ermenidir nasil sikâyette bulunabilir“ diye bagirmaya basladi ve üzerime dahi yürüyerek bana vurmak  istedi. Kizin erkek arkadasi ve Polis arkadasim kizi ikna ettiler. Iste, Türkiyede Ermeni olarak ve hicbir hakka sahip olmadan yasamanin zorluklari arasindan ufak bir örnek.
Erkeklik:
Yil 1948, o tarihlerde Düzenli sokaginda, Aydogdu sokagi ile birlesen yerde vapur gibi bir evde oturuyorduk. Babam yazlari evin üst katini, Müslüman Türk, üç cocugu olan dul bir ögretmene kiraya veriyordu. Bir gün saçlarini daima sariya boyiyan küçük kizi Süheyla, eve gelip iskelede bir Musevi çocuðunun ona sarkintilik ettigini agliyarak söyledi. Babalari evde degildi, ben de onlarin, yasý galiba 14 olan erkek kardeþleri ile hemen iskeleye indim. Musevi çocugunu aramaya basladim. Musevi çocugu bir yilligina Israile gidip orada Polis egitimi görerek Israilde Polislik yapmis uzun boylu ve omuzlari genis bir gencti ve Istanbula da o yil geri dönmüstü.
Onu Orman lokantasinin önünde üç dört arkadasi ile gezerken durdurdum ve Süheylaya niye takildigini sorup, bir daha ona sarkintilik etmemesini kati bir lisanla söyleyince, almis olduðu egitime güvenerek beni sag eli itti, ben de ona bir sag kroseyi yüzüne yerlestirdim, o an beyaz gömlegim kan içinde kaldi. Onun sol gözkapagini yirtmis ve kasini patlatmisim. Cürmü Meshut olarak yakalanmamam için oradaki arkadaslarimin yardimi ile oradan çamlara kaçtim. Geceyi Yervant Kabeyanin o zamanlar çalismakta oldugu Çankaya Caddesindeki Fransiz Okulunun Rahibelerin bahçesindeki Semsi Mollaya bakan duvarin altindaki Kulübede geçirdim.
Ertesi günü Süheylanin babasi ile Polis Karakoluna giderek teslim oldum. Komser bana, Musevinin gözünde bir ariza olmazsa davaci olmiyacagini bildirdi. Böylece bu olay da bitmis oldu. Bir gün vapurda yaralamis oldugum Museviyi vapurda görünce yanina gittim ve geçmis olsun dileginde bulundum, öpüstük ve sonralari samimi olmadiysak ta arkadas olduk.
Kasap Zoto'nun oglu:
Kasap Zotonun oglu (adi galiba Stefo idi) bisikleti ile evlere et tasirdi. Bisiklete binmesine çok güveni vardi bu nedenle bisikletini hizla yolda gidenlerin üzerine sürüp son anda onlara çarpmadan yanlarindan geçmeyi ve onlarý korkutmaktan çok zevk alirdi. Bir gün Yervant Kabeyanla Çankaya caddesinde Nizama dogru yürüyerek tura gidiyorduk. Biz tam sucu Marikayi geçmis ve Sedefli Köskün önünde iken, yukaridan Kaymakamlik binasinin önünden yokus asagi hizla gelen Zotoyu gördük, üzerimize dogru geliyordu, tam bize yaklastigi esnada sol elimi kaldirarak kendime siper aldim. O an çok yakinimda olan Zoto, sol kolu ile elime çarptigi gibi, bisikleti ile tepe takla asfaltin üzerine yuvarlandi. Yüzü kan içinde idi. Hiçbir sey söylemeden kalkti, egrilmis olan bisikletinin didonunu düzeltti ve yoluna devam etti. Bu olaydan sonra Zotonun bir daha böyle tehlikeli sakalar yaptigini görmedim.
Çardagin çökmesi:
Bir Pazar aksami bes alti arkadas Orman meyhanesinde meze ve içkilerle zevkimizi aliyorduk, unutmadan sunu da söyliyeyim ki aramizda tek bir arkadasimiz evli olup esi ile beraber yanimizdaydi. Arkadaslarimın hepsi de Hristiyan Türk Rum Ortodox kökenli idiler.
Ziyafetimizin sonlarana dogru evli çift kalkarak eve gitmeye yola koyuldular, biz de içkimize devam ediyorduk. Aradan kisa bir süre geçtikten sonra arkadaþlardan biri, „ulan bunlar simdik sevismeye gittiler, gelin hep beraber onlari dikizliyelim“ dedi. Hepimiz masadan kalktik hesabi ödedik ve Nizama onlarin evlerine dogru yola koyulduk. Yatak odalari üst katta idi ve isiklari yaniyordu. Evlerinin önünde büyük bir çardak vardi ve üzüm salkimlari asagi sarkiyordu. Biz dört taraftan çardagin üzerine tirmanmaya basladik. Henüz pencerenin önüne varmamistik ki çardak, bukadar kisinin agirligini kaldiramayip çökmez mi. Hepimiz yere yıkıldık ve çok şükür hiçbirimiz yaralanmadan ayağa kalkıp  oradan koşarak uzaklastik. Biz oradan uzaklasirken, pencereye çikan arkadas ta „ulan köpeogullari yarin caniniza okuyacagim“ diye bagirdigini duyduk.
Yilan korkusu:
Henüz askere gitmemistim, 1949 un yaz aylarindan bir gün. Yervant Kabeyan ile birlikte Yervantin Flober tüfegini de yanimiza alarak Büyüktura çıktık. Niyetimiz kuş vurmaktı. Vuracak bir sey bulamadik amma ümidimizi kesmeden yolumuza devam ettik. Büyükadanin çöplerinin Büyükturda atilan yeri geçtikten sonra Kocayemislerin arasindan sesler gelince birseyler vururuz diye ayri yerlerden çalilarin arasina daldik. Ara, ara birþey yok, bir ara büyükce bir bosluga geldigimde bir hisirti duyup arkaya döndüm ve tahminen bes metre mesafede bir yilanin bana dogru sürtünmekte oldugunu görünce buz kesildim. Silâhi omuzladigim an yilan durdu ve kayalarin arkasindan basini yukari kaldirip bana bakmaya basladi. Silâhi zaten ona dogrulamistim ve nisan alip tüfegi atesledim. Yilan kayanin arkasinda kayboldu. Yervant ta bu ara silâh sesini duydugundan ne vurdun, diye bana bagirarak sordu. „Yervant yanima gel burada bir yilan var“ diye bagirinca Yervant çalilarin arasindan hemen yanima vardi. Ona yilanin bulundugu yeri gösterdim, o da tüfegi eline alarak o yana gitti ve gülerek „yilani vurmussun“ dedi. Tüfegin namlusu ile yilani kaldirinca birbuçuk metre uzunlugunda ve dört santim kalinliginda oldugunu gördük. Yilani tam basindan vurmusum. (Sonraki askerlik süresinde de yüz metre mesafedeki hedefimi ortadan vurduðumdan, bölügün makineli tüfegini tasima ve kullanma hakkina sahip oldum).
Gelelim yilanimiza. Biz bu vurduğum yılanı namlunun ucunda asılı olarak Asiklar yoluna kadar götürdük. Orada yolun kenarýndaki bir agaca, oradan geçenler onu canli zannedip korkmaları için, dolandırdık.
Bir kaç gün sonra Agop Çalikyanla konusur ve muhabbet ederken, „ulan geçen gün kiz arkadasimla Asiklar yolunda gezerken, agaca sarili bir yilan gördük ve korkarak yan tarafa firladik. Uzaktan baktığımızda yilanin ölü oldugunu gördük. Hergelenin biri yilani oraya sarmis“ deyince ben de kahkahayi bastim. Biz de bula bula arkadasimizi korkutmak için ölü yılanı ağaca dolamışız


Die jüngste Tochter Sirarpi, meine Mutter, der Familie Hagop (Türken sagen AGOP) und Varsenig Bogosyan, blieb mit ihren 14 Jahren bei ihren Eltern in Bahcecik-Türkei.

Während der Deportation wurden Vater, Mutter und Tochter von einer Türkischen Familie in deren Haus versteckt, deshalb sind sie nicht wie die Eltern von Harutyun (Vater) umgekommen.
Nach dem Krieg im Jahre 1919 heirateten Harutyun (mein Vater) und Sirarpi (meine Mutter) und zogen zusammen mit den Eltern von Sirarpi nach EDIRNE, ca. 60 km westlich von Istanbul. Dort wurde im Jahre 1921 Vartan, mein Bruder, geboren. Danach zogen sie nach Istanbul in den Stadtteil Pangalti. Dort arbeitete mein Vater als Metzger bei einem Verwandten in dessen Fleischerei. Nachdem er einiges Geld für eine selbstständige Tätigkeit gespart hatte, zogen sie auf die Insel BÜYÜKADA, die größte der Prinzessinseln (Kinaliada, Burgazada, Heybeliada und Büyükada),
und mein Vater wurde Fuhrunternehmer auf Büyükada. 




 
Mein Vater Harutyun und Mutter Sirarpi  
  
                    
  
 Melkonyaner und Sofuyaner 

  



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder