31 Ağustos 2014 Pazar

Muhalefet böyle basladi


Cumhurbaşkanı ile Başbakanın tek ses olabildiği dönemi görmek
de varmış demek ki kaderimizde!Ne mutlu…
Çekişme, 91 yıldır sürüyor çünkü!Cumhuriyet kuruldu…
Kurulur kurulmaz da çekişme başladı!
Malûm; İlk Cumhurbaşkanı 'Atatürk'…
İlk Başbakan 'İsmet İnönü'dür…
1936'da, yani Mustafa Kemal'in vefatından iki yıl önce, CHP Genel
Sekreteri Recep Peker, Faşizmi incelemek üzere İtalya'ya gönderildi!
Peker dönüşünde, TBMM'nin üstündeyetkili bir 'Faşist Konsey'
kurulmasını Başbakana teklif etti…
İnönü de bu kararı imzalayınca…Atatürk'ten anında itiraz geldi;
'Sayın Başvekil, yorgunluktan olsa gerek, önüne gelen her
kağıdı imzalıyor' anlamında bir
karşı çıkmayla, kararı reddetti…
Bunun üzerine İnönü de, 
'Rakısofrasından koskoca memleket
idare edilmez' yanıtını verince,
ikilinin arası soğudu!
Hatta denilebilir ki 'Buz Kesti'…
Atatürk, İnönü'yü Başbakanlık görevinden ve CHP Genel Başkan
Yardımcılığı'ndan aldı ve yerine Celal Bayar'ı atadı…
Bu olaydan sonra Atatürk, İnönü ile hiç görüşmedi…
Hatta, Atatürk'ün hastalık döneminde İnönü'nün kulağına, Dolmabahçe'ye
ziyarete giderse vurulacağı yolunda fısıltılar ulaştığı için, İnönü son iki
sene hiç ortalıklarda gözükmedi…
Böyle başladı, böyle de devam etti!

CHP seçilmeden iktidar olmayı başarmıştı. 1961’de İhtilal komitesi yeni bir anayasa yaptı. Bir yıl sonra seçimlere gidildi. Demokrat parti kapatılmış olduğundan yerine Adalet partisi kurulmuş, İnönü CHP’nin başında kalmış ; Feyzioğlu Cumhuriyetçi Köylü Millet partisini, Ekrem Alican da Yeni Türkiye  Partisini kurmuştu.Demirel İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu, bürokrasiyi bilen, iyi yetişmiş bir teknokrattı. Seçimlerde AP, oyların çoğunu aldı ancak tek başına iktidar olacak oy oranına kavuşamadığından CHP ile koalisyon yapmak zorunda kaldı. Ancak Milli Birlik Komitesi adı verilen ihtilali yapanlardan oluşan kurulCumhuriyet Senatosu denilen ikinci bir meclisi oluşturarak hükümeti devamlı kontrol altında tuttu. Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı, İnönü de başbakandı. İnönü çok yaşlanmış ve çok yıpranmıştı. Ancak Bu koalisyon yedi ay ancak dayandı. Sonra CHP, CKMP, YTP ve bağımsızlar anlaşıp hükümeti kurdular. Bu dönemde İnönü ortanın solu kavramını siyasete getirmiş ve CHP biraz sola kaymıştır. Toprak reformu girişimleriolmuş başlangıçta güneydoğudaki toprak ağalarının büyük bir kısmı tutuklanmış sonra AP ve CKMP’ye oy kaptırma korkusu ile uygulamadan vazgeçilmiştir. Demirel İnşat mühendisi olduğundan o dönemde güzel işler yapmış, barajlar, okullar, hastaneler ile memlekete hizmet etmiştir. Ancak yıllar sonra cumhurbaşkanı olmuş, Cumhurbaşkanı olduğu dönemde asıl yüzü ortaya çıkmış, aslında sağ görüşlü bir polikacı değil, sol görüşlü ulusalcı bir görüşe sahip olduğu anlaşılmıştır. Demek ki bu sefer deDEMİREL TARAFINDAN KANDIRILMIŞIM.
Öğrenci Dernekleri
61 anayasası ile üniversite öğrencilerine dernek kurma yetkisi veriyordu. Bunun için Üniversitelerde öğrenci dernekleri kuruldu. Bazı Üniversitelerde sol görüşlü, bazısında da sağ görüşlü gruplar derneği ele geçirdiler. Başlangıçta sol görüşlü öğrenciler İnönücü, sağ görüşlü öğrenciler de Demirelci idi. Birisi AP tarafından diğeri CHP tarafından desteklenip finanse ediliyorlardı. Öğrenci derneklerinin üst çatısında iki önemli öğrenci kuruluşu vardı. Birisi Milli Türk Talebe Birliği, diğeri Türkiye Milli Talebe Federasyonu idi.
Öğrenci dernekleri senede bir toplanıp bu birliklerin yöneticilerini seçerlerdi. Dünya Soğuk Savaş döneminde idi. Onun için bu iki önemli kuruluşun da bu savaşa dahil edilmesi gerekiyordu. Sonuçta Milli Türk Talebe birliği sağ görüşü yani AP’yi ve Amerika’yı; Milli Türk Talebe Federasyonu da sol görüşü yani CHP’yi ve Rusya’yı destekler oldu. (Oysa 1961’de Berlin duvarı yıkılmış, Sovyetlerin batı ile ilişkilerinde yumuşama olmuştu.) Bu iki öğrenci grubu arasında zaman zaman şiddetli çatışmalar oluyordu. Bu sağ ve sol görüşün tam karşılığını henüz anlamış değilim. Yani kimin gerçekte ne istediğini, sağ ve solun kapsadığı alanı, hangi noktalarda çatıştıklarını, hangi noktada birleştiklerini çözebilmiş değilim. Tek gözlemleyebildiğim maddi ve manevi konularda çatışıp menfaat konusunda birleşiyor oldukları. Nasıl bir şeyse, cahiliyetime verin .
İhtilalden iki yıl önce abim İmam Hatip Lisesini bitirip İstanbul Yüksek İslam Enstitüsüne girdi. Ailece bu hasrete dayanamayıp Erzurum’daki malımızı mülkümüzü satıp İstanbul’a taşındık. Koşuyolu’nda mütevazi bir apartman satın aldık. Ben lise son sınıfı Haydarpaşa lisesinde okudum. O zamanlar liselerde öyle siyasi hareketler yoktu. Zaten mütedeyyin bir aileden geldiğimden siyasete meylim de yoktu. O dönemde mütedeyyinler gerek baskılardan dolayı gerekse inançlarından dolayı dünyevi konulara pek iltifat etmezlerdi. Rahmetli babam da ailemizdeki milletvekili, tekrar seçilemeyince sanırım siyasi görüşünü değiştirmişti. Zaten babamın CHP’li olması sadece bir minnet borcu idi. Liseyi bitirince Akademiyi kazandım. O dönemde Akademi zengin çocuklarının mekanı, asortik bir okuldu. Yeni yeni Anadolu çocukları buraya kabul ediliyordu. Ben resim yapmayı çok sevdiğimden burayı seçmiştim. Ailem de  karşı çıkmamıştı. Akademinin ilk yıllarında aldığım sanat eğitimi bana çok yabancı geldi. Hayallerimdeki gibi değildi. Yapılan eğitimde hep batı sanatlarının ölçütleri kuruluyor ve sanat bunun üzerine icra ediliyordu. Hele Picasso’nun eserleri ve soyut resimler çok acayibime gidiyor ve bir türlü benimseyemiyordum. Sonraları Batılı sanatçıların bakış açısını ve değerlerini kavradım. Akademi, batıda yetişmiş, batı sanatını benimsemiş sanatçıların mekanı idi. Bense doğuda yetişmiş, dedesi hattat olan oryantalist mayaya sahip bir sanat öğrencisi idim. Bir türlü bu eğitimi tam benimseyemedim. Akademi içerisinde özellikle mimarlık bölümünde Türk sanatına meyilli hocalar ve Anadolulu gençler vardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet yönetimi neredeyse Türk sanatını yasaklamış ve sanatçıları batı sanatına yönlendirmişti. Hatta bir dönem konservatuarda  ve radyoda Türk müziği tamamen yasaklanmıştı. Akademide Türk sanatı için bir mücadele başlatmak ihtiyacı duydum ve bazı öğretmenlerimizin ve akademi talebe derneğinin desteği ile Halk Sanatları Araştırma derneğini kurduk. O dönemde sayın Rasim Cinisli ağabeyimiz Milli Türk Talebe birliği başkanı idi. Ben birliğin folklör kulubünde çeşitli yörelerin halk oyunları öğreniyor ve akademide  arkadaşlarıma halk danslarını öğretiyordum. Sonraları Dernek halk sanatları araştırmalarına girmiş, Anamas yaylalarında Yörük sanatını, Erzurum, Sivas  ve Karadeniz gezileri yapmış. Pek çok eser toplamış ve bunlarla sergiler açılmıştır. Sayın Mehmet Özbek yönetiminde halk türküleri korosu kurulmuş, pek çok konser ve halk oyunu gösterileri yapılmıştır. Kanımca bu derneğin faaliyetleri akademide halk sanatlarına karşı bir eğilim başlatmış, sonraları geleneksel el sanatları ile ilgili bölümler açılmıştır. Sonraları Akademi öğrenci derneği ile derneğimiz ters düştü. Onlar sol görüşlü, biz ise ne sağda ne solda tarağı olmayan kendini folklöre adamış gençlerdik. Öğrenci derneği önceden araştırmalarımız için para yardımında bulunuyordu, bu yardımı kesti. Artık silahlı mücadele başlatacaklarını ve bize yardım yapamayacaklarını bildirdiler. Gerçekten bir müddet sonra İsrail konsolosu Abraham Elrom’u kaçırıp öldürdüler. Kendi hayatlarını da mahvettiler. Bu sıralarda Amerikan 6. filosu boğazlara gelmiş, tüm öğrenci grupları mitingler yaparak protesto eyleminde bulunmuşlardı. Okullarda işgaller başladı. Biz de hocalarımızın teşviki ile güya öğrenci haklarının artırılması için akademiyi işgal ettik. Sonuçta Akademi statü değiştirdi. Bir gecede devletin öğretmeni olan hocalarımız Profesör ünvanını aldılar. Öğrenciye hiçbir hak sunulmadı. BİR KEZ DAHA KANDIRILDIM. O dönem Marksist-Leninist/Maocu gençler ideolojik olarak devlete baş kaldırdılar. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü ve daha pek çok üniversite genci, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusunu kurdular ve devletle silahlı çatışmaya girdiler. Bankalar soyuldu, rehinler alındı . Sonuçta üç gencimiz Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan asıldı. Yaşasalardı bu ülkenin siyasi hayatında önemli işler yapabilirlerdi. Onlar da bizim gibi  kandırılmışlardı.
chp sosyalizm enternasyonal
Deniz Gezmiş Erzurum Aşkaleli, babası ve annesi öğretmen olan bir gençti. Sosyal konumu bize çok benziyordu. O dönemde karşılaşsaydık bekli de ben de o gruba katılabilirdim . Nitekim Erzurum lisesinden bir arkadaşım İTÜ’de okurken onlara katıldı, hapislere girdi. Yıllar sonra o arkadaşımla karşılaşınca şirket kurmuş, kapitalist düzene ayak uydurmuş olduğunu görünce şaşırmıştım.
Başbakan’ın İmajı
O dönemde Süleyman Demirel de Adnan Menderes gibi asker tarafından benimsenmedi. Derin devlet devreye sokuldu, Demirel’i aşağılayıcı karikatürler, yayınlar yapılmaya başlandı. Artık basında Demirel’in ismi  ‘Çoban Sülü’ idi. Masonlukla, yolsuzluklarla suçlandı. Kardeşlerine, yeğenine ve kayınbiraderine haksız kazanç sağladığı;  hatta yeğeninin hayali ihracat yapıp haksız kazanç elde ettiği iddia edildi. Sonuçta bir kez daha kandırıldık.
Bu dönemde de devlet biraz olsun gelişmiş ve bu belli ki bazılarının işine gelmemişti. O yıllarda teknoloji bu kadar gelişmediğinden öyle telefon dinlemeleri filan yapılamıyordu. Devlet istihbaratı da MİT’in elinde idi. Mit müşteşarı daima askerlerden seçiliyor, asker ve derin yapı MİT’i istediği gibi kullanıyordu.
Demirel ve İnönü 69’da DP’li milletvekillerinin affedilip siyasi haklarının geri verilmesi için anayasa değişikliği yaptılar. Asker buna çok kızdı ve muhtıralar dönemi başladı. 1969’da seçimlere gidildi. Demirel büyük bir ekseriyetle seçimleri kazanıp tek başına iktidar oldu. Asker Demirel’i sevmemiş ve 12 mart 1971’de  bir muhtıra ile şapkasını alıp başbakanlıktan ayrılmasını sağlamıştı. 26 mart’ta Nihat Erim teknokrat  hükümeti kurulmuş, Türkiye’nin kalkınması durdurulmuştu. Bu dönemde demokrasinin üzerine şal örtülmüş, ülkede insan avı başlamıştı.
İnönü’nün vefatından sonra 1972’de CHP’nin başına Karaoğlan Bülent Ecevit geçmiş; söylemleri ile dindarları rahatlatmıştı. Kasketi, duruşu ve dürüstlüğü ile halkın teveccühünü kazanmıştı. 1970’de milli nizam partisi Necmettin Erbakan tarafından kurulmuş ancak milli görüşü benimsediğinden aynı yıl kapatılmıştı. 1973’de Erbakan milli selamet partisini kurup 48 milletvekili ile meclise girmişti. Ecevit 1. Parti olmuş, 185 milletvekili çıkarmış, ancak hükümeti kurmak için yeterli milletvekili sayısına ulaşamadığı için CHP ve MSP koalisyon kurmuştu. O sırada Kıbrısta Makariyos başkanlığında Türk kıyımı yapılmış ve Türkiye müdahale etmek zorunda kalmıştı. Başarılı bir Kıbrıs çıkarması yapılmış ancak iki lider arasında Kıbrıs fatihi kim kavgası çıkmış ve koalisyon bozulmuştu.
Cumhurbaşkanlığı Krizi
Bu dönem Cumhurbaşkanlığı krizlerinin yaşandığı bir dönemdi. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Cumhurbaşkanları hep asker kökenli olmuş, bu makam sivillere zinhar bırakılmamıştı. Ecevit’le asker arasında o dönemde cumhurbaşkanlığı konusunda ihtilaf yaşanmış ve Ecevit hükümetine muhtıra verilmişti. Ecevit muhtırayı sert bir şekilde kınamış, Derin devlete ve askere ilk defa kafa tutulmuştur.
O yıllar derin devletin (gladyonun) ihtilale zemin hazırlamak için çeşitli oyunlar hazırladığı bir dönemdi. Ecevit ve Demirel’in sert kavgalarından yaralanan gladyo bütün kurumları sağcı-solcu kavgasına sürüklemiş, Üniversiteler karıştırılmış, hergün ölüm haberleri gelmeye başlamıştı. Kavgalar liselere sıçramış, kurtarılmış bölgeler ilan edilmiş, bir semt sağcıların diğer semt solcuların hakimiyetine girmişti. O dönemde ben Ankara’da Emek mahallesinde oturuyordum. Oturduğum semt sağcıların, Bahçelievler solcuların hakimiyetinde idi. Bahçelievler’e çekinerek giderdik. Polis de iki gruba ayrılmıştı. Sağcı polisler sağcı gençlere, solcu polisler solcu gençlere yardım ediyor, istihbari bilgi sağlıyor ve ölümlerin artmasında maşa oluyorlardı. Hükümette Adalet partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi koalisyonu vardı. Bu sayede Bütün devlet kademeleri, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı kadroları MHP’nin eline geçmişti.
Ben o zamanlar Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir yüksek okulda öğretmenlik yapıyordum. Okulda her gün sağcı ve solcu öğrenciler arasında sert kavgalar yaşanıyordu. Okul üç sefer bombalandı. Okul müdürünün gözü önünde solcu bir genci sağcı öğrenciler öldüresiye dövdüler. Polis soruşturmasında müdür bey hiçbir şey görmediğini söyledi. O zaman bu işlerde bir bityeniği olduğunu anladım. Okulda eğitim sırasında zaman zaman kavgalar olurdu. Kavgaya karışmayan öğrencileri sınıfıma alır ve onları korurdum. Bu MHP’li militan öğrencileri çok kızdırdı. Bir tanesi derste benim mezarımın resmini çizdi. O zamanlar okulda ikili eğitim vardı Hem gündüz hem gece eğitimi yapılıyordu. Özellikle gece eğitimi çıkışında eve korkarak gidiyordum. MEB’de tanıdığım, zamanında kendisine iyilik yaptığım bunların obabaşı’sı olan bir arkadaşım vardı, ona durumu anlattım. O da okula gelip bunlarla konuştu ve o günden sonra aynı öğrenciler beni görünce elpençe divan durmaya başladılar.

.
… E-kitap okumak için…
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. [...] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder