LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
lorasari@agos.com.tr
9 Mayıs’ta başlayan 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında ‘İki Adam, İki Dünya, Tek Sahne: Muhsin Ertuğrul ve Vahram Papazyan’ başlıklı bir etkinlik düzenlendi. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) ve Berberyan Kumpanyası’nı bir araya getiren, Papazyan ve Ertuğrul’un dostluğunu odağına alan ‘Muhsin ve Vahram’ isimli yarım saatlik gösterinin ardından, konuşmacılar Boğos Levon Zekiyan, Ayşegül Çelik ve Artsvi Bakhchinyan dinleyicilere, Türkiyeli bu iki ustanın sanatını ve onların tiyatro sahnesinde kesişen hayatlarını anlattı. ‘Muhsin ve Vahram’ oyunun yazarı, aynı zamanda oyunda Muhsin Ertuğrul’un yaşlılık yıllarını canlandıran Fırat Güllü’nün de dediği üzere, internette Vahram Papazyan adını arattığımızda karşımıza, Osmanlı’nın olimpiyatlara ilk yolladığı atlet olarak tarihe geçen diğer Vahram Papazyan çıkıyor. Halbuki aktör Vahram Papazyan’ın maceralarla dolu hayatına, sanatına ve icraatlarına bakıldığında, onun hakkında bu kadar az bilgiye sahip olduğuna üzülüyor insan. Biz de, bu etkinlik vesilesiyle daha yakından tanıma olanağı bulduğumuz Vahram Papazyan’ın yaşamını aktararak, sizi de ilerde onu geç tanımış olmanın yaratabileceği muhtemel elemlerden, haddimiz olmayarak kurtaralım istedik. Buyrunuz…
Sovyetler Birliği’nin en iyi Shakespeare yorumcusu olarak anılan Vahram Papazyan, 1888'de İstanbul’da doğdu. Orta halli bir aileden gelen Papazyan’ın babası Pera’nın ütücülük yaptığını kaynaklardan öğreniyoruz ancak annesiyle ilgili bir bilgiye ulaşmak mümkün değil. Öte yandan Papazyan’ın İtalyan, eski bir balerin olan bir süt annesi olduğu biliniyor. Yaramaz bir çocuk olduğu söylenen Papazyan’ı durdurabilmenin yolu, ona sürekli hikâye veya masal anlatmaktan geçerken, küçük aktör kendi kendini sakinleştirmenin çaresini de yoldan geçenlere gösteriler hazırlamakta bulur. ‘Adam olacak çocuk’ diye başlayan malum atasözünün de işaret ettiği gibi, küçük yaşlardan itibaren sahnelere atılmak istediğini belli eden Papazyan, her büyük sanatçı gibi hedefine ulaşmak için epey çaba gösterir. Doktor olmasını isteyen ve aktör olmasına kesinlikle karşı çıkan babası hatta sülalesindeki hiçbir fert, 20. yüzyılın en önemli trajedyeni olarak görülecek gencin önüne geçemez. Vahram, François Coppée’nin ‘Demircilerin Grevi’ adlı şiirini okuyup, İtalyan Büyükelçisi tarafından ödüllendirildiğinde henüz ‘kara ve sevimli’ bir çocuktur. Üstelik ‘Demircilerin Grevi’ dendiğinde, bu şiire ses vermesiyle hemen akıllara gelen genç Ermeni tiyatrocu Yenovk Şahen, ilerde Papazyan’ın hem iş arkadaşı, hem de en yakın dostlarından biri olacaktır. 1915’te Şahen için sahne perdesi sonsuza dek kapanırken, ondan daha şanslı olarak Odessa’ya kaçan Papazyan, kendini Sovyetler Birliği’nin demir perdesinin arkasında bulacaktır.
Aforoz edilmiş Vahram
Oyuncu 1908'de İstanbul’a döndükten hemen bir ay sonra II. Meşrutiyet ilan edilir. Aynı yaz, 1896'da Osmanlı Bankası baskınının ardından yaşanan pogrom sonucunda hayatını kaybeden Ermeniler için, Şişli Mezarlığı’nda düzenlenen mitingde Papazyan, Tanyel Varujan’ın 1896’daki kıyımı anlattığı şiiri ‘Çart’ı (Kıyım) okur. Abdülhamid’in baskı rejimi sırasında zora giren ve kapanan Ermenice tiyatronun II. Meşrutiyet’le özgürlüğüne kavuşması, Papazyan’ın da İstanbul sahnelerine girmesi demektir.Biz şimdilik Papazyan’ın çocukluğuna dönelim…1902’de Esayan Okulu’ndan mezun olduktan sonra, Moda’daki Mıhitaryan Okulu’nda öğrenim görmeye başlayan oyuncu, 1905'te din adamı olması için Venedik’e yollanır ancak bu çaba onun ancak ‘aforoz edilmiş Vahram’ lakabını almasına sebep olur. Murat Rafaelyan Koleji’nde sadece üç ay kalabilen oyuncu, rivayete göre bir gece tiyatroya gitmek için okuldan kaçar ve o günden sonra tiyatroda kalır. İtalya ve Fransa’da aldığı tiyatro eğitiminin yanında çeşitli tiyatro gruplarıyla birlikte sahneye de çıkar. İtalyan oyun yazarı ve oyuncu Ermete Novelli’nin öğrencisi de olan Papazyan, onun kurduğu Comédie Française’in oyunlarında da yer alır. Onun için “Eğer İtalya’da kalırsa, tiyatromuzun yıldızı olacaktır” gibi cümleler kurulurken, Papazyan’ın gözlerinin nâma ‘Kutsal Sarah’ ismiyle de tanınan sahnelerin ve sessiz filmlerin belki de en önemli aktrisi Sarah Bernhardt’a kadar gider. Bernhardt, Papazyan’ın gözlerini övmekle bitiremez.
‘Kocaman gözleri 40 aktöre bedel’
Abdülhamid, nam-ı diğer Kızıl Sultan'ın kendisine karşıt olduğu için Mısır’a sürdüğü Osmanlı aydını Abdullah Cevdet’in, sürgün yıllarında yaptığı Hamlet çevirisi, şimdilerde Sinepop Sineması’nın olduğu binada bulunan meşhur Odeon Tiyatrosu’nda 1911'de sahnelendiğinde, izleyiciler oyunun başrolünde izledikleri Vahram Papazyan ile nihayet tanışır. Papazyan sadece Hamlet rolüne can vermekle kalmamış, aynı zamanda Hamlet’in İstanbul’da Türkçe çevirisiyle bir prodüksiyonunu sahneleme fikrini de bizzat ortaya atmıştır. Hâlbuki bugüne kadar Osmanlı tiyatrosunun Hamlet rolünde görmeye alışık olduğu insan, bir diğer önemli Ermeni tiyatro oyuncusu Bedros Atamyan’dır. Hal böyle olunca, Ermeni entelijansiyası da ister istemez Papazyan’ı Atamyan’a benzetmeye, onunla mukayese etmeye başlar. İzleyici Papazyan’ı izlerken sanki karşılarında, henüz üç yaşındayken hayatını kaybeden Atamyan'ı bulur. Atamyan âdeta Papazyan'ın suretinde dirilir.
Hamlet’te papaz rolünde yer alan V. Felekyan, Papazyan için; “Onun kocaman gözleri bile 40 aktöre bedeldir. O belli bir yaşa kadar Atamyan kadar güzel değildi, fakat daha sonra birden bire göze çarpmaya ve giderek parlamaya başladı. Olimpia güzelliğine sahipti. Yunan heykelleri gibi…” der. Papazyan’ın Atamyan’dan tek farkı, sonradan açan bir çiçek olması değildir sadece. Atamyan’ın içindeki meleğin, içindeki şeytandan daha güçlü olduğu söylenir, Papazyan’da ise tam tersi. Nişan Beşiktaşlıyan da anılarında Atamyan ile Papazyan’ı karşı karşıya getirir: “Hamlet ve Othello; biri dağın üzerinde Shakespeare’in büyüklüğüne bakarken, diğeri bu büyüklüğe içerden şahit olurdu. Birincisi Hıristiyandı, ikincisi putperest. Atamyan, Shakespeare’in dağının yüksekliğine huşuyla yaklaşır. Bir yapboz gibi duran dağa uzanmaya çalışır ve dağın labirentlerini vicdanını ortaya koyarak dikkatle gözden geçirir. O, dağın tepesine bu şekilde ulaşır. O dağ ile bir bütündür artık, dağ da onunla… Papazyan ise bu dağa büyülenmiş bir halde, özgüvenle yukarıdan bakar. O kendini dağa bağlar, dağ da ona bağlanır. Ancak istediği an kendini dağdan koparmakta özgürdür. Atamyan bir oyuna ve role hazırlanırken mantığını kullanırken, Papazyan zihnini yormaz. Çünkü onun için doğal olan yeterlidir. O bir rolü sadece yaşamakla kalmaz, o role hayat verir. Atamyan kendi rolünden cezbolur ve izleyici de Atamyan’dan. Papazyan ise kendi rolünü ele geçirir ve izleyiciyi de tutsak eder. Biri hissederek izleyicilerin hissedebilmesini sağlarken, diğeri hissedermiş gibi yapıp o hissin herkesi ele geçirmesini sağlar.”
Eğitim şart!
1911 yılındaki Hamlet temsili, Türkiye tiyatrosu ve sinemasının da dönüm noktalarından biri olur. 19 yaşındaki Muhsin Ertuğrul bu oyunda Leartes rolündedir ve karşısında o dönemde alışılmıştan farklı olarak ‘alaylı’ olmayan, Avrupa’da tiyatro eğitimi almış bir aktör vardır. Bu oyunla birlikte büyüyen can dostlukları bir yana dursun, Papazyan’ın ‘ne yap et, bu işin Avrupa’da eğitimini al’ nasihatiyle yola çıkan Muhsin Ertuğrul, ömrü boyunca Türkiye tiyatro ve sinemasında ‘ilklerin’ altına imzasını atacaktır.
1914 yılının Ağustos ayına kadar Papazyan için hayat ziyadesiyle güzel geçer. İzmir’den, Yalova’dan, Bahçecik’ten insanlar onun yer aldığı Ermenice tiyatro oyunlarını izlemek için akın akın İstanbul’a gelirler. Papazyan da, ünlü Rum oyuncu Veroniye’nin grubuyla İzmir’i dolaşır. Veroniye ve oyuncuları sahnede Rumca konuşurken, Papazyan oyununu Ermenice oynar. Papazyan, Tekirdağ’dan Mısır’a kadar, Ermenilerin yaşadığı bütün yörelerde sahneye çıkar. 1913’te Tiflis’e geçer. Atamyan gibi Rusya’yı dolaşmaya ve oyunlarını Ermenice ve Fransızca sahnelemeye başlar.
Tiyatrodan aktör kaçırma
I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Papazyan Venedik’tedir. Aldığı bir davet üzerine Bakü’ye gitmek için bindiği gemi İstanbul limanına uğrar, gemiye el konulur, yolcular da indirilir. Mecburen İstanbul’da kalan Papazyan’ın ismi ‘kara liste’de yazılıdır, ancak onun durumdan haberi yoktur.
Tiyatronun usta isimlerinden Mardiros Mınakyan’a yaptığı ziyaret sırasında, Mınakyan ona provaları halihazırda devam eden ‘Büyük Gece’ adlı bir Rus oyunundaki ‘Dimitri’ rolünü oynamasını teklif eder. Başta ne kadar kabul etmek istemese de, Mınakyan’ın ısrarlarına yenik düşen Papazyan, bir hafta sonra yeniden İstanbul sahnelerinin tozunu attırmak üzere yerini alır. Günler öncesinden Papazyan’ın adı gazetelerde ilan edilir, Şehzadebaşı’ndaki tiyatro hıncahınç onu izlemek için gelen izleyicilerle dolar.
Oyun başlar. Henüz birinci perdenin sonlarındayken iki sivil polis onu götürmek için gelmiştir. Papazyan’ın böylesine müşkül bir durumdan nasıl kurtulduğuna dair iki hikâye anlatılır. Birincisi ve kısa olanı şöyledir: Sahne perdecisi Raşit, polislerin geldiğini duyunca perdeyi aşağı indirir, Vahram’ı durumdan haberdar eder ve Vahram yüzündeki makyajı bile silmeden kaçar. Diğeri ise şöyle: Vahram sahnedeyken, kuliste polisleri oyalamaya çalışan oyunculardan Çobanyan, o anda bir rolü olmamasına rağmen sahneye atlar. Oyunu hiç bölmeden, ağzından çıkanlar âdeta oyunun bir parçasıymış gibi, “Dimitri, kazak askerleri geldiler, seni Sonya’ya götürecekler. Ben annene haber veririm, merak etme. Hemen buradan ayrılman gerekiyor. Acele et… Çabuk” der. Oyunda yer almayan bu replikleri anlamakta güçlük çeken Papazyan’ı, Çobanyan kulise götürür. Polisler Papazyan’a doğru gelirken tiyatrodaki elemanlardan Arap İzzet elinde iki fincan kahve ile araya girer ve Vahram’ı tekrar sahneye iteklemeye başlar. Polisleri de, Vahram’ı oyundan sonra götürmeleri için ikna eder. O arada bir yolunu bulup Papazyan’ı çatıya çıkaran Arap İzzet, ‘kanun kaçağı’ bu masum aktörün eline de birkaç lira sıkıştırır. Papazyan çatıdan sarkıttığı iple caddeye iner. Bu iki hikâyenin sonu neredeyse aynı biter: Her ikisinde de Papazyan yüzünde makyajıyla Odessa’ya giden bir gemide bulur kendini. İki hikâyenin arasındaki fark ise, ikincisinde Papazyan yok olunca onun yerine karakola götürüldüğü söylenen Arap İzzet’in akıbetinin yarattığı merak olur.
Dönüşü olmayan yolculuk
Papazyan, Odessa’ya vardığında vizesi olmadığı için geri gönderilmeye çalışılsa da, birkaç gün rıhtımda saklanır, bir şekilde oradan kaçarak Odessa’daki Ermeni Kilisesi’ni bulur ve kendini kurtarır. Bir süre Odessa’da kaldıktan sonra, Kafkasya’ya gider ve gönüllü olarak Antranik Paşa’nın kuvvetlerine katılır. Ateşkes’ten sonra İstanbul’a geri dönen ve kısa bir süre burada tiyatro ve sinema çalışmalarına dönen oyuncu, 1922’de Yerevan’a yerleşir. Papazyan o günden sonra, ne kadar istese de, bir şekilde belki Türkiye Cumhuriyeti’nin, belki de Sovyetler Birliği’nin o görünmeyen duvarları yüzünden doğduğu şehre bir daha geri dönemez. Vahram Papazyan, 1968’de Leningrad’da ölür ve Yerevan’da defnedilir.
Ermenistan’da bugün Shakespeare dendiğinde hâlâ akla gelen ilk isim olan, Kafkasya’nın üç cumhuriyetinin halk sanatçısı, Rusya’yı oyunculuğuyla fetheden bu adam ne acıdır ki ölene kadar kalbinde buraya dönmenin ve burada tiyatro yapmanın ümidini taşır. Muhsin Ertuğrul’un ‘Othello rolünde onun üstüne kimse gösterilemez’ dediği Vahram Papazyan’ın ağzından, Othello’nun meşhur tiradını dinleyerek mest olmak şansını maalesef doğduğu memleketteki insanlar bulamaz: “ Çok kudretli, yüce, saygıdeğer sinyorlar, soylu, iyiliksever efendilerim, bu ihtiyarın kızını kaçırdığım doğru, onunla evlendim de, suçumun hepsi bu; Başka bir şey yapmış değilim.”
60 yıl süren dostluk
Bu yıl içerisinde, ‘Muhsin Ertuğrul: Ölmeyi Bilen Adam’ adlı bir belgesel romanı, Can Yayınları tarafından yayımlanan, etkinlikteki konuşmacılardan Ayşegül Çelik’in kaleminden Muhsin Ertuğrul ile Vahram Papazyan’ın dostluğunu anlatan bir anekdota yer veriyoruz.
Muhsin Ertuğrul, dünyanın en iyi aktörleri arasında gösterildiğinde 35, Türkiye’nin ilk tiyatro okulunu açtığında 40, Türk sinemasına uluslararası ödül getiren ilk filmi çektiğinde 42 yaşındaydı. Son filmini 61 yaşında çekti. Tiyatrodaki abonelik sistemi ve memur tiyatrolarını başlattığında 64, kahvelere gezici tiyatro götürdüğünde 83 yaşındaydı.
Türkiye’nin ilk renkli filmini, ilk sesli filmini çekti. Yine 40 yaşında, tiyatro sanatına katkılarından ötürü, Alman Goethe nişanıyla ödüllendirildi. General De Gaulle’ün verdiği Onur nişanını ise ünlü rejisör Jean Villard’ın, Paris Challiot Tiyatrosu’ndan uzaklaştırılmış olması nedeniyle reddetti. Yaşamı süresince, 20’den fazla oyunun çevirisini yaptı, 60’ın üstünde başrol oynadı, 200’ü aşkın oyuna yönetmen olarak imza attı. 20’ye yakın sahne ve tiyatro binası kurdu, sayısız öğrenci yetiştirdi.
Muhsin Ertuğrul'un tiyatro serüveninin başlayışında usta Vahram Papazyan'ın yeri çok özeldir. Ertuğrul, dostu Vahram Papazyan'ın oyunculuğundan hayranlıkla bahseder.
İkisi, Sahne-i Milliye-i Osmaniye'de tanıştılar. 1910 senesiydi... Muhsin, henüz Ertuğrul adını almamış 18 yaşında bir delikanlıydı. Sahneye adım atalı birkaç ay olmuştu. Topluluğun yeni yönetmeni, titizliğiyle, aksiliğiyle, ödün vermezliğiyle adından korkuyla bahsedilen Reşat Bey idi. Ertuğrul, anılarında “Reşat Rıdvan Bey, bir elinde yapıtın metni öteki elinde bir baston hiç yorulmadan meclisleri, perdeleri birbiri arkasına on kez, yirmi kez tekrar ettiriyor, günde bazen 12 saat prova yaptırıyordu” diye bahsediyor kendisinden.
O Reşat Rıdvan, oyunculardan birine, Vahram Papazyan'a hiç karışmıyordu. Muhsin, Vahram'ın her şeyi kusursuz yaptığını, daha iyisinin mümkün olmadığını söylüyor. 22 yaşındaki Papazyan'ın sahneye yatkınlığı ve ezber yeteneği, fiziksel yapısıyla, titizliğiyle birleştirince güçlü bir aktör siluetine ulaşmak güç değil. Kişiliği için ise “Yaradılıştan çok nazik, çok iyi terbiye görmüş, her bakımdan sanatçı bir gençti” diyor Ertuğrul, “saraydan gelen bazı yaşlı aktörlerin ara sıra yaptıkları latifelere bile laubalilik gözüyle bakan Vahram Papazyan, olağanüstü titizlik gösteriyor, birçoklarının darılması pahasına herkesi ciddi olmaya çağırıyordu. Bu yüzden de provalar, özellikle onun sahnede bulunduğu meclislerin provası, önemle üstünde durulan bölümler oluyordu.”
Bu dört başı mamur aktör ile tiyatroya başlamak hevesindeki genç Muhsin'in, sahne üstünde karşılıklı ilk provasında olanlar oldu. Muhsin, o kadar toydu ki, silahı masaya bırakma mizansenini belki on kere tekrarlattı Reşat Rıdvan. Muhsin'in içi içini yiyor, acemiliğine kızıyordu. Ama bir türlü gerektiği gibi oynayamadı, Reşat Rıdvan'ın titizliği ve Vahram'ı izlemek için kulisten bakanlar da üstündeki baskıyı yüze bine katlıyordu. Delikanlı daha fazla dayanamadı, sahnede hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Böylece 60 yıllık bir dostluk başlamış oldu. Vahram, kendisi gibi tiyatroya aşkla bağlanmış olan Muhsin'e hemen elini uzattı.
Hıçkırıklara boğulduğu bu feci prova sahnesinden üç-dört gün sonra, Muhsin'in başına beklenmedik bir şey geldi. “Ailemizde tiyatroculuk eden yoktur, ya bu hevesinizden vazgeçeceksiniz ya da ailenizden” diyerek karşısına dikilen eniştesine “o halde ailemden vazgeçiyorum” cevabını veren Muhsin, hemen o gece evden ayrıldı. Hikâye gayet tanıdık ve trajikti. Gidecek yeri, sığınacak kimsesi yoktu, bütün parasını vererek bir gece Beyoğlu'nda bir otelde kaldı, ertesi gün Vahram'ın kapısına dayandı.
Sahne-i Milliye-i Osmaniye topluluğu, Ramazan ayı sonunda dağıldı ama Vahram ile Muhsin ayrılmadılar. Vahram, yeniden İtalya'ya gitmek için para bulmaya çalışıyordu, bunun için Hamlet'i sergilemeye karar verdi. Henüz 6 aydır sahneye çıkmakta olan Muhsin'e de Learteses rolü düştü. Vahram hem başrolü oynadı, hem de oyunu yönetti. İlk gece, düello sahnesinde elindeki ucu düğmesiz meçle, Muhsin'in yanağını yaraladı. Delikanlı o kadar heyecanlıydı ki, akan kanı duymadı bile.
Muhsin, Vahram'ın öğüdünü hiç unutmadı, bütün gücüyle uğraştı, çabaladı, bir yıl sonra 1911'de, Paris'e gitmeyi başardı. Türkiye'de, Batılı anlamdaki tiyatronun kurucusu, sinema ilklerinin, tiyatro okullarının mimarı Muhsin Ertuğrul'un tiyatro yolculuğu işte böyle başladı.
Muhsin Ertuğrul ile Vahram Papazyan hiçbir zaman tam olarak kopmadılar. Dostluklarının bozulmadan sürdüğünü, ömürlerinin sonuna kadar birbirlerinden hayranlıkla söz ettiklerini biliyoruz. Bize derin derin içimizi çekmek, bu ikilinin siyah beyaz fotoğraflarına bakmak kalıyor. Bizim devrimiz 60 yıl süren dostlukların devri değil çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder