30 Kasım 2014 Pazar

Otomobil Sileceği | Mary Anderson


Otomobiller ilk yıllarında sileceksiz olarak kullanıldı. 1900'lerin başlarında, kar veya yağmur yağdığında, sürücüler sık sık otomobillerini durdurup camları temizlemek zorunda kalıyordu. Mary Anderson, otomobillerin bir hayli az olduğu 1903'te, sileceği icat etti. Bazı insanlar Anderson'ın bu buluşuna dikkat dağıtıcı olabileceğini öne sürerek karşı çıktılar ancak bu icat tüm otomobillerde standart haline gelmişti bile. 1917 yılında, manuel sileceğin geliştirilmişi olan otomatik cam sileceğinin patenti de bir kadına ait: Charlotte Bridgwood'un "Storm Windshield Cleaner"ı

Papa'nın Yumurtaları!


Katolik inancı gereği evlenmeleri
yasak olan Papalar arasında, aşkları,
gayrimeşru ilişkiler sonucu çocuk
sahibi olmakla şöhret kazanmışları
bulunduğu gibi, eşcinsellikleri, akli
dengelerinin bozuk olmasıyla ünlü
olanları da mevcuttur…
Ancak hiçbirinin öyküsü, adı Vatikan
dâhil tüm arşivlerden silinmeye
çalışılan 'Kadın Papa Joan' kadar
ilginç değildir!

Joan, dokuzuncu yüzyılda yaşadı ve
asıl adı 'Gilberta' idi…
On iki yaşındayken, hayatta erkeklerin
daha avantajlı olduğunu değerlendirip
erkek gibi giyinmeye ve davranmaya
başladığı biliniyor!
Dini eğitim aldı, manastıra girdi ve
Roma'da rahipler, kardinaller arasında
geniş bir çevre edindi…

847 yılında Papa Leon'un ölümüyle,
Kardinal çekişmelerinin de etkisiyle
'IIX. Joan' adıyla Papa seçildi…
Tarihi kaynaklar, yedi-buçuk yıl kadar
Papalık yaptığını yazar!
Taaa ki…

Taaa ki, hizmetkârlarından biriyle
yaşadığı ilişki sonucu hamile kalıp,
9 ay bunu geniş giysilerle gizleyip,
855 yılında bir ayin sırasında sancısı
tutup bebek doğurması, yani kadın
olduğunun ortaya çıkmasına kadar…

'Papa Joan'ın akıbeti konusunda
farklı söylentiler vardır ama doğum
sonrası olay yerinde öldürüldüğü
neredeyse kesindir…

Ancak bu olay, kendisinden sonraki
Papa seçimlerinde tedbir amaçlı bir
uygulamanın yerleşmesine de vesile
olmuştur!

'La Sedia Gestatoria' adı verilen,
kırmızı mermerden oyulma ve oturma
yerinde geniş deliği olan bir koltuk
vardır, Vatikan müzesinde muhafaza
edilmektedir…
Bir eşi de Napolyon tarafından
Roma'dan alınıp Paris'e götürülmüş,
Louvre müzesinde konulmuştur…

1099 ile 1513 yılları arasındaki Papa
adayları oylama sonucu bu koltuğa iç
çamaşırsız oturur, genç bir papaz da
koltuğun deliğinden elini sokar, yeni
Papanın alt kısmını inceleyip kontrol
eder, cinsiyet tespiti yapardı!

Papaz muayeneyi bitirince Papanın
erkek olduğunu işaret eder ve törene
katılanlar sevinçle;
'Habe ova noster Papa!'…
(Babamızın yumurtaları var!)
diye bağırıp yeni Papayı kutlarlardı!

Sonraları bu gelenek terk edildi…

Döndüğünde anlatacaklarını merak
ettiğimiz Papa da, dileriz, dilimizde
farklı bir kelimeyle ve vurgulu olarak
ifade edilen 'yumurtalı' cinstendir!
Hem de 'çift sarılı'…

İstanbul'un İlk Belediye Reisi Hızır Bey


Ayasofya
Fatih’in Edirne’de bulunduğu günlerdir.Olacak bu ya şehre Acem illerinden bir alim gelir.Evet adam bilgili,ama kibirlidir.Türkleri hor görür.Birkaç halli güç mevzuyu ısıtıp ısıtıp öne sürer ve muhataplarını küçük düşürür.Fatih bu tavırdan çok rahatsızdır.”Şu adamı susturacak biri yok mu?”der demez komutanlardan biri “var sultanım” der,”böyle birini tanıyorum galiba”Hızır Bey müthiş bir hafızaya sahiptir.Esprilidir,kıvraktır,zekidir.Sözün nereye varacağını önceden kestirir ve soruya soruyla cevap verir.Zor meseleleri basite indirger ve çok güzel misallendirir.Sadece fakih değil;ediptir,şairdir.Eh Nasreddin Hoca gibi bir dehanın torunudur o.Hızır Bey’in en büyük şansı Molla Fenari gibi bir rahle arkadaşı  ve Molla Yegan gibi bir hocası olmasıdır.Molla Yegan onu çok sever nitekim biricik kızını vererek damat edinir kendine.
Gelelim hikayemize.Acem alimi kazandığı küçük zaferlerin hoşluğu ile daha büyük,daha çok ses getirecek münazaralara hazırlanır.Hatta Padişahın huzuruna çıkar ve rakip diler.Fatih bu kez hazırlıklıdır.Umursamaz tavırlarla etrafına bakar ve güya ilk gözüne ilişen askere(bu aslında Hızır Beydir)meydanı gösterir.Acem karşısına çıkarılan genç sipahiye bıyık altından güler.Belki “sen git ağabeylerin gelsin” demez,ama öyle demeye getirir.Ancak Hızır Bey onun suallerine rahatlıkla cevap verir.Vakit ilerledikçe kibirli Acemi ter basar.Sultana hitaben “ben bunca diyar gezdim,şunca meclise katıldım” der “ama böylesini ne gördüm,ne de işittim.”
Lakin Hızır Bey’in elinden kurtulmak kolay değildir öyle. “şimdi sıra sende!”onlarca ince ilimden ,onlarca zor mesele sorar ki adamcağız dut yemiş bülbüle döner.Acem Fatih’in önüne gelir “bu çocuğun kıymetini bil!”der ve süklüm püklüm meclisi terk eder.
Fatih onun kıymetini zaten bilir.Hızır Bey’i imparatorluğun merkezine (İstanbul’a)kadı yapar.O devir kadıları beldenin meseleleri ile de ilgilenirler,şehreminidirler.Yani si şu ki belediye başkanıdırlar.Fatih, Hızır Bey’le sıkça buluşur.Onun feyizli sohbetlerini içercesine dinler.Devlet işlerini istişare eder.Birbirlerini abi kardeşten öte severler.Hatta sultan onu sarayında görmek ister.Enderun’dan güzel bir yer ayırır.Ama Hızır Bey kuytulardan hoşlanır.
Anadolu yakasında kuş uçmaz kervan geçmez bir köye yerleşir ki,burada şekillenen köy adını ondan lır.KADIKÖY!...,
Kaynak:Mucebince Amel Oluna-Ahmet Sırrı Arvas

Hızır Bey’in mezarı halen İMÇ bloklarının içerisinde kalmıştır.1971 yılında Hızır Bey’in mezarını bulan Rakım Ziyaoğlu o sırada karşılaştığı vaziyeti şöyle anlatıyor:
“1971 yılı başlarında arşiv ve eski taşlar uzmanı Asım Sönmez dede ile hazirede ve kabirde yaptığımız araştırmada,başlık ve kapak taşının yanlış konulduğunu,lahitin çöktüğünü,çevre taşlarının yanlarına kaydığını,başucundaki yazıların okunmaz haline geldiğini,nerede ise kaybolacağını üzüntü ile gördük.”
Zamanın İstanbul Belediye Başkanı Dr.Fahri Atabey’in ilgi ve teşvikiyle ve İMÇ’deki bazı ‘ehl-i himem’in maddi destekleriyle kabir ve hazire tamir edilmiş ,gün yüzüne çıkarılmış,hazirenin giriş duvarına Hızır Bey’in İstanbul’un ilk kadısı ve belediye reisi olduğunu belirten bir mermer levha konulmuştur.

İstiklâl Marşı'nın Kabulü


Millî Mücadele, milletimizin var olma mücadelesidir. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde üç kıtaya yayılan topraklarda muhteşem bir devlet kuran Osmanlı, bilhassa 18. yüzyıldan sonra süratle toprak kaybetmeye başlamış; bunun telâfisi için alınmaya çalışılan tedbirler ise, bir fayda vermemişti. Neticede; Avrupa devletleri ve Rusya ile yapılan mücadeleler toprak ve nüfus kayıplarını daha da vahim hâle getirmişti.
20. yüzyıl başlarına gelindiğinde ise, 1. Dünya Savaşı ve bu savaştaki tercihlerimiz 31 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'yle büyük bir tasfiyeye dönüşmüştü. Daha birkaç çeyrek asır önce devasa topraklara sahip iken, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş ve bu arada bütün imkân ve kabiliyetleri elinden alınmış, ordusu terhis edilmiş bir devlet hâline gelinmişti. İşgalci devletler bununla da yetinmeyerek, imzalanan ateşkes anlaşmasının çeşitli maddelerini muhtelif vesilelerle suiistimal etmiş ve milletimizi Anadolu coğrafyasının da dışına atmaya çalışmışlardı. Son bir ümit ve heyecanla başlayan Millî Mücadele, bu gayretlere bir son verme mücadelesidir. 1919 yılında başlayan bu şahlanış bir çığ gibi büyüyerek, hem askerî hem de siyasî sahada neticeler almaya çalışmıştı.
1921 yılına gelindiğinde, doğuda Ermenilere karşı başarılı olunmuş ve bu cephe garanti altına alınmıştı. Batıda ise, millî kongrelerle vatanın bağımsızlığı ve milletin selâmetinin sağlanması için yapılması gerekenler millete anlatılarak, daha organize teşebbüslere girişilmiş, bu bölgeyi işgal etmeye çalışan Yunanlılarla kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne bağlı düzenli ordunun kurulmasıyla birlikte İnönü Savaşlarında nispeten başarılı neticeler alınırken, Yunanlıların yeniden ve daha şiddetli olarak bir saldırıya girişmeleri ve Meclis'in bulunduğu Ankara'nın işgal edilme tehlikesi herkesi derinden sarsmıştı. İşte bu mücadelenin çetin safhasında hem millete ve ordumuza moral vermek hem de sesimizi siyasî olarak bütün dünyaya duyurarak bağımsızlık mücadelesinden asla taviz vermeyeceğimizi ilân etmek üzere bir marş yazılmasının uygun olacağı fikri ortaya çıkmıştı. Eğitim Bakanlığı'nın yürüttüğü çalışmalarda, birinciliği kazanan eserin sahibine 500 lira nakdî mükâfat verileceği duyurulmuştu. Neticede; 500'den fazla şiirin gönderildiği yarışmada birinciliğe lâyık bir şiir bulunamamıştı.
Vaat edilen mükâfat sebebiyle müsabakaya katılmayan, ancak şairliği ve bu konudaki kabiliyeti herkes tarafından bilinen Mehmed Âkif'ten Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Balıkesir Mebusu Hasan Basri böyle bir şiiri ancak kendisinin yazabileceğini beyanla bir şiir talep etmişlerdi. Neticede; yazılan şiir, Meclis tarafından beğenilerek burada okunmuş ve Millî Marş olarak kabul edilmiştir. Bunun üzerine 12 Mart 1921 günü kabul edilen ve milletin ruhuna ve ordumuzun kahramanlığına hitap eden marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından yeniden okunmuş, milletvekilleri tarafından ayakta dinlenilerek büyük bir coşkuyla alkışlanmıştır.
Mehmet Âkif'in Ankara günlerinde çektiği maddî sıkıntı herkesin mâlûmu olmasına rağmen, hattâ şiddetli soğuklarda bir arkadaşının paltosunu giyerek Meclis'e gittiği bilindiği hâlde, o, vaat edilen mükâfatı kabul etmemiş ve Dâru'l-Nisaiye'ye bağışlamıştır. Sonraki yıllarda, İstiklâl Marşı gibi bir şiirin yeniden yazılıp yazılamayacağı tartışmalarına, "Allah bu millete bir daha böyle bir marş yazdırmasın!" sözleriyle karşılık vererek, o dönemde yaşanan hâdiselerin ciddiyet ve vehametini yeniden gözler önüne sermiştir.

Fatih Sultan Mehmed'in hocası "Akşemsettin Hazretleri" Hayatı


Akşemseddin Hazretleri
Akşemsettin, (1389/1390 - 1460) asıl adı ile Şeyh Mehmet Şemsettin Bin Hamza, 15. yüzyılın en büyük alimlerinden biridir. 1389 yılında Şam’da doğmuştur. Haci Bayram Veli’nin müridi ve Fatih Sultan Mehmet’in hocalarındandır. İstanbul´un manevi fatihi olarak da anılır. Saçının ve sakalının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ´Akşeyh´ veya ´Akşemseddin´ adlarıyla meşhur olmuştur. Soyu, Hazret-i Ebu Bekir´e kadar ulaşır.
Sühreverdi’nin torunudur. Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır “ledün ilminde mütehassıs bir velinin” huzurunda diz çökmek.
Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep’te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara’daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar. Önce Ankara’ya gider. Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep’e. Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara’ya döner. Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur. Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir. Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker... Ve kavuşur affa.
Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O´na hususi bir ihtimam gösterir. Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de. Pastör’den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır. Hatta o yıllarda “seretan” adıyla bilinen kanseri teşhis eder.
İstanbul’un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu’daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin’le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar.
İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.
Yemeği İçmeyi Unutur
Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa “Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?” derler, “Maceranın sırası mı şimdi?”
Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.
Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. “Sakın ha!” der, “Asla vazgeçme!” Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam’dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd’in kutlu kabrini bulmak.
Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih’i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!” der. Ancak etraftan “ne malum?” diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. “Bu dalları başka bir yere diktir bakalım” derler, “ihtiyar molla farkedebilecek mi?” Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur “Sultanımızın mührü” der, “Ne arıyor orada?”
Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. “Kazın!” buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle “Hâzâ kabri Halid bin Zeyd” yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.
Kaçış
Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”.
Akşemseddin, hani Fatih’e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”
Ama Sultan Mehmed’i iyi tanır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermez. Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul’dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı’ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir. Ama duaları Fatih’le birliktedir.
Göçemedin Gitti Yani...
Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur’an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. “Biliyor musun?” der, “Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!” Hanımı omuz silker. “Amaaan efendi” der, “sen de göçemedin gitti yani.” Mübarek “İyi öyleyse!” deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine “okuyun” buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar “Başınız sağolsun.” derler, “Efendi göçtü!

Bağırsaklar Adana'dan

Alanında, Türkiye'de “tek” olma özelliğindeki Binka Bağırsak'ın sahipleri Murat Mahmut Binici ve Bülent Kayalı, Adana Hacı Sabancı Organize Sanayi Bölgesi'ndeki tesislerinde AOSB Yönetim Kurulu Başkanı Bekir Sütcü ve sanayicilere çalışmaları hakkında bilgi verdi. Firma sahiplerinden Murat Mahmut Binici, tesiste aylık 135 bin bağırsak işlediklerini belirtti. Bu sayının ancak 50-60 bininin Türkiye'den karşılayabildiklerini geri kalanını ise ithal ettiklerini kaydeden Binici, işledikleri koyun bağırsaklarını, sosis üretiminde kullanılmak üzere, başta Almanya ile Polonya, İspanya, Fransa, Litvanya ve Çek Cumhuriyeti'ne ihraç ettiklerini söyledi. 

25 YILDIR KOKOREÇ SEKTÖRÜNDELER 

Şirket ortaklarının 25 yıldır kokoreç sektöründe faaliyet gösterdiklerini, Avrupa'ya sosis kılıfı bağırsak ihracatına yönelik üretimlerinin ise 3 yıldır devam ettiğini bildiren Murat Mahmut Binici, ”Günlük 4 bin 500 hayvanın bağırsağını işleyip, kalibrasyon yapabiliyoruz.16-18 den 22-25 milimetreye kadar genişlikte olabilen bağırsakları sınıflarına göre ayırıyoruz” dedi. 

KOYUN BAĞIRSAĞI BULMAK GÜÇLEŞTİ 

Son yıllarda ülkemizle birlikte güney komşularımızda hayvancılıkta gerileme yaşandığını, bunun da koyun bağırsağı bulmayı güçleştirdiğini ifade eden Binici, ihtiyacı karşılamak için Kazakistan, Kırgızistan, Lübnan gibi ülkelere yöneldiklerini vurguladı. Sucuk yapımında kullanılmak üzere, ülkemizin önemli üretici firmalarına sığır bağırsağı da gönderdiklerini anlatan Binka Bağırsak ortağı Murat Mahmut Binici, “Bu bağırsaklar bize Brezilyadan geliyor. Çünkü dünyadaki en iyi sığır cinsi Brezilya'da” diye bilgi verdi. 

ÇİN'DE SUNİ BAĞIRSAK ÜRETECEKLER 

Bağırsak ihracatını soğuk havalı tırlarla gerçekleştirdiklerini, ancak müşterinin acele istediği takdirde uçakla da gönderebildiklerini kaydeden Binici, geçen yılı 5 milyon Euroluk ihracatla kapattıklarını söyledi. 
Yaptıkları ithalatın ise 2.5 milyon Euro civarında olduğunu ifade eden Binici, “Ürünlerimizi Almanya'ya direk satmak için orada fabrikalar kurmak istiyoruz. Çünkü en büyük sosis fabrikaları Almanya'da. Koyun ve sığır bağırsağından sonra şimdi de suni bağırsak işine gireceğiz. Çin'de anlaşmalar yapıldı. Türkiye'de Banvit, Ülker, Pınar gibi firmalara sığır bağırsağı veriyoruz. Türkiye'de suni bağırsağa ihtiyaç var” diye konuştu.

Zeytinyağı ihracat sezonu

En fazla dış satımın yapıldığı ikinci ülke olan ABD'ye giden ürün, Avrupa Birliği (AB) ülkelerine yapılan ihracatı 4'e katladı.Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği verilerine göre, 1 Kasım 2013'te başlayan Türkiye zeytinyağı ihracat sezonu, 31 Ekim 2014'te sona erdi.İhracat, bir önceki sezonda 92 bin ton iken 1 Kasım 2013-31 Ekim 2014'te yüzde 71 düşüşle 26 bin tona geriledi. Değer bakımından ise dış satım, 292 milyon dolardan 99 milyon dolara düştü.


Bu ihracat sezonunda en fazla dış satım, 4 bin 410 tonla Suudi Arabistan ve 4 bin 272 tonla ABD'ye yapıldı. Söz konusu iki ülkeye gönderilen ürün miktarı, ihracatın yüzde 33'ünü oluşturdu.Son yıllarda Türk zeytinyağına gösterdiği taleple dikkati çeken ABD'ye ihracat, dış satımın yüzde 16'sına denk geldi. Bu ülkeye gönderilen ürün miktarı, AB ülkelerine yapılan ihracatı 4'e katladı. AB ülkelerine sezon ihracatı bin 50 tonda kaldı.


- Japonya ve Çin de Türk zeytinyağına ilgi gösterdi


Birliğin Yönetim Kurulu Başkanı Gürkan Renklidağ, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ihracattaki düşüşün, zeytin rekoltesindeki azalmaya bağlı olarak zeytinyağı üretimindeki gerilemeden kaynaklandığını söyledi.


Dış satım azalsa da sezonda 100'e yakın ülkenin Türk zeytinyağı tükettiğini vurgulayan Renklidağ, şunları kaydetti:


"Türk zeytinyağının dünyadaki popülaritesi artıyor. Birçok ülke özellikle bizden yağ istiyor. Türk zeytinyağı, dünyada kalitesini kanıtladı. Tanıtım grubumuz inanılmaz işler ortaya koyuyor. Her tanıtım, zeytinyağı ihracatına olumlu yansıyor. ABD'liler ısrarla Türk zeytinyağı istiyor. Diğer ülkelerden gelen ürünlerin karışık yağlardan oluştuğunu söylüyorlar. Türkiye'den gönderilen ürünlerin, tağşiş edilmemiş kaliteli yağlardan oluştuğunu belirtiyorlar. ABD'ye kim keşfetti? İspanyollar. Gıda ürünlerini ABD'ye yerleştirmişler. Yüzlerce yıldır tüketilen bir ürünün karşısına çıkıyorsunuz ve rekabete giriyorsunuz. Önemli bir pazarda, rekabet ortamında Türk zeytinyağı tercih edilir oluyor."


Renklidağ, Japonya ve Çin'in de Türk zeytinyağına giderek artan bir şekilde yoğun talepte bulunduğunu anlattı.Japonya'nın, 3 bin 465 tonluk ihracatla ABD'nin ardından 3'üncü sırada olduğunu aktaran Renklidağ, Çin'e dış satımın ise bin 186 ton olduğu bilgisini verdi.Genel ihracattaki yüzde 71 azalmaya karşın Japonya'ya dış satımın sadece yüzde 5 düştüğünü dile getiren Renklidağ, "Çin'e gönderilen ürün ise yüzde 13 arttı. Bu iki ülke de önemli pazarlarımız oldu. İki sezondur önemli bir hareketlilik yaşanıyor. Rakamlar, Türk zeytinyağına ilgiyi ortaya koyuyor" diye konuştu

Tire’den tarih fışkıran Tarih

Tire’den tarih fışkırdı

İzmir Tire’nin Yeğenli Mahallesi kırsalında Temmuz ayında DSİ’nin su kanalı çalışması sırasında bulunan “Geç Roma” dönemine ait 3 mezardan sonra şimdi de aynı bölgede “lahit mezar” bulundu.

Çağlar boyunca birçok önemli uygarlığa ev sahipliği yapan ilçede şimdi de “lahit mezar” heyecanı yaşanıyor. Temmuz ayında, Yeğenli Mahallesi kırsalında DSİ’nin su kanalı çalışması sırasında bulunan “Geç Roma” dönemine ait 3 mezarın ardından planlı bir şekilde sürdürülen kazı çalışmaları ilk meyvesini verdi. Tire Müzesi’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan aldığı kazı izni sonrası aynı bölgede “lahit mezar” bulundu. M.S 4’ncü yüzyıla ait olduğu tahmin edilen lahit parçaları Tire Müzesi tarafından koruma altına alındı. 3 kişilik uzman ekibin özenle toprak altından çıkardığı tarihi buluntular Tire Müzesi’ne getirildi. Burada yapılan incelemede pişmiş topraktan yapıldığı belirlenen lahit parçalarının “Geç Roma” dönemini işaret ettiği bildirildi.
Yeğenli köyü kırsalındaki çalışmaların kazı alanında yaşanacak gelişmelere bağlı olarak genişleyerek sürdürülebileceği öğrenildi. Yetkililer, Temmuz ayında çıkarılan mezar kalıntılarıyla birlikte yeni buluntuların da detaylı şekilde incelenip, envantere dahil edildikten sonra gerek görüldüğü takdirde müzede sergileneceğini ifade etti. Toprak altından çıkarılan lahitin ve ilk bulunan mezarların tek bir bütün halinde olmadığına dikkat çeken uzmanlar, eserlerin doğal nedenlerden ötürü zamanla büyük tahribat gördüğüne işaret ettiler. Kaçak kazı ve eserlerin talan edilmesine karşı Tire Jandarması ise bölgede geniş güvenlik tedbirleri aldı.İHA

300 bin poundluk (1 milyon TL) transfer ücretinin yarısını Soma’da can veren madenciler


29 yaşındaki Fransız futbolcu, geçmişte amcasını Kamerun’da bir maden kazasında kaybettiğini belirterek, “Soma’ya gidip o ailelerle tanışmak için sabırsızlanıyorum” dedi.
Din ve kökene bakmıyorum
FACİANIN Türkler için büyük bir acı olduğunu biliyorum. Bu bir insanlık göreviydi. Hem İngiltere’deki Türklerin hem de Türkiye’deki insanların bana sosyal medya üzerinden gönderdikleri sevgi dolu sözler çok mutlu etti. Tanrı Türkleri korusun. O insanlarla da tanışmak ve duygularımı paylaşmak istiyorum. Ben Kamerun’da doğdum ancak ailem daha iyi bir yaşam için Paris’e yerleşti. Ben de dini ya da etnik kimliği fark etmeksizin, her zaman ihtiyacı olan insanlara yardım etme duygusuyla büyüdüm.
Guy Moussi bu yıl Birmingham City formasını giyecek.

25 Kasım 2014 Salı

BÜYÜK YALANLAR

Bir imparatorluğu parçalamak için varını yoğunu harcayan bir batıdan objektif tarihi öğrenmeyi beklemek saflıktı.
Evet bize bu saflığı yedirdiler.
Eğer onlar "Amerika'yı Kristof Colomb keşfetti" diyorsa öyleydi.
Zaten onlara göre de "İslam" demek gericilik, bilimden fenden uzak demekti.
Türkiye'de öyle bir eğitim sistemi kurdular ki, Müslümanlıkla gericiliği aynı kefeye koyan entelektüeller yetiştirdiler.
İngiliz Newton'un başına elma düşmüştü. Yer çekimini bulmuştu. Hikayeler çok güzeldi, satardı. Arşimed de çırılçıplak banyodan fırlamıştı zaten. İnandırıcılığı hikayelerle süsleme sanatında çok ilericiydiler.
Meşhur bilim tarihçileri Sigrid Hunke, Carr de Vaux ve Will Durant...
Üçü de Newton'dan asırlar önce Kindi, Razi, Biruni, Hazini ve İbni-Heyseme'nin yazdığı eserlerde yerçekimi kanunu anlattığını belirtiyordu. "Avrupalılar bu eserleri önce anlamadılar.
Yerçekimi onlara uzak geliyordu.
Asırlar sonra Newton'la kendilerine malettiler
" diyorlardı.
İngiltere'nin Telegraph gazetesi dün İçişleri Bakanı Theresa May'ın açıklamalarını yayınladı.
İngiltere'ye karşı artan terör tehditlerine karşı birinci çözüm yolunu anlatıyordu Theresa; "Çocuklarımıza Birleşik Krallık Değerlerinin öğretilmesi" diyordu.
Maalesef biz değerlerimizi göz ardı ettik, aktaramadık evlatlarımıza.
Galile'den, Kopernik'e, Newton'dan Colomb'a ne varsa ezberlettik.
Kızamık ve çiçek hastalığını ilk keşfeden ve yerçekimini ilk bulan Türk Razi'yi bilenimiz yoktu.
Öğretmenler günüydü dün.
Ama cüzamın tedavisini bulan İbn-i Cessarı anlatacak biri yoktu içimizde.
Verem mikrobunu bulan İbn-i Hatip, Retina tabakasını ilk gören İbn-i Rüşt kimdi?
İlk kanser ameliyatını Ali bin Abbas'ın yaptığını biliyor muyduk?
Sıfırı ilk kullanan Harizmi'yi, Trigonometri'yi ilk bulan Battani'yi okuyan veya okutan var mıydı?
Tanjant, kotanjant, ve kosekantı ilk dünyaya duyuran Ebul Vefa'yı kaç kişi tanıyordu?
Dünyanın döndüğünü ilk keşfedenin Biruni olduğunu anlatacak cesurlar neredeydi?
Dünyanın çevresini ilk ölçen Musa kardeşlerin, mikrobu ilk tanımlayıcısı Akşemseddin'in kitaplarına ulaşacak kaç meraklımız vardı?
İlk göz ameliyatını yapan Ammar'a neden kör kalmıştık?
Sabit bin Kura'nın ilk diferansiyel kitabını yazdığını, Sibernetiği ilk kuranın İsmail el Geziri olduğuna bu topraklarda kaç kişi vakıftı.

Önümde liste var, uzayıp gidiyor.
Yüzlerce, binlerce Türk ve İslam bilgini, dünya uyurken ilklere imza atmış durumda.
Ama dedik ya biz "Kendi imzamızı" reddeden bir ülke haline getirildik. "Zulüm 1453'te başladı" diyebilecek evlatlar yetiştirdik.
Fatih Sultan Mehmet'in ilk havan topunu bulan kişi olduğunu bilen bir elin parmaklarını geçer miydi bu ülkede?
Yüzlerce, binlerce bilginimizin eserlerini kütüphanelerin raflarında çürüttük.
Tercüme edip, okutmadık, anlatmadık çocuklarımıza. Ve karaladık, karalattık geçmişimizi. Bir karış toprak vermeyenleri, "Kan ve can veririz ama asla toprak satın alamazsınız" diyenleri "Hain" ve "Kızıl Sultan" olarak soktuk kitaplarımıza.
Tarihçi geçinenler, adının başında "Prof" olanlar, ne zaman "BİZDEN" birilerinin buluşları gündeme gelse "Efendim bunlar martaval...
Bilim dünyasııı" diye söze başlıyordu.
Halbuki gerçek bilim adamı bir iddia varsa gidip araştırandı.
Araştırmaya bile baştan "REDÇİ" orijinal bilim adamları doğurduk.
Onun içindir YENİ TÜRKİYE'ye Fransız kalıyor gençlerimiz.
Onun içindir ülkemizin başına eklenen "BÜYÜK" lafına İngiliz takılıyor evlatlarımız.
Kafamıza elma düşmesini bekleyemeyiz!!!
Milli Eğitim Bakanlığı seferberlik ilan etmeli.
Ve gerçek tarihi anlatmalı çocuklarımıza.
Milyonlarca Yahudi'yi acımasızca katleden Hitler'in meşhur biz sözü vardır; 
"İnanılmayacak tarih yoktur Yeter ki yalan büyük olsun."
Raflarda tozlanan kitaplar indirilmeli...
Ve "BÜYÜK YALANLAR" kalkmalı artık raflara!!! 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Ala'nın dikkati ihaneti deşifre etti

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı döneminde çalışma ofisi ve konutuna rutin arama-tarama çalışması bahanesiyle böcek konulduğunu, o dönem Başbakanlık Müsteşarı olan  ortaya çıkardı. Erdoğan'ın Subayevleri'ndeki konutu ve Resmi Konut'ta böcek arama çalışmalarını Eski Başbakanlık Koruma Daire Başkanlığı personeli Serhat Demir ile Sedat Zavar'ın yönettiği ekip yaptı. Bu ekibin hiçbir arama kaydı tutmaması ve amirlerinden habersiz hareket etmesinden kuşkulanan Ala, MİT'i devreye soktu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile arama/tarama çalışması yapacak ekip oluşturan Ala'nın şüphesiyle gizli yapılan aramalarda böcekler bulunurken, siyasi casusluk amacıyla yapılan 'fırsat operasyonu' da çökertilmiş oldu.

İLK BÖCEK ÇALIŞMA OFİSİNDE BULUNDU


Ala ve Fidan'ın görüşmesinden sonra oluşturulan ekip, ilk olarak Erdoğan'ın Keçiören Subayevler'deki ikametine gitti. 5 kişiden oluşan MİT ekibi, 28 Aralık 2011'te, o dönem Başbakanlık Başmüşaviri olan Mustafa Varank'ın eşliğinde ikametgahın altında bulunan çalışma ofisinde arama gerçekleştirdi. Ekip, Spektrum Analizör cihazı ile yaptıkları RF frekans taraması esnasında telsiz verici yayın ile karşılaştı. Bunun üzerine her yeri didik didik eden ekip, Erdoğan tarafından kullanılan masanın sağ tarafındaki Far marka 6 girişli çoklu prizin içerisindeki elektrik şebekesinden beslenen telsiz vericiye ulaştı.

İKİNCİ BÖCEK RESMİ KONUTTAN ÇIKTI

Gizli oluşturulan MİT ekibinin diğer adresi ise Başbakanlık Resmi Konut'uydu. Ekip, 29 Aralık 2011'deki arama çalışmasında, Erdoğan'ın ikametindeki düzeneğin aynısının burada da olabileceğinden yola çıkarak önce frekans taraması yaptı, ancak herhangi bir frekansa rastlanmadı. Bunun üzerine fiziki arama yapan ekip, Erdoğan'ın masasının sağ tarafındaki Schneider marka 3 girişli çoklu prizin içerisindeki dinleme cihazını tespit etti.

CİHAZLARIN FARKEDİLDİĞİ GİZLENDİ

Erdoğan'ın çalışma ofislerinde böceklerin bulunmasının ardından olumsuz bir durum yokmuş gibi gizli yürütülen teknik arama faaliyetlerine devam edildi. Söz konusu çoklu prizler ise incelenmek üzere MİT Müsteşarlığı'na götürüldü. Böceklerden ilk anda sadece söz konusu aramaları gerçekleştiren MİT ekibi ve ekibe eşlik eden Mustafa Varank'ın yanı sıra Efkan Ala ve Hakan Fidan'ın bilgisi oldu.

İHANET OPERASYONU DEŞİFRE OLDU

Böceklerin yerleştirildiği 24-25 Aralık 2011 ile bu tarihlerden sonra Başbakanlığa ait binalarda yapılan aramaların kayıt altına alınmamasından doğan 'şüphe' böceklerin bulunmasını sağladı. Konuyla ilgili iddianame, Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunuldu. Böcekleri yerleştiren ihanet çetesi, Başbakanlığa ait mekanlarda yapılan aramaları özellikle Erdoğan'ın İstanbul'da bulunduğu zamana denk getirdi. Serhat Demir'in idaresinde yapılan siyasi casusluğa rutin arama süsü verildi. Ala'nın ters giden bir şeylerin olduğunu fark etmesi ihanetin açık göstergesi olan 'fırsat operasyonu'nu çökertti.

MİT özel ekip görevlendirdi

İçişleri Bakanı Efkan Ala, Başbakanlık Müsteşarı olduğu dönemde Erdoğan'ın çalışma ofislerindeki arama faaliyetlerinde ters giden bir şeyler olduğunu fark etti. Arama yapanlar kayıt tutmuyordu. Ala, bunun üzerine gizli bir arama çalışması yapmak için MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmede, Başbakanlığa ait binaların MİT Müsteşarlığı'nın arama/tarama cihazlarıyla aranıp aranamayacağı konuşuldu. Fidan'ın kendilerinde bulunan cihazların yeterli olduğunu bildirmesi üzerine MİT personelinden 5 kişilik arama/tarama ekibi oluşturuldu. Arama/tarama çalışmalarında görev alacak MİT personellerini ise Fidan belirledi. Söz konusu ekibin yaptığı arama faaliyeti ise son derece gizli yürütüldü.

Fişi çekip arama yaptılar

Böceklerin yerleştirildiği 24-25 Kasım'dan sonra ikişer kez daha arama yapıldı. Serhat Demir ile Sedat Zavar ve beraberindeki ekip, 7-18 Aralık'ta konuttaki çalışma ofisinde, 14-20 Aralık'ta da Resmi Konuttaki çalışma ofisinde iki ayrı arama/tarama ve jammer testi adı altında çalışma yaptı.

24-25 Kasım 2011'deki arama/tarama çalışmalarında olduğu gibi sonraki tarihlerde yapılan arama çalışmalarına ilişkin gerekli forum doldurulmadı. Erdoğan'ın çalışma ofisine konulan böcekler, elektrik şebekesinden besleniyor, aynı zamanda da uzaktan kumanda ile kontrol edilebiliyordu.

Uzun süreli dinleme amacıyla konulan böceklerin yerleştirildiği prizlerin elektriği kesildiğinde ya da uzaktan kumanda ile pasif duruma getirildiğinde sinyal yayını sona eriyor. Bu nedenle aramalarda bulunması imkansız oluyor. Her seferinde aynı ekibin gittiği aramalarda, böcekler pasif hale getirildiği için bir sinyale rastlanamadı.

Teknisyen dışarıya çıkarıldı

Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunulan iddianamedeki tanık ifadeleri şüphelilerin taktiklerini ortaya çıkardı. Eski Başbakanlık Koruma Daire Başkanlığı personeli Serhat Demir'in organizasyonuyla Başbakanlık Resmi Konutu'nda yapılan arama faaliyetiyle ilgili Konutta teknisyen olarak çalışan bir personel ifadesinde, böceklerin yerleştirildiği tarih olan 24 Kasım'da, arama çalışması için gelen görevlilerin Başbakanın ofisine geçtikten sonra kendisini dışarı çıkardıklarını ve yalnız kaldıklarını anlattı. Tanık personel şunları kaydetti: "Arama sırasında Başbakan'ın ofisine geçildikten birkaç dakika sonra çalışmayı sürdüren iki görevli gürültü olduğunu söyleyerek bizi dışarı çıkardı ve kapıyı kapattı. Yaklaşık 10 dakika ofiste yalnız çalışan ekip daha sonra büyük yemek salonuna geçti. Burası diğer yerlerden geniş olmasına rağmen kısa sürede arama işlemi tamamlandı."

Polisleri oyalayıp yerleştirdi

Erdoğan'ın Subay- evler'deki konutunda görevli bir polis memuru ise ifadesinde şunlara dikkat çekti: "25 Kasım'da Serhat Demir'in başında olduğu ekip, konutta arama gerçekleştirdi. Ekipte, 40 yaşlarında, kır saçlı bir erkek vardı. Yaşlı olması nedeniyle dikkatimi çekmişti. Aralık 2011 sonlarından itibaren birçok arama yapılmasına rağmen kır saçlı şahsı bir daha hiç görmedim. Seyit Saydam ile birlikte görevli polis 1 nolu çalışma ofisinde arama faaliyeti yürütürken, Demir ile birlikte Sedat Zavar, Enes Çiğci ve İlker Usta anahtarı alarak 2 nolu ofise geçti. Enes Çiğci ve İlker Usta içeride arama çalışma yaparken, Demir ile Sedat Zavar yanıma gelerek beni meşgul etti. Bu nedenle de yapılan aramayı takip edemedim." 

Kaynak: Yeni Şafak

Yavuz Bingöl: Aleviyim ama adım Yavuz


Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun Tunceli Üniversitesi'ndeki programına katılan sanatçı Yavuz Bingöl, isminin neden "Yavuz" olduğunu açıkladı.
''ALEVİ OLDUĞUM ANLAŞILMASIN DİYE...''
Bingöl, "Adım Yavuz ama Alevi ana babanın çocuğuyum. Anne ve babama sordum 'Niye koydunuz?' diye. Babam 'Bilerek koydum' dedi. Alevi olarak aşağılandığım zaman ilkokul ikinci sınıftaydım. Alevi'nin ne olduğunu bilmiyordum. Anneme sordum. Annem, 'Dünyada iki türlü insan var; bir iyi, iki kötü insanlar. Siz iyi insanlar olacaksınız' dedi. 50-60 yıldır aldatılmıştır. Katliamlara uğratılmıştır. Peki niye buradayım bugün? AK Parti hükümetinin Türkiye'nin kangrenleşmiş sorunlarıyla ilgili çok ciddi çözüm önerileri vardır. Barış sürecinde çok iyi bir yere geldik. Başbakan'ın dediği gibi çok iyi yere geleceğimize inanıyorum" dedi.

Çekirdeksiz zeytinyağı üretiminin Türkiye de bir ilk

Zeytinyağı pazarını genişletmek için erken hasat, soğuk sıkım ve aromalı zeytinyağı çeşitlerine Murat Narin’in ürettiği çekirdeksiz zeytinyağı da eklendi. Burhaniye de 16 yıldan bu yana zeytinyağı işiyle uğraşan inşaat mühendisi Murat Narin, yörede kekikli yağ üreterek ilk aromalı yağ üretimini başlatırken, bu defa gene bir ilki gerçekleştirdi. Zeytinin işlenmesi sırasında çekirdeğini ayıran Narin, yöntemin yağda lezzeti artırdığını kaydetti. Fabrikaya kasalar içinde gelen zeytinleri önce boylama eleklerinde ayıran Narin, her boydaki zeytinin çekirdeğini çıkardıktan sonra yağını çıkarıyor. Çekirdeksiz zeytinyağı üretiminin Türkiye de bir ilk olduğunu anlatan Narin, yağın içindeki 2 bin 800 tadın korunduğunu söyledi. 16 yıldan bu yana zeytinyağı üreten Narin "1998 yılından bu yana Edremit körfezinde Burhaniye'de zeytinyağı üretimi ile uğraşıyorum. Bölgenin Ayvalık yağlık zeytini olarak adlandırılan zeytinler, bölgede hakim zeytin çeşididir. Günlük, makine ya da elle hasat ederek fabrikamıza zeytini kasalar içinde getiriyoruz. Gelen zeytinleri boylama eleklerinde ayrıştırarak büyüklüklerine göre farklı zeytinyağı üretiminde hammadde olarak kullanıyoruz. İri zeytinlerden elde edilen zeytinyağları daha kalitelidir. Tadım ve analiz değerleri olarak küçük zeytinlere göre daha iyi kaliteli yağlar elde edilir. Bu nedenle, biz özel zeytinyağlarını iri zeytinlerden elde ediyoruz. Türkiye'de ilk defa üretimini yaptığımız çekirdeksiz zeytinyağımız var. Bizden başka şu anda çekirdeksiz zeytinyağı üreten yok. Çekirdeksiz zeytinyağı üretmekteyiz. İri zeytinlerden erken hasat elde ettiğimiz yağlar özel niteliktedir. Zeytinyağının dünyada tek meyve suyu niteliğindeki yağ olduğu bilinir. Ancak, zeytinyağı üretiminde insanlık, üretim yaptığı günden bugüne kadar, klasik çekirdekli olarak çekirdekleriyle birlikte zeytin meyvesini ezerek yağını elde ediyordu. Bizim yaptığımız üretim ise yeni bir teknoloji. Saf meyve suyu niteliğindeki ürünün sadece yağı etinde vardır. Çekirdeği odundur, selülozdur. Selüloz ve odun tatları yağın içine girmeden en saf meyve suyunu üretmiş oluyoruz. Bu içerisinde 2 bin 800 koku ve tadı barındıran özel nitelikte yağlardır” dedi.

23 Kasım 2014 Pazar

Türkiye bir üretim merkezi


Türkiye bugün hem otomotiv hem de ev aletlerinde Avrupa'nın en büyük üreticisi. Çin'e göre büyük kalite farkı var ve ulaşım maliyetleri de Çin'e göre çok daha düşük. Bu da Türkiye'nin en büyük avantajı. 
KOMŞULARINI SEÇEMEZ 
Jeopolitik konumu avantaj sunsa da Suriye ve IŞİD'le komşu olması yatırımcıları endişelendiren bir durum. Fakat Türkiye kendi komşularını kendisi seçemez. Dünyanın sayılı üreticilerinden olma potansiyeli var. Bunu kullanılırsa, dünyada birçok marka 'Made in Turkey' damgasıyla karşımıza çıkacak. 

22 Kasım 2014 Cumartesi

Arif Nihat Asya

“Hasan Ali Yücel kudretli Milli Eğitim Bakanı’dır. Yolu Malatya’ya düşmüştür. Hazır Malatya’ya gelmişken, adını duyduğu bir lise müdürünü teftiş etmek ister ve haber gönderir lise müdürüne. Müdür Arif Nihat Asya’dır.  
Yıl 1943, aylardan mart, yollar çamur… 
Lise müdürü aldığı emir gereğince bisikletine atlar ve bakanın yanına gider. Yollar çamurdur, çamur şairin paçalarına bulaşmıştır.  
Yolculuk biter, lise müdürü Bakan’ın yanına çıkartılır.  
Müdürün sırtında bir pardösü vardır ve elleri cebindedir.  
Bakan yanında şehrin valisi ve diğer bürokratlarla beraber, elleri cebinde karşısında duran müdürü tahkir etmek amacıyla sorar: 
Paçaların neden çamur? 
İçinde şiir fırtınaları kopan şair-müdür, ellerini cebinden çıkarmadan ve hiç sarsılmadan şöyle der: 
Benim paçalarım neden sizin ağzınızda? 
Bakan bozulur ve Arif Nihat Asya’yı görevden alır. “


Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 Çatalca/ İnceğizde doğmuş. Ölümü ise, Mevlevilerin deyimiyle, Hakka Yürümesi çok sevdiği Adana’nın kurtuluş günü olan bir 5 Ocak… 5 Ocak 1975 Ankara… Şimdi Ankara’da yatıyor. Oysa mensubu olduğu Mevleviliğin piri Hazreti Mevlana’nın şehrinde Konya’ya defin edilmeyi sağlığında çok arzuladığını Yavuz Bülent Bakilerle olan sohbetlerinden ve şiirinden öğreniyoruz.
Arif Nihat Asya, çok zor bir başlangıç yapmış bu dünya hayatına. Hatıralarının en dipte kalanlarından hatırladıklarını şöyle anlatıyor:
“İnceğizdeki evimizin dört büyük odası vardı. Odaların zemini topraktı. Bir odada dedemle babaannem kalıyordu. Bir odada kızları: Gülfem, Asiye, Nuriye, Şadiye halalarım. Bir odada annemle ben kalıyordum. Bir oda da gelen olursa misafirler içindi.
Bir odada annemle ben kalıyorduk, diyorum ama onun yüzünü çok net olarak hatırlayamıyorum. Hani karışık rüyalar görürüz ya, hani uyandıktan sonra gördüklerimizi tam olarak çıkaramayız ya, öyle işte. Annemi 1947 yılına kadar, hep sisler arasından bin bir türlü incelikler, güzellikler arasından seçmeye çalıştım. Ve nedendir bilmiyorum ne zaman burnuma taze ekmek kokuları gelse, ben hep annemi hatırladım. Ekmek kokusu ve annem!  Bu neden böyle? Bilemiyorum…
Ben daha 7 günlükken babam ölmüş. Yetim kalmışım.4 yaşıma girdiğim zaman annem yeni bir evlilik yapmış. Eşi, onu İstanbul’dan alıp Akka’ya  ( bugün bir İsrail şehri)  götürmüş. Anneme hiç kırılmadım, kızmadım. Yeni kocasıyla Akka’ya gitmeden önce, beni de yanına almak istemiş. Ama dedem katiyen razı olmamış. O arada annemin bir çocuğu daha olmuş. İstanbul’dan ayrılmadan önce, dedeme çok yalvarıp yakarmış: Arif’imi bana verin diye çok gözyaşı dökmüş. Dedem şiddetle itiraz edince İnceğizden boynu bükük ayrılmış ve beni yanına alamadığı için o kadar çok üzülmüş ki süt düğümlenmesi olmuş. Gemide çocuğunu emzirememiş. O zamanın şartları malûm! Çocuk bakımsızlıktan ölmüş. Çocuğu ancak Mersin’de toprağa vermişler. Düşünebiliyor musun o annenin çilesini. Ben anneme nasıl kızabilirim?” 
Hayatının başladığı yer olan İnceğiz bir rubaisinde şöyle dile getirecektir kendisini:
Gelmez bana kimse, yok kıyım, yok denizim
Yoktur tanınan tek çocuğumdan da izim.
Arif Nihat Asya, gel ki ben koynunda
Altmış sene önce doğduğun İnceğizim. 
Arif Nihat, bir edebiyat öğretmeni. Ülkenin değişik yerlerinde ve Kıbrıs’ta görev ifa etmiş. DP iktidarında milletvekilliği de yapmış. Kıbrıs Rubaileri de Kıbrıs’taki öğretmenliğinin eseri. Bu arada ömrü boyunca verdiği eserlere bakarsak oldukça velut bir şair ve nesir ustasıyla karşı karşıya kalırız. Hali hazırda, Aramak ve Söyleyememek, Ayın Aynasında, Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor, Fatihler Ölmez ve Takvimler, Rubaiyatı Arif 1-2, Ses ve Toprak, Dualar ve Aminler, Kanatlarını Arayanlar, Kökler ve Dallar, Kubbeler, Top Sesleri, Sevgi Mektupları kitaplarının sahibidir kendisi… 

Anne

İlk kundağın
Ben oldum, yavrum;
İlk oyuncağın
Ben oldum.

Acı nedir
Tatlı nedir... bilmezdin
Dilin damağın
Ben oldum.
Elinin ermediği
Dilinin dönmediği
Çağlarda, yavrum
Kolun kanadın
Ben oldum
Dilin dudağın
Ben oldum.

Belki kıskanırlar diye
Gördüklerini
Sakladım gözlerden
Gülücüklerini...
Tülün duvağın
Ben oldum!

Artık isterlerse adımı
Söylemesinler bana
'Onun Annesi' diyorlar...
Bu yeter sevgilim bu yeter bana!

Bir dediğini
İki etmiyeyim diye
Öyle çırpındım ki
Ve seni öyle sevdim sana
O kadar ısındım ki
Usanmadım, yorulmadım, çekinmedim
Gün oldu kırdın...
İncinmedim;
İlk oyuncağın
Ben oldum.. Yavrum
Son oyuncağın
Ben oldum...

Layık değildim
Layık gördüler
Annen oldum yavrum
Annen oldum!
Arif Nihat Asya