Millî Mücadele, milletimizin var olma mücadelesidir. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde üç kıtaya yayılan topraklarda muhteşem bir devlet kuran Osmanlı, bilhassa 18. yüzyıldan sonra süratle toprak kaybetmeye başlamış; bunun telâfisi için alınmaya çalışılan tedbirler ise, bir fayda vermemişti. Neticede; Avrupa devletleri ve Rusya ile yapılan mücadeleler toprak ve nüfus kayıplarını daha da vahim hâle getirmişti.
20. yüzyıl başlarına gelindiğinde ise, 1. Dünya Savaşı ve bu savaştaki tercihlerimiz 31 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi'yle büyük bir tasfiyeye dönüşmüştü. Daha birkaç çeyrek asır önce devasa topraklara sahip iken, Anadolu coğrafyasına hapsedilmiş ve bu arada bütün imkân ve kabiliyetleri elinden alınmış, ordusu terhis edilmiş bir devlet hâline gelinmişti. İşgalci devletler bununla da yetinmeyerek, imzalanan ateşkes anlaşmasının çeşitli maddelerini muhtelif vesilelerle suiistimal etmiş ve milletimizi Anadolu coğrafyasının da dışına atmaya çalışmışlardı. Son bir ümit ve heyecanla başlayan Millî Mücadele, bu gayretlere bir son verme mücadelesidir. 1919 yılında başlayan bu şahlanış bir çığ gibi büyüyerek, hem askerî hem de siyasî sahada neticeler almaya çalışmıştı.
1921 yılına gelindiğinde, doğuda Ermenilere karşı başarılı olunmuş ve bu cephe garanti altına alınmıştı. Batıda ise, millî kongrelerle vatanın bağımsızlığı ve milletin selâmetinin sağlanması için yapılması gerekenler millete anlatılarak, daha organize teşebbüslere girişilmiş, bu bölgeyi işgal etmeye çalışan Yunanlılarla kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne bağlı düzenli ordunun kurulmasıyla birlikte İnönü Savaşlarında nispeten başarılı neticeler alınırken, Yunanlıların yeniden ve daha şiddetli olarak bir saldırıya girişmeleri ve Meclis'in bulunduğu Ankara'nın işgal edilme tehlikesi herkesi derinden sarsmıştı. İşte bu mücadelenin çetin safhasında hem millete ve ordumuza moral vermek hem de sesimizi siyasî olarak bütün dünyaya duyurarak bağımsızlık mücadelesinden asla taviz vermeyeceğimizi ilân etmek üzere bir marş yazılmasının uygun olacağı fikri ortaya çıkmıştı. Eğitim Bakanlığı'nın yürüttüğü çalışmalarda, birinciliği kazanan eserin sahibine 500 lira nakdî mükâfat verileceği duyurulmuştu. Neticede; 500'den fazla şiirin gönderildiği yarışmada birinciliğe lâyık bir şiir bulunamamıştı.
Vaat edilen mükâfat sebebiyle müsabakaya katılmayan, ancak şairliği ve bu konudaki kabiliyeti herkes tarafından bilinen Mehmed Âkif'ten Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve Balıkesir Mebusu Hasan Basri böyle bir şiiri ancak kendisinin yazabileceğini beyanla bir şiir talep etmişlerdi. Neticede; yazılan şiir, Meclis tarafından beğenilerek burada okunmuş ve Millî Marş olarak kabul edilmiştir. Bunun üzerine 12 Mart 1921 günü kabul edilen ve milletin ruhuna ve ordumuzun kahramanlığına hitap eden marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından yeniden okunmuş, milletvekilleri tarafından ayakta dinlenilerek büyük bir coşkuyla alkışlanmıştır.
Mehmet Âkif'in Ankara günlerinde çektiği maddî sıkıntı herkesin mâlûmu olmasına rağmen, hattâ şiddetli soğuklarda bir arkadaşının paltosunu giyerek Meclis'e gittiği bilindiği hâlde, o, vaat edilen mükâfatı kabul etmemiş ve Dâru'l-Nisaiye'ye bağışlamıştır. Sonraki yıllarda, İstiklâl Marşı gibi bir şiirin yeniden yazılıp yazılamayacağı tartışmalarına, "Allah bu millete bir daha böyle bir marş yazdırmasın!" sözleriyle karşılık vererek, o dönemde yaşanan hâdiselerin ciddiyet ve vehametini yeniden gözler önüne sermiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder