30 Ağustos 2016 Salı
F.GÜLEN DECCAL'IN TA KENDİSİDİR!
17 yıl içlerinde bulunan ve kendi deyimiyle “Hizmet Hareketi olarak gördüğüm, hizmet ettiğim ve büyük saygı duyduğum kişi” diye ifade ettiği ve 2003 yılında bağlarını kopardıktan sonra FETÖ lideri F.Gülen’in “Deccal” olduğunu iddia eden Said ALPSOY’un her satırı itina ile okunması gereken röportajı. Bu örgüte(FETÖ) ne zaman, nasıl ve neden girdiniz? Ben İzmir Foçalıyım, üç nesil Foçalıyız, klasik İzmirli bir aileyiz. Mesela benim rahmetli babam aktif bir CHP’liydi. 4 kardeşli bir ailenin en küçük çocuğuyum. Benim üstlerim 12 Eylül gençliği, İGD mensupları falan. Böyle bir geçmişin içerisinden gelerek 16-17 yaşlarında İslam’ı öğrenmeye merak saldım. O sırada çevremde bulunan Risale-i Nur talebeleriyle tanıştım. Bunlar Fethullah Gülen ekibi değil Mehmet Kırkıncı hocayla hareket eden ekip. Dolayısıyla (inşallah olmuştur) benim hidayete ermem onlarla oldu. Bundan 4 sene sonra, yani 1986’da üniversite için İstanbul’a gelince birçok İslami cemaati araştırma ve tanıma fırsatım oldu. Bu esnada Fethullah Gülen ve hareketi beni etkiledi. Disiplinli oluşları, ciddi oluşları, sistemli oluşları ve en önemlisi diğer cemaatlerden ziyade ne istediklerini bilen bir yapıda oluşları beni etkiledi. En azından dış görünüşleriyle diyeyim daha fedakâr ve ihlaslı oluşları bana cazip geldi. Bu özellikleri benim yaşımda (21-22) idealist bir Müslüman genci etkileyecek özelliklerdendi. Nihayetinde benim de üzerimde etki oluşturdular.
Ben hiçbir zaman İslam’ın altındaki bir kimliği İslam’ın üstünde tutmadım. Bu Allah’ın bana bir lütfu diyorum. Bu düşünce ile şu anda İslam’a en büyük hizmeti eden bunlar ve öyleyse ben de onların arasında olmalıyım dedim. Araştırdım, takip ettim, ihtiyatlı bir deneme sürecinden sonra onlar beni tanıdı ve ben onları tanıdım. Sonucunda da 1987 yılında bu yapıya kendi iradem ve gayretlerimle dâhil oldum. Bu hareketin başlangıç noktası İzmir. İzmir diğer Anadolu şehirlerine göre İslami yaşantıdan uzak bir yer. Bu hareketin başlangıç noktası olarak bu il özellikle mi tercih edildi? Kesinlikle evet. Bu soruya cevap verirken bizzat 17 yıl içerlerinde bulunan ve ardından gezi süreci sonrasında bu yapıyı özel araştırma alanı olarak belirleyen ve ciddi bir backgrounda, bilgiye sahip bir kişi olarak kendimi görebileceğim düşüncesiyle cevap verebilirim. Yaptığım inceleme ve araştırmalarımda ilginç detaylar gördüm. 1966 senesinde F. Gülen’in ilk İzmir’e gelişini Faruk Mercan’ın yazdığı kitapta bizzat kendisi anlatıyor. Orada Trakya’da (Edirne’de) sıkıntılarım vardı, yalnızdım diyor. Daha sonra Trakya’dayken onu keşfetmiş ve onunla dostluk kurmuş olan dönemin Edirne müftüsü Yaşar Tunagür’ü (1959-1960) görüyoruz. F. Gülen o dönemde orada bir camide müezzin. Burada bir parantez açayım, Yaşar Tunagür’ün 1950’lerden itibaren MİT’in diyanetteki adamlarından biri olduğunu söyleniyor. Parantezi kapatalım, bunu aklınızda tutun. Ayrıca Yaşar Tunagür’ün 1966 tayini teamüllere ve hiyerarşik yapıya ters olarak İzmir merkez vaizliğinden Diyanet işleri başkan yardımcılığına çıkıyor. Bu sıçrayış biraz manidar! Ve kendisi İzmir’den ayrılırken yerine F. Güleni’i getirmek istiyor. F. Gülen bu süreci anlatırken Yaşar Tunagür’ün kendisini sıkboğaz ettiğini, kendisinin bu tayini istemediğini ancak Tunagür’ün tayin dilekçesini sekreterine yazdırıp altına zorla imza atmamı sağladı diye anlatır. Yaşar Tunagür, zaten üzerine mim koyulması gereken bir kişiyken böyle ısrar etmesini düşünmek lazım. Bu konuyu Gazeteci yazar Mahmut Övür köşesinde iki kere yazdı, ancak hiç bir yalanlama gelmedi. Ardından 1972 yılında İstanbul’da Vehbi Koç’un köşkünde bir yemek yeniyor ve masada Vehbi Koç, Yaşar Tunagür, Aydın Bolak (petrolcü işadamı) ve Fuat Doğu (dönemin MİT müsteşarı) var. Bu insanların hepsi kendi ağırlıkları olan insanlar olarak bu masada olmasını kimse garipsemez. Ama masada 30 yaşlarında genç, sıradan bir vaiz ve Kuran kursu hocası olarak Fetullah Gülen de var. İlginç olan detay bu. Ayrıca İzmir’e gider gitmez onu himayesinde almış olan büyük bir ihtimalle Yaşar Tunagür’le irtibatlı bir esnaf var. Ali Rıza Güven (Bediüzzaman'ın talebesi ve Şule Yüksel Şenler'in ağabeyi Üzeyir Şenler, ölüm döşeğinde yaptığı sohbette Fethullah Gülen'in Mason üstadının İzmirli iş adamı Ali Rıza Güven olduğunu söylemişti). Daha sonraki araştırmalarda Ali Rıza Güven’in MİT elemanı olduğu, F. Gülen’i İzmir’e gelir gelmez devraldığı ve haftada bir Fetullah Gülen’in faaliyetleri ile ilgili bağlı bulunduğu noktaya yazılı rapor verdiği görülmüştür. Bütün bu taşları yan yana koyduğumuzda bu hareketin başlangıçtan itibaren bilinçli bir hamle olduğunun somut göstergeleridir. Olayın sosyolojik boyutunda ise, örneğin Konya’da, Erzurum’da, Rize’de FETÖ sıfırdan bir faaliyete başlamış olsaydı durum şu olurdu. İslami bilince az çok sahip bir kitleye kendi faaliyetlerini anlatıp, ikna edip onları kazanmaya çalışacak, zaman harcayacaktı. Ama aynı işi İzmir’de yapmaya kalktığında hem kendi cemaatini tanıtacak hem de F. Gülen’in elinden dilinden İslam’ı öğrenecekler. Yani önceden iyi-kötü İslam’ı bilen bir altyapı yeni bir hareket için sıkıntı. Ama hiçbir dini bilgisi olmayan insanlara din adına ne anlatırsanız din o dur. Yani F. Gülen İzmir’de hem paralel bir din anlayışı inşa ediyor hem de kendi kurumsalını oluşturuyor. Onun için İzmir özellikle isabetli seçilmiş bir noktadır diyebiliriz. Peki yapıya dahil olduğunuzda neyle karşılaştınız? 17-21 yaşlarında İslami arayış içinde olan bir gencin tatmin olduğu bir yapı mıydı yoksa başka bir yapı mıydı karşılaştığınız? Bu yapının içeresinde bulunduğum 17 yılın ilk yarısı yani 7-8 yılında ciddi diyebileceğim, yani bende rahatsızlık oluşturan bir şey olmadı. Bunun iki sebebi olabilir; ya vardı ben göremedim ya da son zamanlarda gördüğümüz manevi perişanlığın F. Gülen’in şahsından çevresine henüz sirayet etmemiş olmasıydı. Çünkü o dönemlerde beni ve herkesi etkileyen şey bu yapının takva derinliği ve yaşantısıydı. Kimse o yapıyla takva konusunda yarışamazdı. Örneğin her gece kalkıp kılınan teheccüt namazı adeta altıncı farz gibiydi. Yazın en uzun günlerinde bile Pazartesi-Perşembe oruçları tutuluyordu. Hanımların bir tesettürü var, İslam’da el-ayak-yüz açıkta olabilir biliyorsunuz. O dönem F. Gülen, hanımların yüzlerini bile tamamen örtmesi farzdır diye vaaz kürsülerinden söylüyordu. Bunları görünce 18-20 yaşında idealist bir Müslüman genç olarak “aradığım bu işte” diyordunuz. Bu takva hali sizin üzerinizde cemaatin müthiş bir kredi oluşturmasını sağlıyordu. Arada tek tük istisnai olumsuzluklar görseniz de bu kredi nedeniyle pek dikkatinizi çekmiyordu. Hiç ummadığınız birinde gördüğünüz bir yanlışı kişisel olarak görüyorsunuz ve bu yanlış sizde çelişki oluştur muyordu? Bu sebeplerden dolayı ben şahsen 8-9 sene hiçbir rahatsızlık yaşamadım. Motivasyonumda hiçbir eksiklik olmadan bağlılığıma, hizmetime devam ettim. Ancak 1995/96 yıllarından itibaren yapıda irili ufaklı yanlışlıklar görünce bendeki o kredileri eksiye doğru gitmeye başladı. 2003 yılına gelince bu yanlışlıklar tahammül edilemeyecek seviyeye gelince nasıl kendi irademle bu yapıya girmişsem yine kendi irademle “daha bu işin manevi vebaline ortak olamam” deyip yapıdan ayrıldım. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda benim ayrılmama sebep o zamanki olaylarla şimdi kendi insanına kurşun sıkma alçaklığını gösteren yapıyı kıyasladığımda o zamanki rahatsızlıklarım daha naif, daha basit şeylerdi. Siz o yapının içerisindeyken 28 Şubat süreci yaşandı. 28 Şubat’ta takınılan tavır tam neydi? Çok rezilane bir tavırdı. Benim ayrılışıma o dönemdeki takınılan tavrın birinci derecede etkisi olmuştu. Sıtkım sıyrıldı o dönem. Devamlı olarak üstlerimiz bize “28 Şubatçı paşaların belasını musibetini üzerimize çekmeyelim” diyorlardı. Bu tavrı da, okullarımız kapatılmasın, yurtlarımız kapatılmasın tarzındaki argümanlarla izah ediyorlardı… Örneğin; evinizi eli silahlı 4-5 kişi basıyor, siz de ben bunlarla başa çıkamam o zaman bırakın girsinler namusunuzu ırzınızı kirletsinler… Böyle bir tavır değil Müslümanın sıradan bir insanın dahi kabul edeceği bir şey değil. Benim o zamanki iç düşüncem dik duralım, öleceksek de onurumuzla ölelim idi. Ama FETÖ’nün bakışı bu değil, zilleti seçmekti. O dönemde (28 Şubat) F. Gülen ulusal kanallara çıkıp yüzü kızarmadan şöyle diyordu “Bugünkü Milli Güvenlik Kurulu müçtehit konumundadır, kararlarında isabet ederse iki sevap isabet etmezse bir sevap kazanır.” Hala aklıma geldikçe utanıyorum. Bunu söylemektense bizi vursunlar, ölelim diyordum içimden o dönem. Bu konulara “Çelişkiler İnsanı Fetullah Gülen” kitabımda da değindim. Türkiye’de birçok cemaat var. İnsanlar bu cemaatlerin toplantılarına fırsat buldukça gider manevi olarak destek alır, huzur bulur. Bir yandan da normal hayatlarına devam eder. FETÖ (önceden cemaat) nasıl bir işleyişe sahip? Bu yapının işleyişinde standart bir insan tipi ve standart bir örgüt şeması yok. Yapı kısaca şöyle: 1) Mahrem hizmetler bölümü. Burada Türk silahlı kuvvetleri, Emniyet, Yargı ve İçişleri bakanlığı vardır ve bunlar mahrem hizmetler bölümünde birbirinden bağımsız özerk yapıdadır. 2) Esnaf hizmetleri bölümü. Bu yapı diğerlerine göre daha özel. Bu yapıda özerkliğiniz ve özgürlüğünüz var. Çünkü siz alan değil sürekli veren tarafsınız. Bu size bir parça dokunulmazlık kazandırıyor. Nazlısınız yani. Esnaf demek sizin bildiğiniz mütevelli. 3) İdare örgütü bölümü. Yani esnaf yapısını, öğrenci yapısını dizayn eden örgütün hiyerarşik yapısını koruyan profesyonel idare örgütü. 4) Öğrenciler, insan kaynağı bölümü. İlkokuldan master’a kadar süren süreçteki örgütün yetiştirdiği öğrenciler. Bu dört yapının standartları birbirinden farklı ve birbirinden bağımsızdır. Bunları tek noktada toplayan standart bir şema yok… Ancak bu yapıların elemanları istisnai durumlar hariç kesinlikle kendi insan kaynaklarından yetişmiş elemanlardan seçilmektedir. Örneğin siz otuz yaşını geçmiş ve yapıya sonradan dahil olmuş birisiyseniz ağzınızla kuş tutsanız yapıda önemli bir noktaya gelemezsiniz, abi, imam olamazsınız. Eğer ilkokul, lise, üniversite çağlarında iseniz yani kişiliğinizin tam oturmadığı yıllardaysanız yapıya dahil olmada problem yok. Ancak o yılları geçip otuzlu yaşlardan sonra ister iyi niyetli, safiyane ister art niyetli, çıkar için yapıya dâhil olsanız maddi manevi her şeyinizi verseniz ve bunun karşılığında bir onore edilmek, görev-sorumluluk-makam beklerseniz boşa beklersiniz. Verilmez. Ama bu size hissettirilmez. Eğer FETÖ’nün insan kaynağından gelmiyorsanız ve çok yetenekliyseniz, çok zenginseniz en fazla esnaf hizmetlerinde bulunursunuz. Çünkü o birimde sorumluluğunuz vardır, ama karar verme yetkiniz yoktur. Sadece maddi kaynak sağlar veya bulunursunuz. Ayrıca bu örgütün şifreli bir dil yapısı jargonu vardır. Binlerce kelimeden oluşan bu dili eğer onlarla yaşamamışsanız dışardan biri olarak konuşulanları, yazılanları anlamanız mümkün değil. Örneğin Fetullah Gülen ve mensupları kesinlikle alevi kelimesini kullanmaz. Eğer içerde özel, mahrem bir ortamda F. Gülen alevilerden “kızılbaş” diye bahsederken, dışarıya yani genele konuşurken “ehl-i beyt” ibaresini kullanır. Eğer yapıda değilsen bu ayrımların ne olduğunu ve bu ayrımla ne amaçlandığını bilemezsin. Siz F. Gülen için deccal diyorsunuz. İslami bir backgroundu olduğunu söyleyerek insanları etkilemiş birine deccal diyebilmeniz için elinizde yeterli done var mı? Varsa bu doneleri yapının içindeyken mi tespit ettiniz yoksa ayrıldıktan sonra geriye dönük muhasebe yaparken mi ulaştınız bu kanıya? İkincisi. İçlerindeyken hiç aklıma böyle bir şeyler gelmedi. 2003’te sıtkım sıyrılıp bunlardan ayrılınca 2010 yılındaki “Mavi Marmara” yaşanıncaya kadar F. Gülen’in şahsını, yine yapıdaki kokuşmuşluktan ayrı tutarak sevmeye, saymaya zorladım kendimi. Benim gibilerin sayısı çoktu o yıllarda. “Kendisi iyi çevresi kötü” genel bir argümandı. 7 yıl kendimi bu şekilde avuttuktan sonra, bu adamın tutulacak hiçbir yanı yok kanaati “Mavi Marmara olayında otoriteden izin alınmalıydı.” sözüyle bende netleşti. “Acaba deccal mi bu adam?” diye sorgulamaya başlamam ikinci kırılmayı yaşadığım Mavi Marmara olayıdır. İslami araştırmalar yapan ve kitaplar yazan birisi olarak deccal, mesih, mehdi, ahir zaman kavramlarını bilen biriyim. Ayrıca F. Gülen’i iyi tanıyan biriyim. Bu ikisini yan yana getirmeye başlayınca 3-4 senedir bu kanıya vardım. Ve 15 Temmuz geçesi “Tamam, bu adam deccalin ta kendisidir” dedim. 2010 yılında bende oluşan soru işareti giderek kuvvetlendi. Kuvvetlendi ve 15 Temmuz gecesi bende resim netleşti. Ve bir televizyon kanalı için iki bölümlük geniş bir araştırma yaparak “Fetullah Gülen beklenen deccallerden biri mi?” şeklinde bir çalışma yaptım. Burada önemli bir konuyu aktarmak istiyorum ve bütün kayıtlara geçmesini isterim ki, F. Gülen ve çevresindekilerin kesin inanışı F.Gülen’in beklenen ahir zaman mehdisi olduğudur. Bu ayrıntıyı iyi görmek hem Fetullah Gülen’in şahsi mücadelesi hem de çevresindekilerinin psikolojilerini anlamak hususunda mihenk taşıdır. F. Gülen’de, 10 yaşlardan başlayan ve giderek pekişen “ben beklenen Mehdiyim” inanışı onda Allah’ın varlığına duyduğu inançtan daha kuvvetlidir. Bu kanaat onun bütün yaptıklarının ve yapmadıklarının gerçek sebebini ortaya koyar. Örneğin; Fetullah Gülen 15 Temmuz sonrası, on beş yirmi gün sonra bir mısır televizyonuna çıkıp “Batı müdahale edip Ak Partiyi iktidardan indirsin. Bu silahlı müdahalede olabilir” dedi. Bu saçma sapan beyanat Avrupa için, Avrupa insan hakları için de uygun bir söylem değil. Açık açık batı Türkiye’yi işgal etsin, mevcut iktidarı silah zoruyla indirsin demek. Bu söylem size aptalca bir söylem olarak gelebilir. Ama F. Gülen için bu saçma bir beyan değil. Nedeni ise F. Gülen kendisini Mehdi olarak görmesidir. Ve bu durumda Cumhurbaşkanı Erdoan’ı Deccal , İsa/Mesih olarak da Hristiyanları kabul ediyor yani Batıyı. Eee, hadis-i şeriflere göre Mehdi-Deccal mücadelesinde ne olacaktı? Deccal-Mehdi ile girdiği savaşı tam kazanmışken, tam her şey bitti dendiğinde İsa-Mesih (Batı-Hristiyanlar) devreye girecek Deccal’e saldıracak ve Deccal yerle bir edilip Mehdi galip gelecek. Yani F. Gülen ve çevresi her şey bitmedi, daha durun derken bu teze inandıklarından söylüyorlardı. Lakin bekledikleri gelişme olmayınca Batı harekete geçmeyince, Mısır televizyonuna çıkıp Batıya işini, görevini hatırlatmak istedi. Başta da söylediğim gibi F. Gülen ve çevresi normal bir insanın baktığı perspektiften bakmıyor hayata. Önceki yıllarda Amerika ile CIA ile görüşmeler yaparken de ben bir din adamıyım, ben bunlarla işbirliği yaparsam dine ihanet etmiş olurum düşüncesi yoktu ki adamda. Ben Mehdiyim, ben davam için Amerika’yı da CIA’yı da Mossad’ı da kullanabilirim perspektifine sahip. F. Gülen’in psikolojisinin temeli bu. 15 Temmuz PKK için (belki de hava onlar için çok pusluydu) bir sessizlik süreciydi. 15 Temmuz’da adeta sus pus olmuşlardı. Süreçten bir hafta, 15 gün sonra aniden hortlayan bir terör. Doğu’daki saldırılar, patlamalar… Dershanelerin kapatılması sürecinde Doğu’da bir dershanede bomba patlatılması, ardından emniyet içinde doğuda yapılan manevralarla beraber PKK’nın devreye girmesi. Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan Pensilvanya’yı işaret edecek sözler söylemesi!.. Tüm bunları düşünerek FETÖ ve PKK’yı yan yana koyabiliyor muyuz? Bunları yan yana koymak için yalnızca 15 Temmuz ve sonrasında yaşanan gelişmelere bakmaya gerek yok. Her ikisinin arka plandaki derin bağlantılarını belli ölçüde biliyorsanız, iyi bir analiz yeteneğine sahipseniz ve sürecin satır aralarını yakından takip etmişseniz, sadece şimdi değil seneler öncesinden başlayan derin işbirlikleri olduğunu zaten çıkartabilirsiniz. Tabi bu çok iyi bir analizci, iyi bir gözlemci olmayı gerektiren bir şey. Diyelim ki sadece gündemi takip eden sıradan meraklı bir vatandaşsınız. 17-25 Aralık süreci başladıktan sonra bunların arasında sistematik bir işbirliği olduğunu sadece gazete manşetlerinden bile çıkarmak mümkün olur. Örnek vereyim; 30 Mart 1997 yerel genel seçimlerinde Güneydoğu Bölgesi'nde askeri lojmanlara kurulan seçim sandıklarında HDP anlam verilemeyecek adar yüksek oranlarda oy alıyor. Bu kesinlikle irrasyonel. Çünkü bu insanlar canlarını vererek, kanlarını dökerek o partinin silahlı koluyla mücadele eden insanlar ve aileleri. Rasyonel olan oralardan HDP'ye hiç oy çıkmaması. Bunun çok daha çarpıcısı 7 Haziran ve Kasım seçimlerinde oldu. 17 – 25 Aralık'tan itibaren polis teşkilatı içerisinde ciddi bir temizlik başladı. 4-5 bin civarında görevden alınan oldu. 15 Temmuz'da atılıp da o dönemde bir sebepten atılmayanlar ne oldu? Büyük ölçüde kritik yerlerden, batıdan alındılar, sözüm ona doğuya sürgün edildiler. Şimdi o aktarmanın yansıması olarak, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde bu tür lojman bölgelerindeki sandıklardan çok daha yüksek oranlarda oy çıktı. Mesela 2014 Kobani olaylarında 50 kişi öldürülüyor. Olayların başladığı ilk iki gün içerisinde sadece Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nden 400 tane rapor başvurusu yapıldı. Bunlar medyaya yansıdı. Orda kan gövdeyi götürüyor, 400’den fazla polis kişisel sebepler öne sürerek izin dilekçesi alıyor. Birçok poliste izinsiz olarak ortadan kayboluyor. Gülten Kışanak ile Ekrem Dumanlı’nın Belediye binasına arka kapıdan girerken çekilmiş fotoğrafları falan… Medyaya yansıyan bu tür somut bilgileri yan yana koyduğumuzda zaten bunların bir işbirliği içerisinde oldukları gerçeğine varıyoruz. Ve şimdi 15 Temmuz’dan sonra ortaya dökülen bilgiler zamanında bütün bunları görmüş biri olmama rağmen benim yine de küçük dilimi yutmama sebep oluyor. Düşünün; Semih Terzi’lerin yaptıklarını. Doğrudan PKK ya atış koordinatlarının bilgilerini verecek kadar. Bombalanacağını bildiği yerlere özelikle ölsün diye bizim askerlerimizi gönderecek kadar değildir diyordum. Bu yüzden her gün bir kaz daha küçük dilimi yutuyorum. Bu öyle bir şey ki bunların kötülüğünün dibini göremiyoruz biz.
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ ==> http://www.turkiyehabermerkezi.com/roportaj/fgulen-deccal-in-ta-kendisidir-h52311.html
Darbenin CHP deki ayak sesleri
Cemaat'in medya ayağı olduğu iddiasıyla bu sabah gazetecilere yapılan operasyonda, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun danışmanı Murat Aksoy hakkında da gözaltı kararı alındı. Cemaat-Hükümet kavgası öncesinde Yeni Şafak yazarı olan Aksoy, Ergenekon-Balyoz-Odatv gibi kumpas davalarına destek verirken; Cemaat-Hükümet kavgasının ardından Yeni Şafak'tan ayrılıp Cemaat medyasında yazmaya başlamış ve Halk TV'de program yapmıştı.
Aksoy'un geçen Eylül ayında Halk TV'deki programda "Devlet geleneği şu anda bir çıkış arıyor. Bu seçeneğe göre de, devletin bir B planı var. O da ne yazık ki çok istemediğimiz bir şey. Şu anda bazı şeylerde darbe seçeneği bile Ankara’da konuşuluyor" sözleri dikkat çekmişti.
Aksoy'un geçen Eylül ayında Halk TV'deki programda "Devlet geleneği şu anda bir çıkış arıyor. Bu seçeneğe göre de, devletin bir B planı var. O da ne yazık ki çok istemediğimiz bir şey. Şu anda bazı şeylerde darbe seçeneği bile Ankara’da konuşuluyor" sözleri dikkat çekmişti.
Millet ve Yeni Hayat gibi Cemaat gazetelerinde yazarlık yapan Aksoy, Halk TV'de Eylül ayında "erken şimdi bunları açıklamak" dedikten sonra Ankara'da darbenin konuşulduğunu açıklamıştı.
Programdaki diyalog şöyleydi:
Murat Aksoy: ‘Ama şöyle bir şey var. Bu senaryoya karşı Ankara’da başka senaryo da var da konuşulmuyor değil’
Cüneyt Akman: ‘Mesela?’
Hakan Bayrakçı: ‘Başka parti falan? Abdullah Gül?’
Murat Aksoy: ’Başka parti değil. Erken şimdi bunları açıklamak’.
Cüneyt Akman: ‘Hayır hayır söyle canım, yani tahminleri konuşuyoruz’.
Murat Aksoy: ’Şöyle bir şey, yani hep söylerler ya ‘devlet geleneği şu anda bir çıkış arıyor’. Bu seçeneğe göre de devletin bir B planı var. O da ne yazık ki çok istemediğimiz bir şey. Şu anda bazı şeylerde darbe seçeneği bile Ankara’da konuşuluyor’.
İŞTE O SÖZLER
29 Ağustos 2016 Pazartesi
Yavuz Sultan Selim Köprüsü Akçansa ile yükseldi
Sabancı Holding ve Türkiye’nin lider yapı malzemeleri şirketi Akçansa, 59 metrelik genişliğiyle dünyanın en geniş, 1.408 metre açıklığıyla üzerinden raylı sistem geçen dünyanın en uzun asma köprüsü olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü için; Betonsa markasıyla geliştirilen özel ürünle Türkiye’nin geleceğine önemli bir yatırım yaptı. Akçansa, Yavuz Sultan Selim Köprüsü için Betonsa markasıyla bakım gerekmeksizin 100 yılın üzerinde dayanım gücüne sahip ve asırlarca kullanılacak özel ürün üretti. Akçansa’nın AR-GE gücüyle yarattığı özel ürünler kullanılarak inşa edilen dünyanın en yüksek betonarme asma köprüsü için, 1,5 milyon metreküp hazır beton üretimi gerçekleştirildi.
322 metreyi aşan ayak yüksekliğiyle aynı zamanda dünyanın en yüksek betonarme asma köprüsü ünvanını da alan Yavuz Sultan Selim Köprüsü için, Akçansa Büyükçekmece Fabrikası’nda uzun yıllara dayanan deneyim ve AR-GE gücüne dayanarak proje ihtiyaçlarına özel üretilen çimento ile çevresel etkilere karşı yüksek dayanıklı beton üretildi. 100+Beton, özel olarak üretilmiş beton hatları ve yüksek basınçlı sabit beton pompaları ile tek noktadan sevk edildi.
Kurtul: “Dünyadaki örnek operasyonlardan biri”
Sabancı Holding CEO’su Zafer Kurtul konuya ilişkin yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Türkiye’nin Sabancı’sı olarak ülkemizin geleceğine inanıyoruz. Ülkemize bugüne kadar çok büyük yatırımlar yapmış bir topluluk olarak, bu büyük projenin içinde yer almaktan ve Akçansa şirketimizle imza atmaktan dolayı oldukça gururluyuz. Betonsa’nın bu önemli proje için özel olarak tasarladığı ve hazır beton tesislerinde ürettiği ürünle ve yürüttüğü operasyonla hem dünyada hem de Türkiye’de örnek olacak bir projeye imza atmış olduk. Emeği geçen herkesi kutluyor, ülkemiz için hayırlı olmasını diliyorum.”
Zenar: “Zamana karşı yarıştık, başardık!”
Akçansa Genel Müdürü Umut Zenar da Yavuz Sultan Selim Köprüsü için 150 kişilik bir ekiple çalıştıklarını ve ihtiyaçlara yönelik beton üretimi gerçekleştirdiklerini belirterek, “Projeye özel olarak tasarlanan, beş hazır beton tesisinde taze beton sıcaklığı, buz ve ısıtma ünitelerinin yardımıyla mevsim şartları ne olursa olsun korunmuştur. Yönettiğimiz bu operasyon, dünyadaki örnek uygulamalar arasında yerini aldı. Boğaz’ın zorlu koşulları altında zamana karşı yarışılan bu projede kazandığımız büyük tecrübenin hem ülkemizde hem de dünyada yüksek yapıların yapılması noktasında inşaat sektörü adına yeni ufuklar açtığına inanıyoruz. Rekor sürede inşa edilen bu büyük projenin tedarikçisi olmaktan gurur ve mutluluk duyuyoruz” dedi.
Öte yandan Betonsa Garipçe Hazır Beton Tesisi, bu operasyon sırasında kurduğu İSG odaklı çalışma sistemleri ve özel uygulamaları sayesinde kaydettiği ‘sıfır iş kazası’ başarısıyla, HeidelbergCement Grubu’nun dünyadaki 625 tesisi arasından birinci seçilerek, İş Sağlığı ve Güvenliği Büyük Ödülü’nü almaya hak kazandı
CHP deki Fetöler
Ayyıldız Tim'in hacklediği email ve Twitter hesaplarından birinde, FETÖ'nün ABD'deki 1 numarası olarak anılan İlhan Tanır ile CHP milletvekili Eren ERDEM'in yazışmaları dikkat çekti.
Deşifre olan mesajlarda ayrıca, 5 CHP'li milletvekilinin Fetullah Gülen'i ziyaret edeceği, içlerinden birinin de namaz kıldığı ayrıntısına yer veriliyor.
Paylaşımı büyütmek için üzerine tıklayın
Siyaset bilimci Prof. Dr. Doğu Ergil'in Fetullah Gülen'e gönderdiği sorular
Paylaşımı büyütmek için üzerine tıklayın
28 Ağustos 2016 Pazar
ORSAM zorla o FETÖ'cüye devredilmiş..
Gazeteci Fuat Uğur bugünkü köşesinde Ahmet Davutoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı döneminde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi'ne (ORSAM) nasıl el konulduğunu yazdı. İddiaya göre söz konusu düşünce kuruluşu Davutoğlu tarafından kurumun kurucu ismi Hasan Kanbolat'tan zorla alınarak bir dönem Emre Uslu'yla ev arkadaşı olan ve adı ilk kez 15 Temmuz darbe girişimi öncesi Büyükada'da gerçekleştirilen toplantıyla gündeme gelen Şaban Kardaş'a devredildi.
İşte Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur'un Davutoğlu'nun Rolls Royce'u ve Stratejik Derinlik başlıklı o köşe yazısı:
Hasan Kanbolat Türkiye kamuoyunun Orta Doğu üzerine yaptığı çalışmaları ve makaleleri ile tanıdığı bir isim. Son bir yıldır emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz ile birlikte Ankara Politikalar Merkezi adlı düşünce kuruluşunu hayata geçirdi. Yıllar evveline dayalı bir hukukumuz vardır. İstanbul'a gelince buluşup yemek yedik ve uzun uzun konuştuk.
İşte Türkiye gazetesi yazarı Fuat Uğur'un Davutoğlu'nun Rolls Royce'u ve Stratejik Derinlik başlıklı o köşe yazısı:
Hasan Kanbolat Türkiye kamuoyunun Orta Doğu üzerine yaptığı çalışmaları ve makaleleri ile tanıdığı bir isim. Son bir yıldır emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz ile birlikte Ankara Politikalar Merkezi adlı düşünce kuruluşunu hayata geçirdi. Yıllar evveline dayalı bir hukukumuz vardır. İstanbul'a gelince buluşup yemek yedik ve uzun uzun konuştuk.
Hasan Kanbolat esasında kurduğu ve dünyanın en itibarlı düşünce kuruluşları (think tank) arasına soktuğu ORSAM (Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi) ile tanınmıştı. Öyle ki Suriye meselesi nedeniyle toplanan Cenevre Konferansı'na çağrılan ve masaya oturan tek think tank ORSAM'dı.
Ancak tuhaf bir şekilde 12 Şubat 2014 tarihinde ORSAM'ı devretmişti. O vakit yaptığı uzun açıklamada özetle şunu demişti:
"2008 yılından beri kurucusu olduğum ve başkanlığını yaptığım ORSAM (Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi) Başkanlığı görevimden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun tasarrufu üzerine 12 Şubat 2014 tarihi itibarı ile ayrılmış (alınmış) bulunmaktayım. ORSAM'ı neden bırakmak zorunda kaldığımı yazmak oldukça zor. Defalarca yazdım, yazdığımı sildim. Haklıyken susmak daha da zor. Ama Dışişleri Bakanlığı'na saygım susmamı gerektiriyor..."
O tarihten beri de yüz yüze gelip sohbet edemediğimiz için öğrenememiştim olayın aslını. Bu sefer "Ahmet bey seni nasıl zorladı ki ORSAM'ı bırakmaya?" diye sordum. Anlattı.
O vakit şu anda bir ülkede büyükelçilik yapan bir diplomat aramış ve ona "Sayın Dışişleri Bakanımız ORSAM'ı istiyor" demiş. Çok şaşırmış bu tepeden inme isteğe ama sonuçta koskoca Bakan, "Tamam ama bunun bir bedeli olacak değil mi?" diye sorunca "Gayet tabii" cevabını almış.
İki gün sonra aynı diplomat telefon ederek durumu bildirmiş ona:
-Hasan bey ORSAM'ı önümüzdeki cuma gününe kadar, iki gün içinde devretmeniz gerekmekte.
-Peki, tamam. Bedelini konuşalım o vakit.
-Hiçbir parasal karşılığı yok Hasan bey. Bila bedel devredeceksiniz.
Hasan Kanbolat devretmiş. "Neden kabul ettin ki? Tehdit mi hissettin?" diye sormadan edemedim. Gülerek "Vallahi korktum. Ülkemizde çamur atmak o kadar kolay ki" dedi.
Cuma günü devredeceği kişiyle; Şaban Kardaş'la bir araya gelmişler. Şaban Kardaş o sırada TOBB üniversitesinde öğretim üyesi. Onu, kamuoyu 15 Temmuz darbesinin yapıldığı gün Büyükada'daki Splendid Palace'da CIA ajanı Henri Barkey ve diğer CIA ajanlarıyla birlikte İran üzerine "bilimsel toplantı" yaptığı ortaya çıkınca tanıdı. İyi eğitim görmüş, ABD'nin Utah Üniversitesi Siyaset Bilimleri Fakültesi'nde doktora yapmış bir isim kendisi. Utah'da yıllarca aynı evde kaldığı Emre Uslu ile şimdi görüşüyor mu bilemiyoruz. Sonuçta Hasan Kanbolat, biraz anlattığımız Şaban Kardaş'a ORSAM'ın tüm isim haklarını devretmiş.
Bir araya gelmişken madem laf Davutoğlu'ndan açıldı, hem onun Stratejik Derinlik başlığıyla andığımız Suriye politikasını, hem de o dönemde izlenen dış siyasetteki temel parametrelerinin ülkemizi getirdiği noktayı ve Cerablus'u konuştuk.
İşte söyledikleri:
"Davutoğlu aslında Henry Kissinger'den sonra dış siyasette kitap yazan ikinci Dışişleri Bakanı. Ama her kuramın pratik hayatta karşılığı olmayabiliyor. Bizim Orta Doğu'daki yanılgımızın sebebi hazırlıksız yakalanmamızdı. Çünkü Türkiye Orta Doğu'yu unutmuştu. Sadece orayı değil Türkiye 1993'e dek dünyayı haritadan gördü. 1991'de Sovyetler dağıldığında da aynı şeyi yaşadık. Orta Doğu'da Arap Baharı ve Suriye krizi esnasında bölgenin en gelişmiş, demokratik ülkesiydik ama bölge hakkında sadece hayallerimiz vardı. Dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Stratejik Derinlik kitabını yazarken bu duygular içindeydi ve altında bir Rolls Royce olduğunu sanıyordu. Oysa farkında değildi, altındaki sadece Murat 124'tü. Suriye'nin kapasitesini, insan gücünü, gençliğini, iş dünyasını, kadınlarını, sivil toplumunu tanımıyorduk. Ahmet bey bu yüzden sandı ki savaş 6 ay içinde biter. Onu bırakın Ahmet bey asimetrik savaşı ve asimetrik terör örgütlerini, laboratuvarlarda örgüt üretiminin nasıl yapıldığını bilmiyordu. Bu yüzden DAEŞ'i bir Sünni isyanın unsuru olarak gördü uzun süre. Türkiye artık Türk dünyasında, Kafkasya'da ve Orta Asya'da bir mesafe alıp dengeye vardı. Artık son atılımlarla birlikte Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da da boğulmamaya, yüzmeye başladı. Bu yüzden Cerablus operasyonu çok önemlidir..."
Ahmet Davutoğlu, ORSAM'a el koymak yerine başkanının düşüncelerini dinleseydi, belki kitabının "Stratejik Derinlik" gibi iddialı bir adı olmayacaktı ama pratik hayatta karşılığı bulunan kavram, tespit ve öngörülerle dolu olacaktı. Bu Türkiye için de hayırlı sonuçlar doğuracaktı kuşkusuz
..
15 Temmuz'da hain darbe girişiminde yayınları kesmek TRT binasına gelen için darbecilere eşlik eden bu 3 isim çok önemli firmalara bilişim desteği veren şirketlerin üst düzey yöneticileri olduğu ortaya çıkmıştı.
Supercom Firması sahibi ve Sürat Teknoloji Genel Müdürü Harun Şahin, Geçmişte Supercom Firması'nda yöneticilik yapmış olan, Nuh Çimento Grubu yöneticisi Seyfullah Genç, Sürat Teknoloji bilişim uzmanı Niyazi Şanlı o gece TRT yayınını kesmek için gelen ekipteydi.
Hain ihanetin yaşandığı gece halka kurşun sıkmaktan çekinmeyen darbecilerin hizmetinde TRT binasına giren ekipte bulunan Nuh Çimento Grubu yöneticisi Seyfullah Genç'in bulunması şirket içerisinde 'FETÖ'cüler ne kadar etkin?' ve 'Onlara sahip çıkan birileri mi var?' sorusunu akla getiriyor.
Peki ihanet gecesinde helikopterle alınarak TRT binasına getirilen ve darbicelere hizmet eden FETÖ'cü Seyfullah Genç'in alıştığı Nuh Çimento'nun yönetiminde kim var?
CEO olduğu dönemde Türk Telekom'u paralel ihanet çetesinin çiftliğine çeviren Gökhan Bozkurt 2013 yılında Nuh Çimento'da CEO oldu.
Türk Telekom'un yeniden yapılandırılması ve İnsan Kaynakları'ndan sorumlu olarak görev alan Bozkurt, Ağustos 2010 –Eylül 2012 tarihleri arasında Türk Telekom A.Ş.'nin CEO'luğunu üstlendiği dönemde şirkete FETÖ'cülerin yerleşmesinde etkin rol oynadı. 2013 tarihi itibariyle de Nuh Çimento Sanayi A.Ş CEO'su oldu.
NUH ÇİMENTO'NUN FETÖ İLE BAĞI ARAŞTIRILSIN
FETÖ'cü darbede TRT'yi basan sivil bir teröristi istihdam eden Nuh Çimento'nun CEO'sunun da FETÖ ile derin bağı, o şirketle ilgili soruştuma yapılıp yapılmadığını akla getirdi. FETÖ soruşturmasını yürüten savcıların Nuh Çimento için neyi bekledikleri merak ediliyor
..
Hain ihanetin yaşandığı gece halka kurşun sıkmaktan çekinmeyen darbecilerin hizmetinde TRT binasına giren ekipte bulunan Nuh Çimento Grubu yöneticisi Seyfullah Genç'in bulunması şirket içerisinde 'FETÖ'cüler ne kadar etkin?' ve 'Onlara sahip çıkan birileri mi var?' sorusunu akla getiriyor.
Peki ihanet gecesinde helikopterle alınarak TRT binasına getirilen ve darbicelere hizmet eden FETÖ'cü Seyfullah Genç'in alıştığı Nuh Çimento'nun yönetiminde kim var?
CEO olduğu dönemde Türk Telekom'u paralel ihanet çetesinin çiftliğine çeviren Gökhan Bozkurt 2013 yılında Nuh Çimento'da CEO oldu.
Türk Telekom'un yeniden yapılandırılması ve İnsan Kaynakları'ndan sorumlu olarak görev alan Bozkurt, Ağustos 2010 –Eylül 2012 tarihleri arasında Türk Telekom A.Ş.'nin CEO'luğunu üstlendiği dönemde şirkete FETÖ'cülerin yerleşmesinde etkin rol oynadı. 2013 tarihi itibariyle de Nuh Çimento Sanayi A.Ş CEO'su oldu.
NUH ÇİMENTO'NUN FETÖ İLE BAĞI ARAŞTIRILSIN
FETÖ'cü darbede TRT'yi basan sivil bir teröristi istihdam eden Nuh Çimento'nun CEO'sunun da FETÖ ile derin bağı, o şirketle ilgili soruştuma yapılıp yapılmadığını akla getirdi. FETÖ soruşturmasını yürüten savcıların Nuh Çimento için neyi bekledikleri merak ediliyor
27 Ağustos 2016 Cumartesi
Şanlıurfa'da akrep tesisi
Şanlıurfa'da akrep zehrinin sağımını yapmak için tesis kuran Ali ve Bilal Yılmaz kardeşler, devlet desteği bekliyor
- Paylaş
- 17
- 39
- 5
Şanlıurfa’da zehirli akrep toplayan Ali ve Bilal Yılmaz kardeşler, çok değerli olan akrep zehrinin sağımını yapmak için bir depoda tesis kurdu. Devlet desteği bekleyen Yılmaz kardeşler, 30 yıldır akreplerle iç içe yaşadıkları için sokmalara karşı dirençli olduklarını söyledi.
Kentte yaşayan Ali Yılmaz, kardeşi Bilal Yılmaz ile birlikte evlerinin altında bulunan depoda akrep tesisini kurdu. Dünyada sadece Şanlıurfa’da bulunan ve zehrinden serum elde edilen Androctonus Crassicauda akrep türünü geceleri tarla ve ahırda yakalayan Yılmaz kardeşler, bunları özel cam kutularda muhafazada tutarak Sağlık Bakanlığı'na satışını yapıyor. Dünyanın en tehlikeli ve öldürücü akrepleri eline alarak oynayan Ali Yılmaz, 30 yıldır akrep yakaladığını belirterek, şöyle dedi:
"Ben 16 yaşındayken herkesin korkuttuğu akrepleri yakalamaya başladım. Bunun için kimin evinde akrep olursa beni çağırıp ben akrebi yakalıyordum. Bunlara karşı ilgim artıkça bunların nelere faydalı olduğu konusunda araştırmalar yaptım. Dünyada ilaç ve kozmetik ürünlerinde akreplerin kullanıldığını öğrenince böyle bir tesis kurma hayalim vardı onu gerçekleştirdim. Bu tesise benden başka kimse girmeye cesaret edemiyor. Tarım Bakanlığı Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğünden izin alarak bu tesisi kurdum. Bu şekilde anaç toplayarak akrep yetiştiriciliğini yapıyorum. Şuanda bu tesiste 150 anaç akrep var ve bunlar yılda 80-120 arasında doğum yapıyor."
Ali Yılmaz, "Günde 2-3 defa akrepler beni sokması üzerine vücudum bağışıklık kazandı. Bu nedenle bana zehir tesir etmiyor. Ama normal bir insanı soktuğu zaman dünyanın en tehlikeli olan bu akrepler 30 dakika içerisinde ölüme yol açabiliyor" diye konuştu.
'DÜNYANIN EN PAHALI SIVISINI ÜRETMEYE ÇALIŞACAĞIZ'
Ağabeyiyle akrep yetiştiriciliği tesisini kurduğunu kaydeden Bilal Yılmaz ise devlet desteğini almaları durumunda dünyanın en pahalı sıvısı olan ve litresi 10 milyon dolardan satılan akrep zehir sağımı işini yapmak istediklerini söyledi. Dünyanın en tehlikeli ikinci akrep türü olan ve Şanlıurfa’da çok rastlanılan Androctonus Crassicauda akrep türünün dünyadaki bütün akrep sokmalarına karşı panzehir olarak kullanıldığını anlatan Bilal Yılmaz, şunları söyledi:
Ağabeyiyle akrep yetiştiriciliği tesisini kurduğunu kaydeden Bilal Yılmaz ise devlet desteğini almaları durumunda dünyanın en pahalı sıvısı olan ve litresi 10 milyon dolardan satılan akrep zehir sağımı işini yapmak istediklerini söyledi. Dünyanın en tehlikeli ikinci akrep türü olan ve Şanlıurfa’da çok rastlanılan Androctonus Crassicauda akrep türünün dünyadaki bütün akrep sokmalarına karşı panzehir olarak kullanıldığını anlatan Bilal Yılmaz, şunları söyledi:
"Bizim burada bulunan akrepler oldukça kaliteli bir akrep türüdür. Bu tesisin burada kurmamızın amacı anaç akreplerin doğumunu sağlamak ve Şanlıurfa’nın tanıtımını yapmaktır. İlaç ve kozmetik sektöründe oldukça muazzam bir geliri bulunmaktadır. Bu akreplerin zehri dünyadaki en pahalı sıvısı arasında yer almaktadır. Akrebin 1 litre sıvısı uluslararası piyasasında 1 litresi 10 milyon dolara satılmaktadır. Bizim bu tesisimizde ise yılık 1-2 litre sıvı alma kapasitesi bulunmaktadır. Ancak bizim akrep sağım tesisimiz yok. Bunla ilgili olarak resmi girişimlerimiz devam etmektedir. Bu proje hayatta geçirilmesi durumunda ticari olarak ve Şanlıurfa’nın tanıtımı açısından büyük bir projedir."
DHA
25 Ağustos 2016 Perşembe
FETÖ himmetleri Boydak'a
Boydak Holding'in, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tarafından 19 yıldır finanse edildiği belirtildi. Kayseri merkezli Çalışanların Eğitimi ve Düşünce Derneği'nin Genel Başkanı Zafer Göçer, 4 üst düzey yöneticisi tutuklanan Boydak Holding'in 19 yıldır FETÖ tarafından desteklendiğini söyledi. Takvim'in haberine göre Kayseri'deki KOSGEB'de yuvalanan FETÖ'nün, Boydaklar'ın belirlediği girişimcilere son birkaç yılda 700 milyon liralık hibe aktardığını anlatan Göçer, bu paralarla kurulan firmaların ise Boydak Holding'e fason olarak çalıştığını ve ürettiği ürünleri Boydaklar'a 5'te 1 fiyatına sattığını iddia etti.
700 MİLYON LİRALIK VURGUN
700 MİLYON LİRALIK VURGUN
Göçer; şunları anlattı: "KOSGEB'den E. Ç., Boydaklar tarafından söylenen kişilere hibe veriyordu. KOSGEB'den yaklaşık 700 milyon liralık bir hortumlama yapıldı. Yaptığımız araştırmalarda hibe alan girişimcilerin çoğunluğunun Boydak Holding'e fason çalıştığını belirledik. Ürettikleri ürünleri ise Boydak Holding'e 5'te bir fiyatına sattılar. Bu sistem yaklaşık 19 yıldır bu şekilde sürdü."
'GİRİŞİMCİLERİ İFLAS ETTİRDİLER'
Çalışanların Eğitimi ve Düşünce Derneği Başkanı Göçer, Kayseri'de Boydaklar'ın onayı olmayan girişimcilere hibe verilmediğini iddia etti. Daha önceden 2 kez hibe alarak açtığı firmayı batıran bir kişiye Boydaklar'ın telefonu üzerine 3'üncü kez hibe verildiğini söyleyen Zafer Göçer, şöyle konuştu: "KOSGEB'e sızan FETÖ'cüler, kendilerinden olmayan girişimcilere, firmalarını kurmalarını ve makineleri almalarını, hibelerin daha sonra verileceğini söyledi. Girişimciler de borçla firmasını açtı ancak Boydaklar'ın onayı olmadığı için hibe alamadı. Mevzuata aykırı bahanelerle birçok kişi iflas ettirildi."
22 Ağustos 2016 Pazartesi
ingiliz casususun itiraflari PDF
İngiliz casusu Hempher anılarında İngiliz casusluk faaliyetleri hakkında da bazı bilgiler vermektedir. Bunlardan bir tanesi var ki eğer hayal ürünü değilse inanılacak gibi değildir. Onun iddiasına göre İngiliz Sömürge Bakanlığı bünyesinde İslam Dünyasının gelişen olaylar karşısında siyasetini önceden tespit etmek amacıyla bir birim oluşturulmuştur.
İngiliz casusu Hempher’in anıları daha doğrusu itirafları, son asırlarda İslam dünyasının başına gelenlerin hiç de tesadüf olmadığını, büyük bir planın uygulaması olduğunu bütün gerçekliği ile ortaya koymaktadır. Amaç Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak ve bütün ayrılıkları körükleyerek İslam dünyasını paramparça etmekti. Hempher’in bahsettiği olayların 1700’lü yılların başı gibi erken bir dönemde geçiyor olması, işin başka bir ürkütücü yönüdür.
Hempher kimdir?
Hempher, İngiliz Sömürge Bakanlığı tarafından Osmanlı coğrafyası için özel yetiştirilen casuslardan birisidir. İngiltere’de İslam ve Türkçe eğitimi aldıktan sonra ilk olarak İstanbul’da görevlendirilmiştir. İstanbul’da İslamiyeti seçmiş kimsesiz bir batılı olduğunu söyleyerek Şeyh Ahmet isimli bir alimden destek almış bu süre içerisinde Arapça ve İslamiyet ile ilgili bilgilerini pekiştirmiş, Türkçesini ilerletmiştir.Daha sonra ülkesine dönmüş ve İngiliz Sömürge Bakanlığı tarafından tekrar görevlendirilmiştir. Bu sefer ki görev yeri Basra’dır. Görevi İslam dünyasında ki ayrılıkları tespit etmek bu ayrılıkları körüklemek hatta yeni ayrılıklar ortaya çıkarmaktır. Basra’nın seçilmesinde ki en önemli neden Şii ve Sünni dünyanın ortasında yer alması olmalıdır.
Hempher’in söylediğine göre Osmanlı Coğrafyasında aynı anda değişik bölgelerde aynı özelliklere sahip dokuz ajan daha bulunmaktadır. Bu ajanlardan bir tanesi Yemen’de kaybolmuş, Mısır’da ki İslamiyeti seçmiş, bir başkası ölmüş ve bir tanesi de Rusya’da kaybolmuştur. Ama anlaşılan o ki diğerleri görevlerini layıki ile yerine getirmiştir.
Basra’da İslam dünyasının zayıf noktalarını tespite çalışan Hempher, Şii ve Sünni dünyadan nefret eden yeni bir grubun (Vahhabilik),temellerini nasıl attıklarından da ayrıntılı bir şekilde bahsetmektedir. Kur’an-ı Kerim’e ve PeygamberHazreti Muhammed’e (sav) duyduğu hayranlığı da zaman zaman itiraf etmekten geri kalmıyor.
İngilizlerden İslam dünyası için "paralel devlet"
İngilizlerden İslam dünyası için "paralel devlet"
Hempher anılarında İngiliz casusluk faaliyetleri hakkında da bazı bilgiler vermektedir. Bunlardan bir tanesi var ki eğer hayal ürünü değilse inanılacak gibi değildir. Onun iddiasına göre İngiliz Sömürge Bakanlığı bünyesinde İslam Dünyasının gelişen olaylar karşısında siyasetini önceden tespit etmek amacıyla bir birim oluşturulmuştur.
Bu bölümü ilginç kılan ise Osmanlı Devleti’nin padişah ve Şeyhülislamının, Safevi hükümdarı ve vezirinin bir de Şii dünyası liderinin birer insan kopyasının burada çalışıyor olmasıdır.
İddiaya göre bu birimin görevlileri aynen temsil ettikleri kişiler gibi yetiştirilmişler ve hatta masada orjinallerinin kostümleri gibi giyinmiş olarak oturmaktadırlar. Yanlarında ise konularında uzman danışman ve katipler yer almaktadır. Bunlar sürekli sorumluluk bölgelerinden gelen bilgileri değerlendirmekte ve görüş bildirmektedirler.
İngiliz Sömürge Bakanlığı Sekreteri Hempher’e bu birimi gösterirken, bu birim sayesinde İslam dünyasının reflekslerini en az yüzde yetmiş isabetle tutturduklarını ifade etmiştir. Arkasından da bir deneme yapabileğini belirtmiş.
Daha o yıllarda böyle bir teşkilata sahip olan bir dünyanın, sonra ki yıllarda İslam Dünyasını paramparça etmiş olmasına şaşırmamak gerekir. İslam Dünyasının özellikle son üç yüz yılı yeniden incelenmeli ve bütün olayların geri planı ortaya konulmalıdır.
Kaynak: İngiliz Casusunun İtirafları ve İngilizlerin İslam Düşmanlığı, Tercüme eden M.Sıddîk Gümüş, Hakikat Kitabevi, İst. 2009
Kaynak: İngiliz Casusunun İtirafları ve İngilizlerin İslam Düşmanlığı, Tercüme eden M.Sıddîk Gümüş, Hakikat Kitabevi, İst. 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)