Hep söylerim, aslında çok ama çok değerli haberler bizde görülmez!
Küçültülür, kaybedilir! Bunun için yetişmiş çok adam vardır burada!
Görevleri ve yetkileri bellidir! Türk kazanmasın, bu topraklar gülmesin diye özel gayret içindedirler!
İsim vermeyeceğimi biliyorsunuz!
Her şey apaçık ortada!Sadece dikkat!
Gizlenen ve hakkı verilmeyen sözlerden biri de maalesef yine İngiliz Başbakan David Cameron'a aitti!
ETON COLLEGE mezunu Başbakan, kendi ülkesinde düzenlenen Dünya İslami Ekonomik Forumu'nda konuştu! Konuşma ilginçti! Ama asıl ilginç olan, Cameron'un salonda bulunan 800 önemli misafirin meraklı bakışları arasında sözlerine "Selamün Aleyküm" diye başlamasıydı! Cameron piyasalarda dolaşan ve en az 1 trilyon dolar olduğu söylenen parayı alabilmek için İSLAMİ BONO işine girmeye karar vermişti! Selamın arkasında yatan neden buydu! Protestanlığın kalesi ve simgesi olan İngiltere, Araplar'la buluşmaktan ve onların hoşuna gidecek jestlerden kaçınmıyordu!
Neyse buraya tekrar geleceğiz!
Gidenler bilir, Eton College ile KRALİÇE'nin hafta sonlarını geçirdiği WINDSOR Şatosu birbirlerine yakındır!
Özellikle ŞATO'dan okul çok görkemli görünür!
Kraliçe'nin gerçek ismi Elizabeth Alexandra Mary Windsor'dur! Kral V.
George, ailesinin Alman bağını kesmek için bu ismi almıştır! Taa 1917'de!
Kraliçe de Buckingham ve Holyrood saraylarının dışında Windsor'u kullanır! Ama her geleni Windsor'a sokmaz! Dünyanın eşsiz tablolarının ve antikalarının bulunduğu, NİŞANLARDAN gözünüzü alamayacağınız bu yere sadecePARASI olanlar girer!
İlerlemiş yaşına rağmen Kraliçe son 5 yılda burada 4 özel davet verdi!
Kimlere mi?
Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife el Tani
Kuveyt Emiri Şeyh Sabah el Ahmed el Sabah
Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Raşid El Maktum
Katar Başbakanı Şeyh Abdullah'a...
Hepsiyle yakından ilgilendi!Zaten hem Türkler'le hem Araplar'la 200 yıldır yakından ilgileniyorlardı!
Kalelerini Londra'ya inşa eden Rothschildler, Kırım Savaşı'nı finanse etmiş, daha sonra da Osmanlı'nın BORÇyönetimini ele almıştı! Bu İSRAİL'in kurulmasına giden bir yoldu!
Askerle giremedikleri yerlere PARA ile giriyorlardı!
Bu aileler Windsor'un desteğiyle İttihat ve Terakki'ye sızdı! Daha doğrusu kurdu ve yönetti! 1900'lerin başlarından itibaren Osmanlı'da operasyon yapan İngiltere, Fransa, Amerika ve Almanya'nın arkasında bu aile vardı!
Amerika adına yürütülen Chester projesinin arkasındaki Kuhn-Loeb ve Vicker-Armstrong, İngiltere adına yürütülen Glasgow projesinin arkasındaki Rio Tinto vardı!
Bir de Rohtschild ailesinin İstanbul'da SADIK ADAMI Gülbenkyan iş başındaydı! SHELL İstanbul'un başında görev yapıyor ama asıl Osmanlı'nın Ortadoğu'daki petrollerini avuçlamak için çalışıyordu! En başarılı olan da bu zattı!
Haliyle onlar kazanınca Türkler kaybediyordu!
Peki Windsor sadece petrole mi göz dikti?Elbette hayır!
Lord Alfonse de Rothschild'in, Paris'te Siyonizm üzerine düzenlediği bir yemekli toplantıya katılan Lord Alfred Milner'a, Kral Faysal'la konuşması için, Arabistanlı Lawrence tercümanlık ediyordu. Milner, BALFOURDeklarasyonu'nun babasıydı! Akıl onundu!
Ayrıca İngiltere'nin dış politikasını belirleyen think-tank kuruluşu Chatham House/RIIA, Rothschildler'in kontrolünde Milner tarafından kuruldu.
Irak'ta bir Kürt devleti kurulması da bu kuruluşun icadıydı!Dediğim gibi LONDRA bağlantılı basın bunları yazmazdı!
Musevi bağlantılarının karşısına hiçbir gazete ve televizyon karşı durmazdı!
Hal böyle olunca da GERÇEK bir türlü anlaşılmazdı!
İngilizler sadece toprak üzerine hesap yapmazdı! Asıl hedef PARA'ydı!
Zaten Musevi ailelerle görünmeyen işbirliğinin altında da bu yatıyordu!
Aynı AKIL FAİZSİZ BANKACILIK sisteminin de mucidiydi!
Körfez'e inip liderleri ikna ederek PARALARIN Londra'ya akmasını da başarıyorlardı!
Amerika her yere asker götürmesine rağmen tek kurşun atmadan İngilizler pastadan kocaman pay almayı biliyorlardı!
Herkese de "Biz Amerika ile birlikteyiz!" yalanını söyleyerek!
Zaten Amerika'nın içinde ÖZ AMERİKA kadar güçlüydüler!
Görünmeyen BİRLEŞİK KRALLIK'ın gerçek gücü oradaydı!
Akrabalık ve ekonomik sistemin sorunsuz işlemesini sağlıyordu!
İşte bizim MÜSLÜMAN diye sokmadığımız, hatta ismini beslediğimiz hayvanlara verdiğimiz insanlar Londra'da birTÜRK'ün giremediği ŞATOLARDA ağırlanıyordu!
Laikliği korumak için trilyon dolarları kaybediyorduk!
Tıpkı Kürtler'i itip petrol ve gaza sırtımızı döndüğümüz gibi!
Onların BAŞBAKANI ülkesi için her kılığa girerken kimse sorun etmiyordu!
Ama Erdoğan memleket için uykusuz geceler geçirdiğinde Kraliçe'nin adamları tarafından saldırıya uğruyordu!
Aradaki farkı da normal bir aklın görme ihtimali yoktu! Çünkü Londra ve Musevi ailelerden emir alan MEDYA olağanüstü bir karartma yapıyordu!
Marmaray, Türkler'in en güçlü olduğu zaman yapılan bir projedir!
Türkler ne zaman güçlü olduysa BOĞAZ'a hükmetti!
Marmaray da bunun göstergesi!
Ankara artık "Sadece Ortadoğu'ya değil Çin'e kadar ben gideceğim!" diyor! Bu PARANIN İstanbul'a gelmesi demek!
Bu da Cameron'ı 45 yaşından sonra "Selamün Aleyküm" demeye zorluyor!
Biz kendimizi bulunca adamlar değişiyor!
GÜÇ BU!
31 Ekim 2013 Perşembe
Bir Cumhuriyet yalani
Dün doksanıncı yılını idrak ettiğimiz cumhuriyet türlü çeşitli yalanlarla bugüne gelmiştir.
Bunlardan biri "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" palavrasıdır. Çok kişi bunu Atatürk'ün söylediğini sanır. Hayır! "Korporatizmin" yani faşizmin ekonomik görüşünün temeli olan bu zırva, bu bilime aykırı saçmalık, Onuncu Yıl Marşı'nın sözleri arasında yer alır (marşın pratikte kullanılmayan son kıtasında) ve Behçet Kemal ile (Çağlar) Faruk Nafiz tarafından yumurtlanmıştır (Çamlıbel)...
Bir başkası, "dünyada kurtuluş savaşı veren ilk millet olduğumuz" palavrasıdır.
Bunu böyle öğrettiler, biz de pek sevdik, böbürlendik, ona buna hatırlattık, eloğlu "hadi canım" deyince de şaşırdık ve kızdık.
Öte yandan, yeni bir kurtuluş savaşı veren Cezayir halkına karşı Birleşmiş Milletler'de emperyalist Fransa'dan yana oy kullanmaktan da utanmadık.
İlk kurtuluş savaşı ha? Peki o zaman, İngiliz emperyalizmine karşı Amerikan sömürgelerinin verdiği savaş ne oluyor?
Amerikan ayaklanması bir kurtuluş savaşı değilse nedir, düdüklü tencere mi?
Londra yönetiminin Amerikalı toprak ağalarını ağır vergilerle kazıklaması emperyalizm ve sömürü değilse neydi, birdirbir oyunu mu?
Amerika bugün kendisi emperyalist bir ülkedir, 1776 yılında da mı öyleydi?
Tabii cumhuriyetimizi yönlendiren bürokratlardan, zenci lider Toussaint Louverture'ün 1790 yılında Fransız sömürgeciliğine karşı başlattığı (ve başarısızlıkla sonuçlanan) ayaklanmayı bilmelerini beklemiyoruz. Bu, onların kapasitesini fazla zorlamak olurdu.
İyi de, Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlık mücadelelerini de mi hiç duymamışlardı bunlar?
Simon Bolivar... Latin Amerika'nın Atatürk'ü!... Venezuela'yı, Colombia'yı, Ecuador'u, Peru'yu İspanyol boyunduruğundan kurtaran, Bolivya'ya da adını veren büyük önder. (Bir başka önderi, Şili'yi kurtaran Jose de San Martin'i hiç karıştırmıyorum.)
"Şapka giyeceksiniz" dememişti çünkü adamlar şapkayı zaten giyiyorlardı, onun için mi Türkiye'de tanınmaz?
Efendim bunlar bizi bağlamaz, biz kendimize bakarız.
Hay hay, bakalım... Yunan halkının 1821 yılında başlattığı ve 1829 yılında başarıya ulaştırdığı savaş neydi, kurtuluş savaşı mı uzun eşek oyunu mu?
Aaa, o başka, o Yunan isyanı. Mora isyanı.
Ötekiler? Sırp isyanı, Bulgar isyanı, Arnavut isyanı... Hele hele en kötüleri Arap isyanı, Ermeni isyanı, Kürt isyanı.
Biz yapınca şanlı kurtuluş savaşımız, bize karşı yapılınca isyan...
"Biz" mi? Ne münasebet efendim? O isyanlar Osmanlı'ya karşı çıkarıldı, bizimle ne alakası var? Bizim Osmanlı'yla hiçbir alışverişimiz kalmamıştır.
O zaman niçin bozuk çalıyorsun, niçin çocuklara bunları "kötü bir şey" diye öğretiyorsun? Senin kurtuluş savaşın da aynı zamanda İstanbul hükümetine isyan değil miydi? İstanbul hükümetinin imzaladığı antlaşmaya karşı çıkmamış mıydın? Zaferden sonra bu antlaşmanın altında imzası bulunanları sürgüne göndermemiş miydin?
Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz, Osmanlı'ya başkaldırılacaksa onu da biz kaldırırız ağabey, diğer halklara ne oluyor?
Bunlardan biri "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz" palavrasıdır. Çok kişi bunu Atatürk'ün söylediğini sanır. Hayır! "Korporatizmin" yani faşizmin ekonomik görüşünün temeli olan bu zırva, bu bilime aykırı saçmalık, Onuncu Yıl Marşı'nın sözleri arasında yer alır (marşın pratikte kullanılmayan son kıtasında) ve Behçet Kemal ile (Çağlar) Faruk Nafiz tarafından yumurtlanmıştır (Çamlıbel)...
Bir başkası, "dünyada kurtuluş savaşı veren ilk millet olduğumuz" palavrasıdır.
Bunu böyle öğrettiler, biz de pek sevdik, böbürlendik, ona buna hatırlattık, eloğlu "hadi canım" deyince de şaşırdık ve kızdık.
Öte yandan, yeni bir kurtuluş savaşı veren Cezayir halkına karşı Birleşmiş Milletler'de emperyalist Fransa'dan yana oy kullanmaktan da utanmadık.
İlk kurtuluş savaşı ha? Peki o zaman, İngiliz emperyalizmine karşı Amerikan sömürgelerinin verdiği savaş ne oluyor?
Amerikan ayaklanması bir kurtuluş savaşı değilse nedir, düdüklü tencere mi?
Londra yönetiminin Amerikalı toprak ağalarını ağır vergilerle kazıklaması emperyalizm ve sömürü değilse neydi, birdirbir oyunu mu?
Amerika bugün kendisi emperyalist bir ülkedir, 1776 yılında da mı öyleydi?
Tabii cumhuriyetimizi yönlendiren bürokratlardan, zenci lider Toussaint Louverture'ün 1790 yılında Fransız sömürgeciliğine karşı başlattığı (ve başarısızlıkla sonuçlanan) ayaklanmayı bilmelerini beklemiyoruz. Bu, onların kapasitesini fazla zorlamak olurdu.
İyi de, Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlık mücadelelerini de mi hiç duymamışlardı bunlar?
Simon Bolivar... Latin Amerika'nın Atatürk'ü!... Venezuela'yı, Colombia'yı, Ecuador'u, Peru'yu İspanyol boyunduruğundan kurtaran, Bolivya'ya da adını veren büyük önder. (Bir başka önderi, Şili'yi kurtaran Jose de San Martin'i hiç karıştırmıyorum.)
"Şapka giyeceksiniz" dememişti çünkü adamlar şapkayı zaten giyiyorlardı, onun için mi Türkiye'de tanınmaz?
Efendim bunlar bizi bağlamaz, biz kendimize bakarız.
Hay hay, bakalım... Yunan halkının 1821 yılında başlattığı ve 1829 yılında başarıya ulaştırdığı savaş neydi, kurtuluş savaşı mı uzun eşek oyunu mu?
Aaa, o başka, o Yunan isyanı. Mora isyanı.
Ötekiler? Sırp isyanı, Bulgar isyanı, Arnavut isyanı... Hele hele en kötüleri Arap isyanı, Ermeni isyanı, Kürt isyanı.
Biz yapınca şanlı kurtuluş savaşımız, bize karşı yapılınca isyan...
"Biz" mi? Ne münasebet efendim? O isyanlar Osmanlı'ya karşı çıkarıldı, bizimle ne alakası var? Bizim Osmanlı'yla hiçbir alışverişimiz kalmamıştır.
O zaman niçin bozuk çalıyorsun, niçin çocuklara bunları "kötü bir şey" diye öğretiyorsun? Senin kurtuluş savaşın da aynı zamanda İstanbul hükümetine isyan değil miydi? İstanbul hükümetinin imzaladığı antlaşmaya karşı çıkmamış mıydın? Zaferden sonra bu antlaşmanın altında imzası bulunanları sürgüne göndermemiş miydin?
Bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz, Osmanlı'ya başkaldırılacaksa onu da biz kaldırırız ağabey, diğer halklara ne oluyor?
Arabistanlı Lawrence'in evinden Mezopotamya çıkıyor!
GAZİANTEP - Suriye sınırındaki Gaziantep’in Karkamış İlçesi’nde kazı çalışmaları süren antik kentte, Kudüs’ü tahrip etmekle suçlanan, Tevrat ve İncil’de adı geçen Babil Kralı Nebukadnezzar’ın dünyada örneği bulunmayan steli bulundu. Kazılarda, Karkamış Kralı Katuva’nın sarayından heykeller, M.Ö. 800 yılından ilginç çivi yazılı tablet, 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin yaşadığı tahmin edilen evinde ise 300’ün üzerinde heykel ve mozaik ile Luvi Hiyeroglifli yazıt parçaları gün yüzüne çıkarıldı.
Bologna Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nicolo Marchetti başkanlığında, Türk-İtalyan ekibi tarafındanTürkiye -Suriye sınırında bulunan Karkamış Höyüğü’nün üçüncü sezon kazıları tamamlandı. Kazılarda yüzlerce önemli tarihi eser gün yüzüne çıkarılırken, kalıntılar arasında Milattan Önce 605 yılında Karkamış’ı ele geçiren ve Asya’nın bir bölümünde hüküm süren Babil Kralı Nebukadnezzar’a ait stel bulundu. Büyüklük oranında dünyada eşi bulunmadığı ifade edilen stelin Nebukadnezzar tarafından Asur ve Mısırlılara karşı kazandığı zaferin anısına yaptırdığı tahmin ediliyor. Kazı ekibi, ayrıca Karkamış Kralı Katuva’nın sarayından heykeller ile Milattan Önce 800 yılından kalan ilginç çivi yazılı tablete de ulaştı. 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin evinde yapılan kazılarda da 300’ün üzerinde heykel ve Luvi Hiyeroglifli yazıt parçası bulundu.
Kazı heyeti, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Meclis Salonu’nda çalışmalarla ilgili bilgi verdi. Kazı heyeti başkanı Bologna Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nicolo Marchetti, bulunan stelin, Asur ve Mısırlılara karşı kazanılan zaferin anısına yaptırıldığını düşündüklerini söyledi.
Kazı heyeti başkanı Doç. Dr. Nicolo Marchetti’nin yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Hasan Peker ise bulunan eserlerin tarihe ışık tuttuğunu anlatarak, şunları kaydetti:
",Nebukadnezzar, yeni Babil döneminin en önemli kralıydı. Belgelerde sadece kendi yazdıkları yok. Babil Kralı Nebukadnezzar, Kudüs’ün ve tapınak bölgesinin tahrip edicisi. Bu, şu bilgiye götürüyor bizi: Tek tanrılı dinlerden çoğunun kitabında tanınan birisi. Tevrat ve İncil’de adı geçiyor. Dönemin iki büyük gücü, koalisyonu olan Asur ve Mısırlıları alt edecek kadar güçlü bir kralla karşı karşıyayız. Onlar da dönemin savaş makinesi. Bir başka savaş makinesi Babil’de bunu sona erdiriyor. Yani denge haliyle barışı getiriyor."
Bologna Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nicolo Marchetti başkanlığında, Türk-İtalyan ekibi tarafındanTürkiye -Suriye sınırında bulunan Karkamış Höyüğü’nün üçüncü sezon kazıları tamamlandı. Kazılarda yüzlerce önemli tarihi eser gün yüzüne çıkarılırken, kalıntılar arasında Milattan Önce 605 yılında Karkamış’ı ele geçiren ve Asya’nın bir bölümünde hüküm süren Babil Kralı Nebukadnezzar’a ait stel bulundu. Büyüklük oranında dünyada eşi bulunmadığı ifade edilen stelin Nebukadnezzar tarafından Asur ve Mısırlılara karşı kazandığı zaferin anısına yaptırdığı tahmin ediliyor. Kazı ekibi, ayrıca Karkamış Kralı Katuva’nın sarayından heykeller ile Milattan Önce 800 yılından kalan ilginç çivi yazılı tablete de ulaştı. 1911 ile 1914 yılları arasında Karkamış’ta çalışan Arabistanlı Lawrence’nin evinde yapılan kazılarda da 300’ün üzerinde heykel ve Luvi Hiyeroglifli yazıt parçası bulundu.
Kazı heyeti, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Meclis Salonu’nda çalışmalarla ilgili bilgi verdi. Kazı heyeti başkanı Bologna Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nicolo Marchetti, bulunan stelin, Asur ve Mısırlılara karşı kazanılan zaferin anısına yaptırıldığını düşündüklerini söyledi.
Kazı heyeti başkanı Doç. Dr. Nicolo Marchetti’nin yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Hasan Peker ise bulunan eserlerin tarihe ışık tuttuğunu anlatarak, şunları kaydetti:
",Nebukadnezzar, yeni Babil döneminin en önemli kralıydı. Belgelerde sadece kendi yazdıkları yok. Babil Kralı Nebukadnezzar, Kudüs’ün ve tapınak bölgesinin tahrip edicisi. Bu, şu bilgiye götürüyor bizi: Tek tanrılı dinlerden çoğunun kitabında tanınan birisi. Tevrat ve İncil’de adı geçiyor. Dönemin iki büyük gücü, koalisyonu olan Asur ve Mısırlıları alt edecek kadar güçlü bir kralla karşı karşıyayız. Onlar da dönemin savaş makinesi. Bir başka savaş makinesi Babil’de bunu sona erdiriyor. Yani denge haliyle barışı getiriyor."
Toplantıya katılan Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey de dünyanın ilk yazılı barış anlaşmasının burada yazıldığını ifade etti. Güzelbey, "Aradan geçen 4 bin yıla rağmen hala insanların birbirini yediği, kardeş kanının aktığı bölgede Kadeş Antlaşması’nın yapılmış olması bugüniçin çok ayrı bir önem arz etmektedir” dedi.
Heyetin kazı çalışmalarına ilkbaharda devam edeceği bildirildi. (Mücahit YOLCU/DHA)
30 Ekim 2013 Çarşamba
'Hurriler'in izleri İstanbul'da
Küçükçekmece Gölü havzası içindeki Bathonea antik kent kazılarında bulunan erken Hitit yada ‘Hurri izleri’, yılın en büyük keşfi olarak nitelendiriliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı izniyle devam eden kazılardaki bu keşifle, Avrupa kıtasında ilk defa Hitit izlerine rastlandı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, “ İstanbul ’un aydınlanmayı bekleyen bir dönemini ortaya çıkarıyoruz” dedi. Tanrı ve tanrıça olarak iki ayrı yerde ele geçen demir heykelcikler, Kazı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Şengül Aydıngün’ü heyecanlandırdı: “Mezopotamya orijinli eserler İstanbul’un karanlık dönemi olarak bilinen M.Ö. 17 ve 15. yüzyıllarına tarihlenmektedir. M.Ö. 2000’e tarihlenen yine Mezopotamya kaynaklı bitümen (zift), kalay ve seramik parçaları da ele geçti.”
Mezopotamya orijinli
İstanbul’daki arkeolojik kazılar şaşırtmaya devam ediyor. Yenikapı ve Pendik’teki neolitik dönem bulgularından sonra Küçükçekmece Gölü havzasında devam eden ‘Bathonea’ kazısında Hurrilerin İstanbul’da izlerine rastlandı. Avrupa kıtasında Hurri yada erken Hitit izlerine ilk defa rastlanıyor. Son yılların en önemli keşfi olarak nitelendirilen buluntular, arkeoloji dünyasını ayağa kaldıracak nitelikte.
İki figürin, bitümen (zift, petrolün ham hali), kalay buluntuları ve seramik parçaları M.Ö. 1800’lü yıllara erken Hitit yada Hurri dönemine tarihleniyor. Bitümen sadece Mezopotamya’da çıkıyor ve gemilerin su geçirgenliğini engelliyor. Uzak deniz ticareti bu sayede gelişiyor. Petrol sadece bu bölgede çıktığı için bitümenin başka bölgelere taş kalıp halinde ticareti yapılıyor. Kalay, Tunç Çağı başlangıcında altından bile çok değerli. Kazılarda küp içinde rastlanan kalay, figürinlerin çıktığı yerde bulundu. Kalayın da Asurlular tarafından ticaretinin yapıldığı biliniyor. Ayrıca bu yılki kazılarda aynı yerde 301 tane de ‘Unguanterium’ denilen kutsal su, merhem ya da parfüm için imal edilmiş küçük pişmiş toprak şişeler ele geçirildi. M.S. 5-6. yüzyıllar arasında üretilen bu küçük şişeler ilk defa bir kazıda bu kadar çok bir arada bulundu.
Tanrıça ve tanrı
Küçükçekmece Gölü etrafında kazılar 2007 yılında yüzey araştırmasıyla başladı. Çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ve İstanbul Valiliği’nin maddi desteğiyle 2009’da Bakanlar Kurulu kararıyla Yrd. Doç. Şengül Aydıngün başkanlığında bilimsel kazılara çevrildi. Dört yılda İstanbul’un bilinmeyen pek çok önemli yapısı ile aydınlanmayı bekleyen konular gün ışığına çıkarıldı.
Ancak bu yılki buluntular kazı ekibini bile çok şaşırttı. Bazilikal tipte bir dini yapının temelleri kazılırken bulunan Hurri tipi tanrıça heykelciği, 5.4 cm boyunda ve 14 gram. Demirden ve özel kalıpla üretildiği sanılan heykelcik yüzyıllar içinde korozyona uğramış. İkinci heykelcik ise 6.1 cm boyunda, 11 gram. Erkek tanrı heykeli de döküm tekniğiyle üretilmiş.
Kapı eşiklerinde, yapı temellerinde, ocak altlarında ele geçen bu tür eserler yapı adak heykelciği olarak adlandırılıyor. İçlerinde nikel olmadığı belirlendiğinden meteor demiri değil, cevherden kazanılan demirden üretildiği anlaşılıyor. En erken örnekleri Güney Mezopotamya’da M.Ö. 3000 yıllarında Erhanedanlar döneminde ortaya çıktı. Bu gelenek M.Ö. 18. yüzyıl başına kadar devam etti. Türkiye ’deki kazılarda benzer örnekleri Güneydoğu Anadolu ’da Alalah, Tilmen Höyük ve Zincirli Oylum Höyük’te bulundu.
Mezopotamya orijinli
İstanbul’daki arkeolojik kazılar şaşırtmaya devam ediyor. Yenikapı ve Pendik’teki neolitik dönem bulgularından sonra Küçükçekmece Gölü havzasında devam eden ‘Bathonea’ kazısında Hurrilerin İstanbul’da izlerine rastlandı. Avrupa kıtasında Hurri yada erken Hitit izlerine ilk defa rastlanıyor. Son yılların en önemli keşfi olarak nitelendirilen buluntular, arkeoloji dünyasını ayağa kaldıracak nitelikte.
İki figürin, bitümen (zift, petrolün ham hali), kalay buluntuları ve seramik parçaları M.Ö. 1800’lü yıllara erken Hitit yada Hurri dönemine tarihleniyor. Bitümen sadece Mezopotamya’da çıkıyor ve gemilerin su geçirgenliğini engelliyor. Uzak deniz ticareti bu sayede gelişiyor. Petrol sadece bu bölgede çıktığı için bitümenin başka bölgelere taş kalıp halinde ticareti yapılıyor. Kalay, Tunç Çağı başlangıcında altından bile çok değerli. Kazılarda küp içinde rastlanan kalay, figürinlerin çıktığı yerde bulundu. Kalayın da Asurlular tarafından ticaretinin yapıldığı biliniyor. Ayrıca bu yılki kazılarda aynı yerde 301 tane de ‘Unguanterium’ denilen kutsal su, merhem ya da parfüm için imal edilmiş küçük pişmiş toprak şişeler ele geçirildi. M.S. 5-6. yüzyıllar arasında üretilen bu küçük şişeler ilk defa bir kazıda bu kadar çok bir arada bulundu.
Tanrıça ve tanrı
Küçükçekmece Gölü etrafında kazılar 2007 yılında yüzey araştırmasıyla başladı. Çalışma, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ve İstanbul Valiliği’nin maddi desteğiyle 2009’da Bakanlar Kurulu kararıyla Yrd. Doç. Şengül Aydıngün başkanlığında bilimsel kazılara çevrildi. Dört yılda İstanbul’un bilinmeyen pek çok önemli yapısı ile aydınlanmayı bekleyen konular gün ışığına çıkarıldı.
Ancak bu yılki buluntular kazı ekibini bile çok şaşırttı. Bazilikal tipte bir dini yapının temelleri kazılırken bulunan Hurri tipi tanrıça heykelciği, 5.4 cm boyunda ve 14 gram. Demirden ve özel kalıpla üretildiği sanılan heykelcik yüzyıllar içinde korozyona uğramış. İkinci heykelcik ise 6.1 cm boyunda, 11 gram. Erkek tanrı heykeli de döküm tekniğiyle üretilmiş.
Kapı eşiklerinde, yapı temellerinde, ocak altlarında ele geçen bu tür eserler yapı adak heykelciği olarak adlandırılıyor. İçlerinde nikel olmadığı belirlendiğinden meteor demiri değil, cevherden kazanılan demirden üretildiği anlaşılıyor. En erken örnekleri Güney Mezopotamya’da M.Ö. 3000 yıllarında Erhanedanlar döneminde ortaya çıktı. Bu gelenek M.Ö. 18. yüzyıl başına kadar devam etti. Türkiye ’deki kazılarda benzer örnekleri Güneydoğu Anadolu ’da Alalah, Tilmen Höyük ve Zincirli Oylum Höyük’te bulundu.
Bakan Çelik: Yeni bir sayfa açıldı
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik: Ülkemiz pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Üzerinde yaşadığımız topraklar tarih açısından oldukça bereketlidir. İstanbul’da Hitit izlerinin bulunması ve bunun ilk defa ortaya çıkması da bu açıdan bizi çok memnun etti. Kazılarda bulunan iki figürin Hitit ve Hurri dönemine ait. Bu izler bizi 4 bin yıl öncesine götürüyor. İstanbul’un aydınlanmayı bekleyen bir dönemini ortaya çıkarıyoruz. Gelecek yılki kazılar için daha da heyecanlanıyor ve umutlanıyoruz. Bu arkeolojik kazıların turizme de olumlu katkı sağlayacağından hiç kuşkum yok. Kazılara büyük önem ve destek veriyoruz. Bu yıl 30 milyon liranın üzerinde destek sağladık. Tarihi aydınlatan bu önemli çalışmalara desteklerimiz artarak devam edecek. Elde edilen yeni verilerle İstanbul’un ve Anadolu’nun kültürel derinliğinde yeni bir sayfa açılmış oldu. Bu heyecanı herkesle paylaşıyoruz.
Her yer çalılık ve ağaçlıktı
İstanbul İl Kültür Turizm Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili: 2007 yılında yüzey araştırması için geldiğimizde her yer çalılık ve ağaçlıktı. Bu günleri göreceğimizi açıkçası ummuyordum. Ancak hocamıza güvendik, destekledik. Sayın Bakanımız ve Sayın Valimize teşekkür ediyoruz. Onların desteği ile İstanbul yeni bir tarihi yarımadaya kavuştu. Hurrilerin İstanbul’da izlerinin bulunması ve bunun bilim dünyasında ilk defa ortaya çıkması bu kazının ne denli önemli olduğunu ortaya çıkarıyor. Avrupa’da bulunan ilk izlerine ulaşmak büyük bir keşif. Gelecek yılki kazılar için daha da heyecanlanıyor ve umutlanıyoruz.
Kronolojik olarak karanlık bir dönem
Kazı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Şengül Aydıngün: Biz 2007 yılında İstanbul’un tarihöncesi çağlar araştırmasına başladık. Çünkü Pendik’ten, Fikirtepe’den, Yarımburgaz’dan ve Marmaray kazılarından, ilk neolitik toplulukların yaşadıklarını biliyoruz. Bu toplulukların 1000-1500 yıl kadar izleri kalmış. Onların izleri kaybolduktan sonra ise M.Ö. 7. yüzyılda Yunanistan’dan gelen Megaralıların kurduğu Kalkedon (Kadıköy) ve İstanbul’un merkezindeki Bizantiyon kentlerini biliyoruz. Arada büyük bir kronolojik boşluk var. Yunanistan’da Mikenler, Akalar, Batı Anadolu’da Arzava, Orta Anadolu’da Hititler, Güneydoğu’ya doğru Hurriler, Asurlar, Mısır devletlerinin bulunduğu bir dönem M.Ö. 2000 ve bu döneme ait İstanbul’da hiçbir iz yok. Kronolojik olarak karanlık bir dönem var. Bulduğumuz iki figürin çok tipik erken Hitit ve Hurri dönemine ait diyebildiğimiz heykelcikler. İstanbul’da ilk defa bu döneme ait heykelcikler bulundu. Hitit izleri en batıda İzmir ve Troya’da ele geçmişti, Trakya’da ilk defa bulundu. İki figürinin yanında Mezopotamya kaynaklı M.Ö. 2000’li başka izler de görüyoruz. Özellikle bitümen topluluğu ele geçti, bazı kaplarda kalay bulundu. Butimen ham zifttir, Mezopotamya kökenli. Kalay da Asurlular tarafından Uzakdoğu’dan getirildi ve Anadolu’ya ihraç ettiler.
27 Ekim 2013 Pazar
Pencere
Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. - Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş Kadın kocasına - Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. ‘ demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş. Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına - Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’ Kocası uzun uzun karisina bakmış; Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş. Hayatta böyle değil midir ? Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp(pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir !…
1961'de annesi Müşfika Hanım ile paylaştığı konakta hayatını kaybeden Ayşe Sultan, II. Abdülhamid'in kızıydı. Ayşe Sultan, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine bire bir şahit olmuş. Ayşe Sultan'ın Yıldız Sarayı'nda başlayan hayatı, babası Sultan Abdülhamid tahttan indirilmesiyle, Selanik Alati Köşkü'ne uzanan bir sürgün hayatına dönmüş. Dokuz ay ailesiyle Selanik'te kalan genç sultan evlenmek üzere İstanbul'a döner. İmparatorluk son dönemlerini yaşamaktadır, çalkantılı günler birbirini kovalar. I. Dünya Savaşı çıkınca yeni yönetim Sultan Abdülhamid ve beraberindekilerin İstanbul'a dönmesini daha uygun bulur. Bu arada tüm dünya ile birlikte Osmanlı da sallanmaktadır, bu süreç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna kadar böyle devam eder. Bu kez tüm Osmanlı hanedanı sürgüne gönderilir; her bir ferdi dünyanın bir başka köşesine dağılır. Çıkan aflarla bir kısmı geri döner. Ayşe Sultan 1953'te, oğlu Nami Bey ve ailesi ise 1974'te yerleşir Türkiye'ye. Ailesi geri döndüğünde Ayşe Hanım çoktan hakkın rahmetine kavuşmuştur. Çok iyi bir eğitim alan Ayşe Sultan babasına dair tüm bildiklerini, unutulmasın diye kaleme aldı ve Babam Sultan Abdülhamid adıyla 1960'ta yayımladı. Şimdi ise kitap Timaş tarafından yenilenerek tekrar basıldı. Bu vesileyle görüştüğümüz Ayşe Sultan'ın iki torunu Ayşe Adile Nami Osmanoğlu ve kardeşi Ayten Sofia Nami Osmanoğlu, yaşananları ve kitabı Pazar SABAH'a anlattı
VERİMLİ BİR OKUL HAYATIMIZ OLMADI - Ne zaman ve nerede doğdunuz? - Ayten Sofia Nami Osmanoğlu: 1961'de Fransa'da doğdum. Orada normal bir hayatımız vardı. 1 Ekim 1974'te Türkiye'ye döndük. Geldiğimizde farklı bir kültürle karşılaştık. Bize değişik geldi buradaki hayat. Okula gitme denememiz oldu. Çok genç, 19 yaşımda evlendim. Eşim eski basketbolcu Erman Kunter.
- Ayşe Adile Nami Osmanoğlu: 1958 Tunus doğumluyum. Babamın birinci eşi Ayşe Adile Hanım annem. Aynı ismi taşıyoruz. Annem, ben doğarken ölmüş. Sonra Ayten'in annesi benim annem oldu. Yani Müşfika Hanım (Routraund Granzow), babamın ikinci eşi. Henüz bir yaşında bile değildim, Fransa'ya gittik. Fransa'da iyi bir eğitim aldık. Ailemle birlikte ben de Türkiye'ye döndüm. Ben de çok erken evlendim. Dolayısıyla okuyamadım. Zaten şartlar müsait değildi, yani çok verimli bir okuma hayatımız olmadı. Türkçe bilmiyorduk; bu, önemli sorun oldu. Biz hiçbir okula tamamen kabul edilmedik, hep misafir öğrenci olduk.
- Okula kayıt olamıyor muydunuz? - A.A.N.O: Oluyorduk ama Türkçe bilmediğimiz için 'Önce Türkçe öğreneceksiniz' diyorlardı. Hangi okula gittiysek hep aynı sorunlarla karşılaştık. Bu nedenle verimli bir okul hayatımız olamadı. Fakat sonra hayat bizi bir üniversite okumuş kadar yetiştirdi. Ayten de, ben de hep çalıştık. Meşhur bir kozmetik firmasında çalıştık uzun yıllar. Ben farklı birkaç firmada daha çalıştım. Sonra kendi işyerimizi açtık, bir tanıtım ve organizasyon şirketi... Ama orada hayal kırıklığına uğradık. Avrupalı bir kafa yapısına sahiptik ve buradaki sistemi bilemedik. Uyamadık, o mekanizmayı çözemedik, rüşvet falan vardı... Yıl 1997.
- Sonra ne yaptınız? - A.A.N.O: Ressam olmaya karar verdim. Şimdi resim yapıyorum, babama çekmişim. O çok büyük bir ressamdı, Türkiye'de tanınmaz ama. Çok büyük, çok güzel tablolar yaptı. Sergiler açtım, hedefim sergilerimle dünyaya ulaşmaktı ama bunun için biraz daha çalışmam gerektiğini anladım. Aileme çok düşkünüm, onlara bakıyorum. İki çocuğum var, kızım geçenlerde bir Fransız çocukla evlendi.
- Fransa'da nasıl bir hayatınız vardı? - A.S.N.O: Gayet normal bir hayat yaşıyorduk. Geçmişimizi, kim olduğumuzu bilerek ama hiçbir zaman ön plana çıkmadan, mütevazı bir şekilde yetiştirildik.
- Orta halli, zengin... Ne düzeyde bir hayattı? - A.A.N.O: Babam bir şirketin bölgesel genel müdürüydü, bu nedenle her dört senede bir yer değiştirdik. Üst düzey bir CEO ne kazanıyorsa, babam da öyle kazanıyordu. Mühendisti zaten. Üst düzey ama zengin sayılmayacak bir aile hayatımız vardı. Ama bu hayatı babam sağladı.
- Ne zaman özel bir aileye mensup olduğunuzu fark ettiniz? - A.S.N.O: Hep söylediler ama ne olduğunu Türkiye'ye geldikten sonra anladık. Fransa'da bunu hissetmedik.
- A.A.N.O: Avrupa'da öyle bir şey yok. Her şeyden önce sizi insan olarak değerlendiriyorlar. Babam gittiği her yerde saygıyla karşılanıyordu. Sonuçta Avrupa için aristokrasi önemli. Babamın bize seçtiği okullar, belli bir çevredeki çocukların girebileceği okullardı. Gayet güzel bir hayatımız vardı.
ABDÜLHAMİD'İN VASİYETİ HÂLÂ AÇILMADI - Peki Türkiye'ye dönme kararını nasıl aldınız?
- A.S.N.O: Babam aldı o kararı, annemle birlikte. 74'te af çıktı. Babam üzerine atladı. O af nedeniyle geldiler. Hep geri dönmek hayaliyle büyütüldüğü için, Türkiye toprağına geri dönmek onun için çok önemliydi. Babaannem Ayşe Sultan, 1953'te çıkarılan afla dönmüştü Türkiye'ye. O vefat ettiğinde babam gelemedi, izin alamadı. O yüzden hep bir hüznü vardı. Böyle bir kanun çıkınca, firması da ona Türkiye'ye gidebileceğini söyleyince hiç düşünmeden geldi. Türkiye'nin yokluk yıllarıydı. Yeni bir ortam, yeni bir aile, dikkat etmemiz gereken yeni kurallar... Bizim için biraz zor oldu elbette.
- A.A.N.O: Ayşe Sultan da annesi yüzünden döndü, çünkü Müşfika Hanımefendi buradaydı. Annesi Serencebey'de oturuyordu ve onu yalnız bırakmak istemedi. Amcamı yanına alarak döndü. Bir de hep ümitleri vardı. 'Biz dönersek belki bazı şeyler normale döner' diye düşünüyorlardı. Bir de o sıralar yağmacılık da vardı. Mallarını korumak da istediler. En azından Sultan Abdülhamid'in vasiyetinin açılmasını istediler ama olmadı. Hâlâ açılmış değil dedemin vasiyeti. Haklarını tekrar kazanabilmek için bazı girişimlerde bulundular. Sonuçta yurtdışında sefalet içinde yaşamak istemediler, şanslarını denemek istediler. Bir de vatan hasreti vardı. Ama bu hasretin içinde bu kaygı da vardı açıkçası.
- A.S.N.O: Hep tartışılan bir yanlış anlama var. Abdülhamid Han, şehzadeyken çok çalışmış, yatırım yapmış, iyi bir ticaret adamıydı. O, padişah olmak üzere yetiştirilmedi. Kişisel bir serveti var zaten. Aile bunu istiyor, saltanattan gelen bir şeyleri değil. Tahtan indirildiğinde her şey devlete kalır. Bunları istemiyoruz, dedemizin şahsi mallarını istiyoruz, padişahlıktan önce edindiklerini. Belki dil nedeniyle ifade etmekte zorluk çekiyoruz.
- A.A.N.O: Sarayda herkesin bir maaşı ve kendisine ait malları var. Kurulan vakıfların da akıbeti belli değil. Cumhuriyet döneminde ailelerin kurdukları vakıflara dokunulmadı. Soruyorum, 'Neden bizi Türkiye'ye getirdiniz?' Bunda bir iş var...
EŞLERİMİZ NEDENİYLE RAHATIZ - Nasıl bir iş? - A.A.N.O: Bilmiyorum, belki bir miras işi... Yoksa neden bize af çıkarsınlar?
- A.S.N.O: İyi de sadece bize özel bir af değildi ki. Aftan biz de faydalandık. Gelenlerin çoğu gitti, vatandaşlık vermediler. Babam iki sene vatandaşlık bekledi.
- A.A.N.O: Bugün Türkiye'de bütün bu turistlere en çok satılan Osmanlı kültürüdür. Deniz, güneş ve Osmanlı tarihi. Peki bu tarihe bizleri entegre etseler ne olurdu? Bunu neden yapmadılar? Biz bir panda ailesiyiz. Biz 147 kişiyiz. Sonuçta bir köy bile etmiyoruz! Peki bir köy bile etmeyen bu aileye neden bu kadar üzüntü veriliyor? Biri bunu bana anlatsın!
- Nasıl bir şey olursa mutlu olursunuz? - A.A.N.O: Siz zannediyorsunuz ki, ben kendimi acındırıyorum.
- Hayır, ne olsa içiniz rahat eder, onu soruyorum... - A.A.N.O: Türkiye şunu fark etmeli: Ne 1923'te ne de 2013'te hiçbir şey değişmedi bizim için. Her şey lafta kaldı. Sadece öldüğümüz gün kıymetli oluyoruz biz. Ben, Türkiye'nin vergi ödeyen bir vatandaşıyım, herkes gibi hak sahibiyim. Herkes bizden vekaletname istiyor, neden? Bu aileyi rahatlatmazsanız olmaz. Biz eşlerimiz nedeniyle ekonomik olarak rahatız. Aile olarak hiç saçma sapan bir şey yapmadık. Türkiye'yi satmadık. Kendi ülkemizde yabancı gibiyiz.
- Tavır değişikliğine gideceğiniz anlaşılıyor.
- A.A.N.O: O benim sürprizim olsun. Ama bir tavır değişikliği oldu bile. Kardeşim ve başkaları için konuşmuyorum ama ben resmi birtakım girişimlerde bulunuyorum. Ya olacak ya olacak! Türkiye'de herkes maaş alıyor, biz neden bu kategoride değiliz? Oturmasını kalkmasını bilen, dört dil konuşan insanlarız. Neden protokolde temsil edemedik ülkemizi?
- Türkiye'yi temsil etmek mi istiyorsunuz?
- A.A.N.O: İsterdik. Biz çoğu için gavuruz, çünkü Fransa'da okuduk orada doğduk biz.
VERİMLİ BİR OKUL HAYATIMIZ OLMADI - Ne zaman ve nerede doğdunuz? - Ayten Sofia Nami Osmanoğlu: 1961'de Fransa'da doğdum. Orada normal bir hayatımız vardı. 1 Ekim 1974'te Türkiye'ye döndük. Geldiğimizde farklı bir kültürle karşılaştık. Bize değişik geldi buradaki hayat. Okula gitme denememiz oldu. Çok genç, 19 yaşımda evlendim. Eşim eski basketbolcu Erman Kunter.
- Ayşe Adile Nami Osmanoğlu: 1958 Tunus doğumluyum. Babamın birinci eşi Ayşe Adile Hanım annem. Aynı ismi taşıyoruz. Annem, ben doğarken ölmüş. Sonra Ayten'in annesi benim annem oldu. Yani Müşfika Hanım (Routraund Granzow), babamın ikinci eşi. Henüz bir yaşında bile değildim, Fransa'ya gittik. Fransa'da iyi bir eğitim aldık. Ailemle birlikte ben de Türkiye'ye döndüm. Ben de çok erken evlendim. Dolayısıyla okuyamadım. Zaten şartlar müsait değildi, yani çok verimli bir okuma hayatımız olmadı. Türkçe bilmiyorduk; bu, önemli sorun oldu. Biz hiçbir okula tamamen kabul edilmedik, hep misafir öğrenci olduk.
- Okula kayıt olamıyor muydunuz? - A.A.N.O: Oluyorduk ama Türkçe bilmediğimiz için 'Önce Türkçe öğreneceksiniz' diyorlardı. Hangi okula gittiysek hep aynı sorunlarla karşılaştık. Bu nedenle verimli bir okul hayatımız olamadı. Fakat sonra hayat bizi bir üniversite okumuş kadar yetiştirdi. Ayten de, ben de hep çalıştık. Meşhur bir kozmetik firmasında çalıştık uzun yıllar. Ben farklı birkaç firmada daha çalıştım. Sonra kendi işyerimizi açtık, bir tanıtım ve organizasyon şirketi... Ama orada hayal kırıklığına uğradık. Avrupalı bir kafa yapısına sahiptik ve buradaki sistemi bilemedik. Uyamadık, o mekanizmayı çözemedik, rüşvet falan vardı... Yıl 1997.
- Sonra ne yaptınız? - A.A.N.O: Ressam olmaya karar verdim. Şimdi resim yapıyorum, babama çekmişim. O çok büyük bir ressamdı, Türkiye'de tanınmaz ama. Çok büyük, çok güzel tablolar yaptı. Sergiler açtım, hedefim sergilerimle dünyaya ulaşmaktı ama bunun için biraz daha çalışmam gerektiğini anladım. Aileme çok düşkünüm, onlara bakıyorum. İki çocuğum var, kızım geçenlerde bir Fransız çocukla evlendi.
- Fransa'da nasıl bir hayatınız vardı? - A.S.N.O: Gayet normal bir hayat yaşıyorduk. Geçmişimizi, kim olduğumuzu bilerek ama hiçbir zaman ön plana çıkmadan, mütevazı bir şekilde yetiştirildik.
- Orta halli, zengin... Ne düzeyde bir hayattı? - A.A.N.O: Babam bir şirketin bölgesel genel müdürüydü, bu nedenle her dört senede bir yer değiştirdik. Üst düzey bir CEO ne kazanıyorsa, babam da öyle kazanıyordu. Mühendisti zaten. Üst düzey ama zengin sayılmayacak bir aile hayatımız vardı. Ama bu hayatı babam sağladı.
- Ne zaman özel bir aileye mensup olduğunuzu fark ettiniz? - A.S.N.O: Hep söylediler ama ne olduğunu Türkiye'ye geldikten sonra anladık. Fransa'da bunu hissetmedik.
- A.A.N.O: Avrupa'da öyle bir şey yok. Her şeyden önce sizi insan olarak değerlendiriyorlar. Babam gittiği her yerde saygıyla karşılanıyordu. Sonuçta Avrupa için aristokrasi önemli. Babamın bize seçtiği okullar, belli bir çevredeki çocukların girebileceği okullardı. Gayet güzel bir hayatımız vardı.
ABDÜLHAMİD'İN VASİYETİ HÂLÂ AÇILMADI - Peki Türkiye'ye dönme kararını nasıl aldınız?
- A.S.N.O: Babam aldı o kararı, annemle birlikte. 74'te af çıktı. Babam üzerine atladı. O af nedeniyle geldiler. Hep geri dönmek hayaliyle büyütüldüğü için, Türkiye toprağına geri dönmek onun için çok önemliydi. Babaannem Ayşe Sultan, 1953'te çıkarılan afla dönmüştü Türkiye'ye. O vefat ettiğinde babam gelemedi, izin alamadı. O yüzden hep bir hüznü vardı. Böyle bir kanun çıkınca, firması da ona Türkiye'ye gidebileceğini söyleyince hiç düşünmeden geldi. Türkiye'nin yokluk yıllarıydı. Yeni bir ortam, yeni bir aile, dikkat etmemiz gereken yeni kurallar... Bizim için biraz zor oldu elbette.
- A.A.N.O: Ayşe Sultan da annesi yüzünden döndü, çünkü Müşfika Hanımefendi buradaydı. Annesi Serencebey'de oturuyordu ve onu yalnız bırakmak istemedi. Amcamı yanına alarak döndü. Bir de hep ümitleri vardı. 'Biz dönersek belki bazı şeyler normale döner' diye düşünüyorlardı. Bir de o sıralar yağmacılık da vardı. Mallarını korumak da istediler. En azından Sultan Abdülhamid'in vasiyetinin açılmasını istediler ama olmadı. Hâlâ açılmış değil dedemin vasiyeti. Haklarını tekrar kazanabilmek için bazı girişimlerde bulundular. Sonuçta yurtdışında sefalet içinde yaşamak istemediler, şanslarını denemek istediler. Bir de vatan hasreti vardı. Ama bu hasretin içinde bu kaygı da vardı açıkçası.
- A.S.N.O: Hep tartışılan bir yanlış anlama var. Abdülhamid Han, şehzadeyken çok çalışmış, yatırım yapmış, iyi bir ticaret adamıydı. O, padişah olmak üzere yetiştirilmedi. Kişisel bir serveti var zaten. Aile bunu istiyor, saltanattan gelen bir şeyleri değil. Tahtan indirildiğinde her şey devlete kalır. Bunları istemiyoruz, dedemizin şahsi mallarını istiyoruz, padişahlıktan önce edindiklerini. Belki dil nedeniyle ifade etmekte zorluk çekiyoruz.
- A.A.N.O: Sarayda herkesin bir maaşı ve kendisine ait malları var. Kurulan vakıfların da akıbeti belli değil. Cumhuriyet döneminde ailelerin kurdukları vakıflara dokunulmadı. Soruyorum, 'Neden bizi Türkiye'ye getirdiniz?' Bunda bir iş var...
EŞLERİMİZ NEDENİYLE RAHATIZ - Nasıl bir iş? - A.A.N.O: Bilmiyorum, belki bir miras işi... Yoksa neden bize af çıkarsınlar?
- A.S.N.O: İyi de sadece bize özel bir af değildi ki. Aftan biz de faydalandık. Gelenlerin çoğu gitti, vatandaşlık vermediler. Babam iki sene vatandaşlık bekledi.
- A.A.N.O: Bugün Türkiye'de bütün bu turistlere en çok satılan Osmanlı kültürüdür. Deniz, güneş ve Osmanlı tarihi. Peki bu tarihe bizleri entegre etseler ne olurdu? Bunu neden yapmadılar? Biz bir panda ailesiyiz. Biz 147 kişiyiz. Sonuçta bir köy bile etmiyoruz! Peki bir köy bile etmeyen bu aileye neden bu kadar üzüntü veriliyor? Biri bunu bana anlatsın!
- Nasıl bir şey olursa mutlu olursunuz? - A.A.N.O: Siz zannediyorsunuz ki, ben kendimi acındırıyorum.
- Hayır, ne olsa içiniz rahat eder, onu soruyorum... - A.A.N.O: Türkiye şunu fark etmeli: Ne 1923'te ne de 2013'te hiçbir şey değişmedi bizim için. Her şey lafta kaldı. Sadece öldüğümüz gün kıymetli oluyoruz biz. Ben, Türkiye'nin vergi ödeyen bir vatandaşıyım, herkes gibi hak sahibiyim. Herkes bizden vekaletname istiyor, neden? Bu aileyi rahatlatmazsanız olmaz. Biz eşlerimiz nedeniyle ekonomik olarak rahatız. Aile olarak hiç saçma sapan bir şey yapmadık. Türkiye'yi satmadık. Kendi ülkemizde yabancı gibiyiz.
- Tavır değişikliğine gideceğiniz anlaşılıyor.
- A.A.N.O: O benim sürprizim olsun. Ama bir tavır değişikliği oldu bile. Kardeşim ve başkaları için konuşmuyorum ama ben resmi birtakım girişimlerde bulunuyorum. Ya olacak ya olacak! Türkiye'de herkes maaş alıyor, biz neden bu kategoride değiliz? Oturmasını kalkmasını bilen, dört dil konuşan insanlarız. Neden protokolde temsil edemedik ülkemizi?
- Türkiye'yi temsil etmek mi istiyorsunuz?
- A.A.N.O: İsterdik. Biz çoğu için gavuruz, çünkü Fransa'da okuduk orada doğduk biz.
AMCAM İKİ YAŞINDA BİR ÇOCUK GİBİYDİ- Ayşe Sultan Türkiye'ye geldiğinde parası var mı?
- A.A.N.O: Büyük bir sefalet yaşıyor. Çok insan gelip ziyaret ediyor, çünkü çok sevilen, saygı duyulan biri. Vefatının sebebi, Adnan Menderes'in asılmasıydı. Menderes asılınca kan şekeri yükseliyor ve vefat ediyor. Menderes onun güvencesiydi. Çünkü maddi yardım yapıyordu. Ve çok ilgileniyordu Ayşe Sultan'la.
- Adnan Bey'in idamıyla maddi yardım kesiliyor. Nasıl yaşıyor ondan sonra?- A.A.N.O: Her şey daha da kötüye gidiyor. Ayşe Sultan'la Türkiye'ye gelen amcamız orada yaşıyordu, dadısı Agida ile beraber. Şu anda o evi MİT kullanıyor, onlara geçti.
- Siz o evde mi yaşıyordunuz? - A.S.N.O: Hayır, biz Göztepe'ye yerleşmiştik, amcamızı ziyarete gidiyorduk. Amcam rahatsızdı. Hasta derken, zihinsel sorunları vardı. Kurtuluş Savaşı döneminde Ayşe Sultan Teşvikiye'de oturuyordu. O eve İsviçre'den bir dadı geldi çocuklara bakmak için. Amcam henüz çok küçük o zaman. Memleket de işgal altında; evin altında silah depolayıp, direnişçilere gönderiyorlarmış. Ve bu dadı bir İngiliz askerine âşık oluyor. İngiliz eve sık girip çıkmaya başlayınca, Ayşe Sultan huzursuz oluyor silahları fark edecek diye. Dadıyı işten çıkarana kadar diyor ki: 'Çocuk uyumadan dışarıya çıkamazsın.' Öyle olunca dadı çocuk uyusun diye afyon vermeye başlıyor gizlice. Dadı gidince de çocuk o maddeye bağımlı hale geldiği için havale geçiyor ve beyinde hasar kalıyor. Hep iki yaşında bir çocuk gibiydi amcam.
ATATÜRK'Ü SEVMEK MECBURİYETİNDE DEĞİLİM- Cumhuriyet'e, Atatürk'e bir tavrınız yok, değil mi? - A.A.N.O: Bizim için o bir subay, bir paşa... Benim için öyle... Ama ben şahsen şöyle bakarım: Ben sana bir şey emanet ediyorum, sen bana böyle yapıyorsun! Benim dedelerim belki söylemiyorlar bunu ama ben söylerim, söylüyorum. İnsana bu mu yapılır yani? Koruma altına al en azından! Sevgim yok, saygım var. Mecbur değilim sevmeye.
- A.S.N.O: Bir yerde bu ailenin ayakta kalma sebebi yine de Atatürk'tür bence.
- A.A.N.O: Afedersin ama bizi öldürmesi belki de daha iyiydi! Şimdi ateş ateş, yavaş yavaş ölüyorsun... Bu daha kötü. Bir de Atatürk'ün yaptığı reformlar zaten sarayda başlamıştı, Latin alfabesiydi, yasalardı falan... Abdülhamid çok akıllı ve çok ileri görüşlüydü. Hep ileri yatırım yapıyordu. Çok planlı, programlı bir adamdı. Burcunu Terazi diye biliyorum ama Başak etkisi de vardı.
OKULDA İSYAN ÇIKTI- Geldiğinizde Türkiye'deki şartlar nasıldı? - A.A.N.O: İnsanlar bizi görmeye geliyorlardı, 2-3 saat inceliyor, bizim de onlar gibi olduğumuzu anlayınca gidiyorlardı.
- Okul hayatınızda neler oldu? - Önce ABC Lisesi'ne kayıt edildik, Fenerbahçe'de bir okuldu. Galiba 3 saat kalabildik! Çünkü dersler iptal oldu. Polis zoruyla bizi okuldan çıkardılar ve sokakta bırakıldık. Babam gelip bizi aldı. Bütün okul isyan etti. Bizi yabancı kızlar olarak gördüler, Türk olarak görmüyorlardı! 'Bunlar da kim?' diye sınıfın kapısından ayrılmadılar. Ders falan kalmadı, bitti, herkes ayakta...
- A.S.N.O: Bizi bir sınıfa koydular, fakat diğerleri kapıları zorladı. Bahçeye çıktık, etrafımızı çevirdiler, herkes bizi inceliyor. Hayatımın en kötü anlarından biriydi...
- A.A.N.O: Büyük bir sefalet yaşıyor. Çok insan gelip ziyaret ediyor, çünkü çok sevilen, saygı duyulan biri. Vefatının sebebi, Adnan Menderes'in asılmasıydı. Menderes asılınca kan şekeri yükseliyor ve vefat ediyor. Menderes onun güvencesiydi. Çünkü maddi yardım yapıyordu. Ve çok ilgileniyordu Ayşe Sultan'la.
- Adnan Bey'in idamıyla maddi yardım kesiliyor. Nasıl yaşıyor ondan sonra?- A.A.N.O: Her şey daha da kötüye gidiyor. Ayşe Sultan'la Türkiye'ye gelen amcamız orada yaşıyordu, dadısı Agida ile beraber. Şu anda o evi MİT kullanıyor, onlara geçti.
- Siz o evde mi yaşıyordunuz? - A.S.N.O: Hayır, biz Göztepe'ye yerleşmiştik, amcamızı ziyarete gidiyorduk. Amcam rahatsızdı. Hasta derken, zihinsel sorunları vardı. Kurtuluş Savaşı döneminde Ayşe Sultan Teşvikiye'de oturuyordu. O eve İsviçre'den bir dadı geldi çocuklara bakmak için. Amcam henüz çok küçük o zaman. Memleket de işgal altında; evin altında silah depolayıp, direnişçilere gönderiyorlarmış. Ve bu dadı bir İngiliz askerine âşık oluyor. İngiliz eve sık girip çıkmaya başlayınca, Ayşe Sultan huzursuz oluyor silahları fark edecek diye. Dadıyı işten çıkarana kadar diyor ki: 'Çocuk uyumadan dışarıya çıkamazsın.' Öyle olunca dadı çocuk uyusun diye afyon vermeye başlıyor gizlice. Dadı gidince de çocuk o maddeye bağımlı hale geldiği için havale geçiyor ve beyinde hasar kalıyor. Hep iki yaşında bir çocuk gibiydi amcam.
ATATÜRK'Ü SEVMEK MECBURİYETİNDE DEĞİLİM- Cumhuriyet'e, Atatürk'e bir tavrınız yok, değil mi? - A.A.N.O: Bizim için o bir subay, bir paşa... Benim için öyle... Ama ben şahsen şöyle bakarım: Ben sana bir şey emanet ediyorum, sen bana böyle yapıyorsun! Benim dedelerim belki söylemiyorlar bunu ama ben söylerim, söylüyorum. İnsana bu mu yapılır yani? Koruma altına al en azından! Sevgim yok, saygım var. Mecbur değilim sevmeye.
- A.S.N.O: Bir yerde bu ailenin ayakta kalma sebebi yine de Atatürk'tür bence.
- A.A.N.O: Afedersin ama bizi öldürmesi belki de daha iyiydi! Şimdi ateş ateş, yavaş yavaş ölüyorsun... Bu daha kötü. Bir de Atatürk'ün yaptığı reformlar zaten sarayda başlamıştı, Latin alfabesiydi, yasalardı falan... Abdülhamid çok akıllı ve çok ileri görüşlüydü. Hep ileri yatırım yapıyordu. Çok planlı, programlı bir adamdı. Burcunu Terazi diye biliyorum ama Başak etkisi de vardı.
OKULDA İSYAN ÇIKTI- Geldiğinizde Türkiye'deki şartlar nasıldı? - A.A.N.O: İnsanlar bizi görmeye geliyorlardı, 2-3 saat inceliyor, bizim de onlar gibi olduğumuzu anlayınca gidiyorlardı.
- Okul hayatınızda neler oldu? - Önce ABC Lisesi'ne kayıt edildik, Fenerbahçe'de bir okuldu. Galiba 3 saat kalabildik! Çünkü dersler iptal oldu. Polis zoruyla bizi okuldan çıkardılar ve sokakta bırakıldık. Babam gelip bizi aldı. Bütün okul isyan etti. Bizi yabancı kızlar olarak gördüler, Türk olarak görmüyorlardı! 'Bunlar da kim?' diye sınıfın kapısından ayrılmadılar. Ders falan kalmadı, bitti, herkes ayakta...
- A.S.N.O: Bizi bir sınıfa koydular, fakat diğerleri kapıları zorladı. Bahçeye çıktık, etrafımızı çevirdiler, herkes bizi inceliyor. Hayatımın en kötü anlarından biriydi...
GECEKONDU GİBİ BİR YERDE OTURDUM- A.A.N.O: Parasızlıktan iki yıl gecekondu gibi bir yerde yaşadım! Ev sahibi yaşlı, beyaz sakallı, çok iyi biriydi. Her yerde Fatih Sultan Mehmet resimleri vardı, seviyordu. Şirketim batmıştı, gerçekten bitmiştim. Sosyetenin içinde kalmak istiyorum ama ekonomik olarak bitmişim. Tükendim! Ailem yardım ediyor ama yeterli olmuyor. Dengelerimi korumaya çalışıyorum. Akşamları bir yerlere gidiyorum, saçlar yapılı, makyaj, topuklu ayakkabı falan. Ama dolmuşla gidiyorum. O amca, rahat gideyim diye bazen kendi parasıyla taksiyle gönderirdi beni, kıyamıyordu. Ama diğer taraftan oğlumu eve almıyor, çünkü o erkek.
- Abdülhamid Han'ın başka ülkelerde de malları var, değil mi? - A.A.N.O: Var elbette ama onları da alamadık.
- A.S.N.O: Bu kitabı herkes okusun, lütfen ve bizi anlasınlar.
- A.A.N.O: Sürgünün asıl sebebi şu: Abdülmecid Efendi, kendini halife ilan ediyor ama halife olmakla padişah olmayı karıştırıyor. Burada ailenin hatası var. Aslında meclisin de hatası var; padişahı indirebilirsin ama halifeyi değiştiremezsin.
AYŞE SULTAN'A SADECE MENDERES YARDIM ETTİ- Babaanneniz Ayşe Sultan Türkiye'ye geldiğinde koşullar nasılmış? - A.A.N.O: Ayşe Sultan geldiğinde hiçbir şey yapılmadı. İstense yapılabilirdi, o kadar yokluk çekmezdi. Ne bileyim, örtülü ödenek filan var... Ayşe Sultan'a sadece bir kişi yardım etti. O da Adnan Menderes ve ailesi. Menderes hiç olmazsa aylık alsın diye uğraştı. Başka türlü, bu insanlar nasıl yaşasınlar? Menderes bunu yapmaya çalıştı, Celal Bayar'ı ikna etmeye çalıştı ama hiçbir zaman devlet bunu bir konu olarak ele almadı. Bizi buraya getirtiyorsunuz... Soruyorum, neden? O zaman bize af çıkarmasaydınız! Bıraksaydınız kendi halimize, kimseyi rahatsız etmezdik.
- Sadece Abdülhamid'in şahsi mal varlığının mirasçılarına devredilmesini mi istiyorsunuz?
- Normal olarak bunu isterdik. Normal değil mi? Babam da bunun için uğraştı, Ayşe Sultan da. Bir çiftçi bile 'Topraklarıma sahip çıkmazsam işgal edilir' diyor. Belki biz de bunun için döndük! Ama maalesef bizi dinleyen yok. Bu nedenle bu kitabı çok önemsiyorum. Okuduğunuz zaman birçok anahtar göreceksiniz. Belki de bazı olayların anlatıldığı gibi olmadığını fark edecek birçok insan. Bu kitap tarihi bir belge.
- Konuşmalarınızdan mirasa yönelik bir umudunuz olduğunu anlıyorum, doğru mu? - A.A.N.O: Valla ne diyeyim, biz sadece öldüğümüz zaman kıymetli oluyoruz. Yaşarken ilgilenen yok. Vallahi ben bekliyorum ki devletten biri arasın, 'Adile Hanım ailenize en azından rahat edeceğiniz şekilde bazı şeyleri iade etmek istiyoruz' desin. Çoğu insan bizim bu durumumuzu bilmiyor. Onlar zannediyorlar ki hayatımız dört dörtlük. Artık en azından bunun bilinmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ne Ayşe Sultan'a bir yardımda bulunuldu ne de diğer kardeşlere... Herkes kendi kendine idare etti. Ya evlikleri nedeniyle ya da oradan buradan gelen yardımlarla...
- Abdülhamid Han'ın başka ülkelerde de malları var, değil mi? - A.A.N.O: Var elbette ama onları da alamadık.
- A.S.N.O: Bu kitabı herkes okusun, lütfen ve bizi anlasınlar.
- A.A.N.O: Sürgünün asıl sebebi şu: Abdülmecid Efendi, kendini halife ilan ediyor ama halife olmakla padişah olmayı karıştırıyor. Burada ailenin hatası var. Aslında meclisin de hatası var; padişahı indirebilirsin ama halifeyi değiştiremezsin.
AYŞE SULTAN'A SADECE MENDERES YARDIM ETTİ- Babaanneniz Ayşe Sultan Türkiye'ye geldiğinde koşullar nasılmış? - A.A.N.O: Ayşe Sultan geldiğinde hiçbir şey yapılmadı. İstense yapılabilirdi, o kadar yokluk çekmezdi. Ne bileyim, örtülü ödenek filan var... Ayşe Sultan'a sadece bir kişi yardım etti. O da Adnan Menderes ve ailesi. Menderes hiç olmazsa aylık alsın diye uğraştı. Başka türlü, bu insanlar nasıl yaşasınlar? Menderes bunu yapmaya çalıştı, Celal Bayar'ı ikna etmeye çalıştı ama hiçbir zaman devlet bunu bir konu olarak ele almadı. Bizi buraya getirtiyorsunuz... Soruyorum, neden? O zaman bize af çıkarmasaydınız! Bıraksaydınız kendi halimize, kimseyi rahatsız etmezdik.
- Sadece Abdülhamid'in şahsi mal varlığının mirasçılarına devredilmesini mi istiyorsunuz?
- Normal olarak bunu isterdik. Normal değil mi? Babam da bunun için uğraştı, Ayşe Sultan da. Bir çiftçi bile 'Topraklarıma sahip çıkmazsam işgal edilir' diyor. Belki biz de bunun için döndük! Ama maalesef bizi dinleyen yok. Bu nedenle bu kitabı çok önemsiyorum. Okuduğunuz zaman birçok anahtar göreceksiniz. Belki de bazı olayların anlatıldığı gibi olmadığını fark edecek birçok insan. Bu kitap tarihi bir belge.
- Konuşmalarınızdan mirasa yönelik bir umudunuz olduğunu anlıyorum, doğru mu? - A.A.N.O: Valla ne diyeyim, biz sadece öldüğümüz zaman kıymetli oluyoruz. Yaşarken ilgilenen yok. Vallahi ben bekliyorum ki devletten biri arasın, 'Adile Hanım ailenize en azından rahat edeceğiniz şekilde bazı şeyleri iade etmek istiyoruz' desin. Çoğu insan bizim bu durumumuzu bilmiyor. Onlar zannediyorlar ki hayatımız dört dörtlük. Artık en azından bunun bilinmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ne Ayşe Sultan'a bir yardımda bulunuldu ne de diğer kardeşlere... Herkes kendi kendine idare etti. Ya evlikleri nedeniyle ya da oradan buradan gelen yardımlarla...
26 Ekim 2013 Cumartesi
Sömürü düzeni,Mecbur muyuz kazıklanmaya
Bugüne kadar Türkiye’nin savunma ihtiyaçları karşılanırken nasıl bir sistem işliyordu, biliyor musunuz?
Önce bir miktar para yardımı yapıyorlardı. “Askeri yardım” adı altında küçük küçük meblağlar veriyorlardı. Tabiri caizle bizi yemliyorlardı. Sonra da kaşıkla verdikleri bu paraların daha fazlasını kepçeyle geri alıyorlardı. Bir verirken, beş götürüyorlardı!
Sistem “bağımlı kılma” üzerine kurulmuştu. Bu bağımlılığın sonunda kaybeden hep biz oluyorduk. Batılı şirketler ile onların Türkiye’deki temsilcileri de amiyane tabiriyle malı götürüyordu.
Türkiye üzerinde çok güzel bir çark oluşturulmuştu...
Bu çark yıllar boyunca nalıncı keseri misali hep Batı hesabına yonttu. Biz çalışıp kazandık, onlar da bir güzel yedi!
***
Marshall Yardımı da böyle işledi...
Türkiye’ye “Biz size veririz, neden üretiyorsunuz?” dediler. Önümüze “Sen uğraşma yat, biz hallederiz” anlamına gelecek bir teklif koydular.
Biz o yıllarda Türkkuşu’nda uçak üretiyorduk.
Teklif cazip geldi ya da birileri “cazip” diye sundu; kabul ettik. Uçak fabrikalarımızı kapattık; mandıra haline getirdik. Yoğurt ve peynir ürettik. Uçaklar için de “Nasıl olsa bize verecekler” diye düşündük.
Haklarını yemeyelim, verdiler de...
Verdiler ama daha fazlasını geri aldılar. “Yedek parça” dediler, elimizi cebimize attık. “Bakım, onarım” dediler, sürekli sömürüldük. Sonra bir baktık ki, yaptığımız işin astarı yüzünden pahalıya geliyor!
Ama iş işten geçti. Çünkü bağımlı hale geldik. Tesislerimizi kapattığımız için, üretip İskandinav ülkelerine sattığımız uçakları bile parayla geri almak zorunda kaldık.
Unutmadan ekleyeyim, biz 1940’lı yıllarda, ABD’nin Körfez Savaşı’nda “teknoloji harikası” diye sunduğu hayalet uçakların ilk örneğini yapmış bir ülkeydik. Uçak üretimimiz devam etseydi, belki de bugün Airbus ya da Boeing ayarında üretim yapabilecek bir seviyeye gelecektik.
Olmadı, bizi çarklarının arasına alıp öğüttüler.
O çarklar da 28 Şubat, 12 Eylül ve 27 Mayıs gibi dönemlerde, çok güzel işledi. “Sömürülüyoruz” diyen çıkmadı. Bunu söyleyenler de “marjinal çevreler” olarak adlandırılıp, kafalarına vuruldu.
***
Nihayet, Türkiye bu çarkların arasından kendini sıyırmaya karar verdi. Füze savunma sistemini Çin’le birlikte yapmak için adım attı.
Sen misin bunu yapan!
Hep birlikte üzerimize yüklenmeye başladılar. Kimi, “eksen kayması” gibi gerekçelerle saldırdı. Kimi de “Türkiye bir NATO üyesidir. Çin’in silahları NATO standartlarına uymaz” gibi bahaneler üretti.
Tabii ki hepsi hikâye!
Aslında, yıllar boyunca yürüttükleri “tatlı kâr sistemi” yıkıldı.
Eğer, Çin’le yola devam edersek, üretimin yüzde 50’den fazlasını yerli kaynaklarımızla sağlayacağız. TAİ, TUSAŞ, HAVELSAN ve ASELSAN gibi milli kuruluşlarımız da projeye dahil olacaklar. Sistemi taşıyan araçların tamamı ülkemizden sağlanacak. Bizim mühendislerimiz, başından sonuna kadar sistemin içinde olacak. Çinlilerden teknoloji alacağız. Tecrübe kazanacağız. En önemlisi de sistemi denetleyebileceğiz. Ardından da kendi hava savunma sanayimizi geliştireceğiz.
Yine Batılılara dönersek, yıllardır yaptıkları gibi onlar üretecekler ve bize satacaklar. Sömürü çarkı devam edip gidecek...
Buna rağmen hiç utanmıyorlar. Bu gerçeğe rağmen bağırıp çağırıyorlar.
Neymiş, son derece kaygılıymışlar!
Oysa asıl kaygıyı bizim duymamız lazım. Asıl bağırıp çağırması gereken Türkiye. Çünkü sömürülen biziz. Sömürenler de bağırıp çağıran ve gürültü yapanlar. Tam bir “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır” örneğiyle karşı karşıyayız!
Önce bir miktar para yardımı yapıyorlardı. “Askeri yardım” adı altında küçük küçük meblağlar veriyorlardı. Tabiri caizle bizi yemliyorlardı. Sonra da kaşıkla verdikleri bu paraların daha fazlasını kepçeyle geri alıyorlardı. Bir verirken, beş götürüyorlardı!
Sistem “bağımlı kılma” üzerine kurulmuştu. Bu bağımlılığın sonunda kaybeden hep biz oluyorduk. Batılı şirketler ile onların Türkiye’deki temsilcileri de amiyane tabiriyle malı götürüyordu.
Türkiye üzerinde çok güzel bir çark oluşturulmuştu...
Bu çark yıllar boyunca nalıncı keseri misali hep Batı hesabına yonttu. Biz çalışıp kazandık, onlar da bir güzel yedi!
***
Marshall Yardımı da böyle işledi...
Türkiye’ye “Biz size veririz, neden üretiyorsunuz?” dediler. Önümüze “Sen uğraşma yat, biz hallederiz” anlamına gelecek bir teklif koydular.
Biz o yıllarda Türkkuşu’nda uçak üretiyorduk.
Teklif cazip geldi ya da birileri “cazip” diye sundu; kabul ettik. Uçak fabrikalarımızı kapattık; mandıra haline getirdik. Yoğurt ve peynir ürettik. Uçaklar için de “Nasıl olsa bize verecekler” diye düşündük.
Haklarını yemeyelim, verdiler de...
Verdiler ama daha fazlasını geri aldılar. “Yedek parça” dediler, elimizi cebimize attık. “Bakım, onarım” dediler, sürekli sömürüldük. Sonra bir baktık ki, yaptığımız işin astarı yüzünden pahalıya geliyor!
Ama iş işten geçti. Çünkü bağımlı hale geldik. Tesislerimizi kapattığımız için, üretip İskandinav ülkelerine sattığımız uçakları bile parayla geri almak zorunda kaldık.
Unutmadan ekleyeyim, biz 1940’lı yıllarda, ABD’nin Körfez Savaşı’nda “teknoloji harikası” diye sunduğu hayalet uçakların ilk örneğini yapmış bir ülkeydik. Uçak üretimimiz devam etseydi, belki de bugün Airbus ya da Boeing ayarında üretim yapabilecek bir seviyeye gelecektik.
Olmadı, bizi çarklarının arasına alıp öğüttüler.
O çarklar da 28 Şubat, 12 Eylül ve 27 Mayıs gibi dönemlerde, çok güzel işledi. “Sömürülüyoruz” diyen çıkmadı. Bunu söyleyenler de “marjinal çevreler” olarak adlandırılıp, kafalarına vuruldu.
***
Nihayet, Türkiye bu çarkların arasından kendini sıyırmaya karar verdi. Füze savunma sistemini Çin’le birlikte yapmak için adım attı.
Sen misin bunu yapan!
Hep birlikte üzerimize yüklenmeye başladılar. Kimi, “eksen kayması” gibi gerekçelerle saldırdı. Kimi de “Türkiye bir NATO üyesidir. Çin’in silahları NATO standartlarına uymaz” gibi bahaneler üretti.
Tabii ki hepsi hikâye!
Aslında, yıllar boyunca yürüttükleri “tatlı kâr sistemi” yıkıldı.
Eğer, Çin’le yola devam edersek, üretimin yüzde 50’den fazlasını yerli kaynaklarımızla sağlayacağız. TAİ, TUSAŞ, HAVELSAN ve ASELSAN gibi milli kuruluşlarımız da projeye dahil olacaklar. Sistemi taşıyan araçların tamamı ülkemizden sağlanacak. Bizim mühendislerimiz, başından sonuna kadar sistemin içinde olacak. Çinlilerden teknoloji alacağız. Tecrübe kazanacağız. En önemlisi de sistemi denetleyebileceğiz. Ardından da kendi hava savunma sanayimizi geliştireceğiz.
Yine Batılılara dönersek, yıllardır yaptıkları gibi onlar üretecekler ve bize satacaklar. Sömürü çarkı devam edip gidecek...
Buna rağmen hiç utanmıyorlar. Bu gerçeğe rağmen bağırıp çağırıyorlar.
Neymiş, son derece kaygılıymışlar!
Oysa asıl kaygıyı bizim duymamız lazım. Asıl bağırıp çağırması gereken Türkiye. Çünkü sömürülen biziz. Sömürenler de bağırıp çağıran ve gürültü yapanlar. Tam bir “Yavuz hırsız, ev sahibini bastırır” örneğiyle karşı karşıyayız!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)