Cumhurbaşkanı’nın Afrika seyahati vesilesiyle bir tanıklığımı paylaşmak istiyorum. Dört yıl önce Ramazan ayında Erdoğan Başbakan sıfatıyla Somali’ye ailesi ve çok geniş bir heyetle birlikte gittiğinde biz de oradaydık. O vakitler henüz sorgusuzca güvendiğim bir cemaat yapılanmasının yardım kuruluşu benim gibi birkaç yazarı da Ramazan’daki yardım faaliyetlerine dahil etmişti. Bu vesileyle çeşitli kuruluşlardan pek çok fedakar insan tanıdım.
Başbakan’ın uçağıyla değil, onlardan bir gün önce Nairobi’den kalkan Afrika Havayolları'na ait yerel bir uçakla deniz kenarında pist gibi bir açık alana ağaçlar arasından inerek geldik Mogadişu’ya. Bu, şu anlama geliyordu. Orada bir gece kalmak durumundaydık. Gelgelelim havalimanı gibi, araçların geçişine elverişli yol da yoktu. Toprak yolda çöplerden hayvanlara, araçlardan insanlara, tezgahtarlardan güvenlik görevlilerine, tuvaletten yatacak yere... Her şey iç içeydi.
Bir de tabii güvenli bir biçimde kalacak yer yoktu. Eskiden yabancı diplomatların kaldığı, sonradan şehre gelenleri ağırlamaya çalıştıkları, yıkık dökük, içinde ihtiyaç giderecek yeterli gereçler (temiz havlu, çarşaf, perde, iftarlık, sahurluk vs...) olmayan bir bina vardı, birkaç katlı. Oraya zar zor varabildik. Ne internet çekiyordu doğru düzgün, ne telefonlar.
Bombalı saldırılar yüzünden açık alanlarda hareket etmeden topluca durmamamız öğütleniyordu. Ramazan olduğu için, etrafta pek hareket yoktu. Çamur, toz toprak, çer çöp, harabe yapılar, yalınayak ve atletli gençler, Kaddafi’nin paralı askerlerinin gezdiği araçlar... Derken bir süre sonra toz toprağın insanın fıtratına yakın olduğunu hatırladım ve kendimi ‘içeride’ hissetmeye başladım.
Ne kadar ‘beyaz’ olursanız olun, kara toprak sizi içine alıyor işte! Gittiğimiz sığınma kamplarının önünde iç savaştan kaçarak uzun yürüyüşler sonucu başkente ulaşabilen ama yer olmadığı için içeriye alınamayan binlerce insan ve çocuk aç, susuz, hasta, öylece bekleşiyordu. Biz girip çıkacak, ertesi gün de ayrılacaktık oradan.
Dağıttığımız yardım paketlerini ‘Batılı adam’ın yaptığı gibi kamyonun tepesinden yığınların üzerine fırlatmak yerine çadırdakilerle konuşarak, göz temasında ilişki kurarak, çocuklara sarılarak vesaire tek tek ihtiyaç sahiplerine veriyorduk. Bunun asıl büyük yardım olduğunu, dört yıl sonra şehirde asfalt yol yapmış, havalimanı inşa etmiş ve Afrika’nın en teşekküllü hastanesini açmış Türkiye devletine ve Erdoğan’a duyulan samimi sevgi kanıtlayacaktı.
Zira Türk ekipleri dışında yardımları böyle dağıtana pek rastlanmadığını duyacaktım orada. Bir sonraki öğünde yiyecek bir şey bulup bulmayacağı bilinmeyen insanların izdiham halinde üzerlerine fırlatılan paketlere üşüşüp birbirlerini yemesini izlemek kelimenin tam anlamıyla ‘beyaz kibir’di. Zenginler, dünyanın fakirlerinin ilkel ve hayvani olduklarını, gerek görüldüğünde kaynaklarına el konulacağını veya canlarına topluca kıyılacağını içselleştirmişlerdi çoktan.
Oysa dünyanın bu en fakirleri kelimenin tam anlamıyla fakr sahibi olmuşlardı. Tam teslimiyetin tezahürü; rızkına rıza göstermek, tevazu, dayanışmacılık, diğergamlık, vakarlık göz kamaştırıyordu toz toprak arasında. Kucağında bebek kardeşi olan bir kıza elimdeki üç gofretten bir yerine iki tane uzattığımda, yan çadırdaki arkadaşını işaret ederek, bunu ona ver demişti. Cebine indirmek yerine. Fazladan gelen bir gofret manevi gıdaya dönüşebiliyordu böyle işte.
İftarda yerel meyve, birkaç konserve ile karnımızı doyurduğumuzda, sahura pek bir şey kalmadığını düşünürken bir et yemeği geldi sofraya. Çok kalabalıktık. Hepimiz tıka basa doyduk. Sahurda ise iftardan kalan artıklarla bir daha güzelce doyduk. Fakat bu öyle bir doymaktı ki, elimizdekiyle yetinmek için kimse ihtiyacından fazlasını almıyordu önüne. Tam bir ibadet olmuştu iftar ve sahur.
Geceleyin beni (ekipteki tek kadın olduğumdan) ayrı bir odada tek olarak yatıracaklardı. Fakat odanın perdesi yoktu ve karşıdaki camiden gelen teravih sesleriyle uzaklardan duyulan kurşun sesleri birbirine karışıyordu. Bir oğlan çocuğu kendini bana perde bulmaya vakfetti. Evet sabun da, örtü de, sivrisinekler için sineklik de yoktu odada. Etraf kir içindeydi. Ama perdenin buradaki en önemli ayrıntı olduğunu anlamıştım. Dışarısıyla içerisi arasında bir güvenlik kalkanı oluşturuyordu.
Oğlana, bir örtü de olur, perde nereden bulacaksın demeye çalışmama rağmen saatlerce aranıp tarandıktan sonra bana rengarenk bir Afrika kumaşından şahane perde ile onu geçirecek bir de çıta getiriverdi. Fakat çıta küçük geldi, oğlan çok üzüldü. İdare ederim dediysem de pes etmeyecekti. Bekle dedi bana. Ve yine gitti.
Çok sonra elinde perdeye cuk oturan bir çıtayla geldi, gülümsüyordu.
Yoksunluk ve çaresizlik insana her şeyin nimet olduğunu gösteriyor. Elini yıkayacak bir sabunun yoksa da perdene uygun boy bir çıtan olabiliyordu ve şikayet yerine şükrediyordun. Bir gece önce Kenya’da kaldığımız konforlu otelde bir türlü uyuyamamışken, sahura dek bir güzel uyku bile çektim, oğlanın emeği zayi olmadı.
Ertesi gün Erdoğan ve ekibi geldiğinde, bir sahra hastanesi kuruldu kamplardan birinde. Anında anneler ve hasta çocukları kuyruk olmuşlardı. Hiçbirinde isyan ve itiraz yoktu. Öylece bir umut, bekliyorlardı.
Analarının kucağında ölen bebeklerin gömüldüğü çadırların altından bir kaynak suyu fışkırdı o gün orada, biz tanık olduk. Bir Başbakan, karısı ve kızı dahil, sivillerden oluşan bir ekiple orada yerli halkla sarmaş dolaş olmuştu. Kimileri sömürmek maksadıyla yardım yapsındı bu dünyada: Zulme şahit olma sorumluluğunu nasıl taşıdığımız belirliyordu insanlığımızı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder