23 Ocak 2015 Cuma

Fetullahin Sirlarla dolu özgecmis


Savcı Sayan, Fetullah Gülen'in CHP'ye bağış yaptığı iddiasında bulunarak, Twitter hesabından bir bağış makbuzu yayınladı. Sayan'ın bu akşam yayınladığı makbuz 1967 yılına ait. Makbuz, Fetullah Gülen'in Cumhuriyet Halk Partisi'ne 5000 TL tutarında yardımda bulunduğunu gösteriyor.
İşte ilgili makbuz:
FETTO'NUN BÜYÜK SIRRI NEDİR ?.

Neden bulunduğu yerlerin içinde van dan bahsetmez sakladığı sır ne?????
Van dan kaçtıktan sonra neden bir daha hiç doğuya gitmemiştir???
Sevgili okurlar şimdi bakın. Burada fetto terör örgütü liderinin ülkemiz içinde bulunduğu yerlerle ilgili bilgiler var.
Başka kaynaklarda da ha farklı ama Van’nın ilçesindeki kuran kursu görevinden hiç bahsetmez..
Açıklıyoruz!!
"Ermeni olan dedesinin Pasinlerli İbrahim Bey'in hizmetkarlığını yaptığı yıllarda, Rus işgali sırasındaki Ermeni ayaklanmasında İbrahim Bey ve ailesi Ermeni hizmetkarlarının tasallutuna uğrayınca, İbrahim Bey hizmetkarını ve onun ailesinin bir bölümünü öldürür. Ardından, intihar eder. Olaydan sağ kurtulan Fethullah Gülen'in babası, 18-19 yaşlarındayken, İspir'e gelir ve yerleşir.
Fethullah GÜLEN: Müslüman adı alır ve bir Türk kızı ile evlenir. Gülen'in babasının, 'Öyle bir evlat yetiştiriyorum ki, bunları kendi dinleri ile vuracak' dediği de rivayet olunur." ( E.M.H., 2 Haziran 1999)
1968 yılı itibariyle İzmir Merkez Vaizi, İzmir İmam Hatip ve İlahiyatta Öğrenci Yetiştirme Derneği Kestanepazarı Kuran Kursu öğreticisi görevlerinde bulunmuştur.
1969 Ağustos ayı içinde İzmir Buca’da kendi yönetiminde olan dernek ve Kestanepazarı Kuran Kursu’nda okuyan 100 öğrencinin katılımıyla açılan bir kampta, Kuran okumanın yanı sıra Risale i Nur eğitimi yapmıştır.
Aynı yıl içinde Said i Nursi için Isparta’da okutulan mevlüde katılmıştır.
1970′de İzmir’de Nurculuk üzerine programlar yapmış, ayrıca toplantılarda eğitici görevini üstlenmiştir.
1971 Ocak ayı içinde, İzmir İmam Hatip ve İlahiyat Öğrenci Yetiştirme Derneği içinde Nurculuk faaliyetleri yürüttüğü gerekçesiyle dernek idare heyetinden çıkarılmıştır.
Aynı yıl itibariyle Nurculuk faaliyetlerinden dolayı İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından ifadesi alınarak hakkında dava açılmıştır. Anılan komutanlıkça açılan davası sonucunda vaaz etme yetkisi alınmıştır.
1972 Eylül ayı içinde Erzurum’a gitmiş, anılan ilde Nurcu liderle görüşmüş ve çeşitli Nur toplantılarına katılmıştır.
1973 yılı itibariyle Edremit’e tayin edilmesine karşın, İzmir’de ikamet ederek her hafta cuma günleri Edremit Alemzade Camii’nde vaaz vermiş ve her gelişinde ayrı ayrı Nur medreselerinde Nur toplantıları düzenlemiştir.
Aynı yıl itibariyle Edremit Merkez Vaizi görevi sırasında yaz aylarında Edremit civarında açılmış olan ve Nurcu öğrencilerin iştirak ettiği kamplarda Nurculuk faaliyetlerini organize etmiştir.
1974 Eylül ayı içinde Merkez Vaizliği’ne tayin edilmiştir.
1974 1976 yılları arasında yurt çapında çeşitli konularda konferanslar vermiştir.
1976 Temmuz ayı içinde Aydın çevresinde açılması planlanan Nur kamplarında F. Gülen’in fıkıh dersi vereceği öğrenilmiştir.
1976 Ağustos ayı başında İzmir Bornova ilçesi vaizliğine atanmıştır.
Münfesih MSP yanlısı olan Nurculardan Fethullah Gülen, İran’da gerçekleştirilen devrimin Türkiye’de de gerçekleştirilmesini arzulamakta olup, Türkiye’de İslami bir devrim için yurt sathında teşkilatlanmaya önem vermektedir.
İzmir Bornova Merkez Vaizi olduğu dönemde vaaz bantlarının yurt sathında dağıtılmasını sağlayarak Nurculuk propagandası yapmıştır.

KESTANEPAZARI CAMİİ- GİRİŞ(ERKEKYURDU DA BULUNMAKTA.İZMİR'DE NATO  KOMUTANLARI İLE BAĞLANTISINI BURADA KURDU..

19.04.1980′de İzmir’de gerçekleştirilen bir Nur toplantısında yaptığı konuşmada; birkaç gün içerisinde “Huruç harekatı” (Atılım harekatı) başlatılacağını, bu harekat için hemen hemen her ilde liderlerin tespit edildiğini, İran’da yapılan İslam harekatının Türkiye’de de böylece başlamış olacağını” belirtmiştir.
KESTANE PAZARI CAMİİ-KEMERALTI-KONAK-İZMİR

1980 yılında İzmir’de bir Nur toplantısında yaptığı konuşmada; “Huruç harekatının başarıya ulaşması için bütün yurtta kendi binalarında ve kiralayacakları müsait yerlerde orta ve yükseköğrenim gören öğrenciler için yurt binalarının açılması, yurtlarda eğitilen öğrencilerin meyvalarını vermesi, kendi fikirleri doğrultusunda çeşitli kitap ve dergilerin basımının gerçekleştirilmesi ile özellikle Türkiye’deki öğretmenlerin büyük bir bölümünün kendi yönlerinde faaliyet göstermeleri gerektiğini” ifade etmiştir.
KESTANEPZARI CAMİİNDE YİNE OLAĞAN BİR VAKIFLAŞMA VE NURCU VAKFI,VAKIFIN ERKEK YETİŞTİRME YURDU DA CAMİİN YANINDA...

24.06.1980 tarihinde, “Denizli Merkez Akyazılı Köyü Orta ve Yüksek Eğitim Vakfı” Denizli Şubesi’nin açılışında yaptığı konuşmada; “Milletimiz içinde bulunduğu zelil duruma, şeytanın uşakları muallimler ve onların yetiştirdiği inançsız talebeler nedeniyle düşmüştür. Rusya, Müslümanlığın giderek azalması ve komünizmin yayılması amacıyla, Türkiye’ye her yıl yardım göndermektedir. Ahlaksızlık, zina ve anarşi almış yürümüştür” tarzında ifadeler kullanmıştır.
Yazıcı Nurcuların lideri olan Fethullah Gülen, Bornova Merkez Camii’nde verdiği vaazlarında, hükümetin icraatlarını eleştirmiştir.



1980 yılında İzmir’de Nurcuların yayın organı “Sızıntı” adlı dergide zaman zaman “MFD” rumuzu ile yazılar yazmıştır.
12.09.1980 tarihinde Ege Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nca kendisini yakalamaya yönelik operasyonu haber alması sonucu, İzmir’den Erzurum’a kaçmıştır.
16.10.1980 tarihinde müstafi addedilmek için Erzurum’dan 20 günlük, daha sonra Kayseri Tıp Fakültesi’nden 45 günlük rapor alıp Bornova Müftülüğü’ne göndermiştir.
1980 Aralık ayında İzmir Bornova Merkez Vaizliği’nden Çanakkale’ye tayinini yaptırmıştır.
1981 Ocak ayı itibarıyla Isparta ili Uluborlu ilçesinde bulunan Islah Sitesi’ndeki “İmam Hatip Lisesi Öğrencilerini Koruma ve Yetiştirme Derneği” merkezinde gizlenmiştir.
27.02.1981 tarihinde Eyüp İstanbul Hükümet Tabipliği, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Kliniği’nce 20 günlük rapor almıştır. 22.03.1981 tarihinde Çanakkale Müftülüğü Merkez Vaizliği’nden istifa etmiştir.
1981 yılında Ankara’da Nurcu liderlerden “Toprak Diş Kliniği” sahibi Hayrettin Toprak‘ın evinde saklanmıştır.
1982 Mayıs ayında Konya’daki Nurcu liderlerle bir toplantı düzenlemiştir.
7.8.1982 tarihinde Keşan’ın bir köyünde gizlenerek “Molla” ve “Dahhak” takma isimlerini kullanmıştır. Aynı yıl itibariyle Sızıntı grubuna mensup şahıslarca, Mekke’de kiralanan bir dükkanda adı geçenin bantları hac süresince Türk hacılarına satılmıştır.
10.06.1983 tarihinde Menemen Helvacıköy’de Y.İ.E. öğrencisi Yaşar Erdoğdu’nun yanında saklanmıştır.Ege Ordu ve İzmir Antalya illeri Synt. Komutanlığı’nın 7 Şubat 1985 tarihli yazısı ile arananlar listesinde yer almıştır.
18 Mayıs 1985 tarihi itibariyle, kendisini maddi yönden destekleyen zenginlere hitaben İstanbul/Altunizade’de bir konuşma yapmış ve özel okullara maddi yardımda bulunmaları için etkileyici öğütlerde bulunmuştur. 23 Eylül 1985 tarihi itibariyle Çanakkale ili Biga ilçesinde mukim Fethullah Gülen grubuna mensup Nurculardan Sabri Kadıoğlu, Abdülkadim Zellüm adlı yazarın “Hilafet Nasıl Yakıldı” isimli eserini, Nurcular ile Milli Görüş mensuplarına ücretsiz olarak dağıtmıştır. 1 Ekim 1985 tarihi itibariyle; Hizb üt Tahrir mensubu Muhammed Kürdi, parti merkezinden aldığı emir üzerine, İzmir’de tahsilini yaparken, Fethullah Gülen ile bir görüşme yapmış, ancak bu görüşmede müspet bir netice alınamamıştır.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından çıkarılan 15 Nisan 1985 gün ve 7130 97/85/Synt. İstihbarat Hrk. Ş. Ks. sayılı aranan şahıslar kitabının 2. kategori, 15. sayfa ve 588 sırasında arananlar arasında yer almıştır.1987 yılında, İstanbul’daki evinde, imamlarına eğitim vermeye başlamıştır.
Ağustos 1987 ayında ders verdiği öğrencilerine yaptığı konuşmada; “Alparslan Türkeş ile görüştüğünü, Türkeş’ten cemaatini şeriat doğrultusunda yetiştirmesini istediğini, onun da kabul ettiğini” ifade etmiştir.
Bu konunun doğru olmadığına dair de sonraki beyanatlarında Türkeş'e;  Adnan Menderes'in vebali Türkeş'in boynundadır diye itham ederek göstermiştir...
KİRLETTİĞİ HUTBE YERİ-KESTANEPAZARI CAMİİ

6 Eylül 1987 günü yapılan seçim yasaklarıyla ilgili referandumda, Turgut Özal’ı desteklemek maksadı ile Nurcuların hayır oyu kullanmalarını sağlamıştır.Şubat 1990 tarihinde Korkut Özal’ın dünürünün İstanbul’daki evinde, “ANAP’ın geleceği ile ilgili” toplantıya katılmıştır.
Mart 1990 ayı içerisinde Türkiye’deki İslami faaliyetleri tek bir merkezden koordine etmek amacıyla oluşturulan İslam Şurası içerisinde yer almıştır.1990 yılı içerisinde rahatsızlığı sebebiyle birkaç kez yurtdışına çıkmıştır.
20 Ekim 1991 tarihinde yapılan genel seçimler arifesinde münfesih MÇP’ye 3.5 milyar yardımda bulunmuş ve seçimlerde MÇP ile ittifak yapan RP’yi desteklemiştir.
Nisan 1992 ayı içerisinde, Azerbaycan‘a giderek anılan ülkede TV kurma çalışmalarınıbaşlatmıştır.
Aynı tarihte ABD’deki Risale i Nur Enstitüsü’nün çalışmalarını yönlendirmek maksadıyla gizli olarak anılan ülkeye gitmiş, ardından Avustralya’ya geçerek Türk öğrencilerin akademik eğitim gördüğü okul ve kaldıkları yurtları ziyaret etmiştir.
Ayrıca kuracağı üniversitelerde ders verdirmek amacıyla söz konusu ülkelerdeki çeşitli profesörlerle de görüşmüştür.

1992 yılı içerisinde MÇP’den ayrılarak yeni bir parti kurma çalışmalarına giren Muhsin Yazıcıoğlu’na maddi ve manevi destek vermektedir. 
19 Ocak 1994′te Ankara’da kurulan “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’‘nın kurucuları arasında yer almaktadır.
1995 yılı içerisinde ABD, Almanya, İngiltere ve Rusya’nın Türkiye’deki büyükelçileri tarafından ayrı ayrı ziyaret edilmiştir.
Ağustos 1995 tarihi itibarıyla basında çıkan devlet yanlısı beyanları nedeniyle İBDA C örgütünün lideri Salih Mirzabeyoğlu tarafından ölümle tehdit edilmiştir…

MEHMET DALMAZ

FETHULLAH GÜLEN'İN PAPA'YA YAZDIĞI MEKTUP

Not: Bu mektubun Aksiyon'daki adresi iptal edilmiş. Eski Kaynak :http://arsiv.aksiyon.com.tr/arsiv/167/ M. Fethullah Gülen / Rabb'in aciz kulu / 9 Şubat 1998 Önerilen programlar aşırı büyük işler gibi algılanabilir; ama bunlar erişilmez değildir. Dünyada iki tip insan vardır. Bazıları kendilerini topluma adapte etmeye çalışır. Diğer bazıları ise topluma uymaktansa toplumu kendi değerlerine adapte etmek ister. Toplum bütün ilerlemeleri bu ikinci tip insanlara borçludur. Onları yarattığı için Rabb'e şükürler olsun. Bir öğrenci değişim programı da çok faydalı olacaktır. İnançlı genç insanların birlikte eğitim görmesi birbirlerine yakınlıklarını artıracaktır. Öğrenci değişim programı çerçevesinde üç büyük dinin babası olduğu ikrar edilen Hazreti İbrahim'in doğum yeri olarak bilinen Urfa şehrindeki Harran'da bir ilahiyat okulu kurulabilir. Bu, ya Harran Üniversitesi'ndeki programların genişletilmesi suretiyle ya da üç dinin ihtiyaçlarını da temin edecek şumullü bir müfredata sahip bağımsız bir üniversite şeklinde gerçekleştirilebilir. Üç büyük dinden liderlerin işbirliği ile, ilki Washington DC'de olmak üzere muhtelif dünya başkentlerinde bir konferanslar serisinin gerçekleştirilmesini teklif ediyoruz. İkinci serinin zamanı için Hz. İsa'nın doğumunun 2000. yıldönümü ideal olabilir. Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsamahanıza sığınarak, bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz. Hıristiyanlığın üçüncü bin yılına girişi münasebetiyle yapılacak kutlamalar vesilesiyle Ortadoğu'daki Antakya, Tarsus, Efes ve Kudüs gibi bazı kutsal yerlere müşterek ziyaretleri içeren birçok etkinlikler önermek istiyoruz. Bunu Sayın Cumhurbaşkanımız Demirel'in, cenaplarının ülkemizi ziyaretine ve mezkur kutsal mekanları göstermeye davetini tekrarlamak için bir fırsat addediyoruz. Anadolu halkı size misafirperverliğini göstermeyi ve şevkle selamlamayı hararetle beklemektedir. Filistinli liderlerle diyalog kurmak suretiyle Kudüs'ü birlikte ziyaret etmemize davetiye çıkarabiliriz. Bu ziyaret bu mübarek şehri Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanların, hiçbir kısıtlama, hatta vize dahi olmaksızın serbestçe ziyaret edebileceği uluslararası bir bölge olarak ilan etme gayretlerine yönelik dev bir adım teşkil edebilir. Geçen yıl bazı ünlü uluslararası bilim adamlarının katıldığı medeniyetlerarası barış ve diyalog konulu bir sempozyum düzenledik. Bu gayretin başarısından aldığımız teşvikle bu tür etkinlikleri tekrarlamak istiyoruz. Halihazırda üç büyük dinin bağlıları arasındaki bağları güçlendirmeye yönelik olarak dinler arası diyalog konusunda Vatikan'ın da temsil edileceğini ümit ettiğimiz bir konferans düzenleme sürecinde bulunuyoruz. Kendi memleketimizde şimdiye kadar çeşitli Hıristiyan mezheplerinin liderleriyle diyalog içinde olduk. Bu naçiz gayretlerin boşa çıkmadığını acizane ifade etmek isteriz. Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir. Bizler bir araya gelmek suretiyle sözde medeniyetler çatışmasının gerçekleşmesini görmek isteyen yolunu şaşırmış ve şüpheci kimselere karşı dalgakıranlar gibi, isterseniz bariyerler gibi deyin, karşı durabiliriz. Beşeriyet, çelişen görüşler ortaya koydukları gerekçesiyle, zaman zaman bilim adına dini, din adına da bilimi inkar etmiştir. Bilginin tamamı Allah'a aittir ve din Allah'tandır. O halde bu ikisi nasıl çelişebilir? İnsanlar arasında anlayışı ve hoşgörüyü artırmaya yönelik dinlerarası diyaloğa yönelik ortak gayretlerimiz çok iş görebilir. İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır. Papa 6. Paul cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik. Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekan kılma yolundaki kutsal misyonumuzu tam manasıyla bilen halkından size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizde bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşettiğiniz için zatıalilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız. 'Pek muhterem Papa cenapları, ''İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır. Uygun bir yerdeki vakitli bir gayret bu yanlış anlamanın büyük oranda azalmasına katkı sağlayabilir. Müslüman dünyası, İslam'ın asırlarla ölçülen yanlış algılanmasını silip atacak bir diyalog imkanını bağrına basacaktır. ''




FETTULLAH GÜLEN GİZLİ KARDİNAL Mİ?  AYTUNÇ ALTINDAL YAZDI...

Aşağıdaki okuyacağınız yazı Gazeteci,yazar Aytunç Altındalın Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri adlı kitabının 115-116 ve 117.sayfalarında bulunan çok araştırılması ve sonucunun Türk Milletine acil olarak duyurulmasının gerektiğini anlatan bir yazıdır.
Bizler Aytunç Altındal gibi yazmıyoruz.O bazı şeyleri biliyor fakat söylemiyor.Ama biz söylüyoruz.Yazının muhatabı Fettullah Gülen denen gizli Katolik kardinalidir..Yıllarca Müslüman kılıfında / kılığında gezinip,şehir,şehir,köy,köy hatta ülke ülke gezerek kendine taraf toplayan bu adamın artık kimliği açıklanmalıdır.
Vatikanın sözünden başka bir şey bilmeyen nursuz şeytanın ve şakirdlerinin derhal Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından atılması gerekmektedir.Yıllarca bize Türk Milletine kan kusturmuş Osmanlı Devletini bile yavaş yavaş yok etmiş hatta şu içinde bulunduğumuz FETİH haftasının mimarı olan Cennet mekan Fatih Sultan Mehmed Hanın katili Arnavut asıllı YAHUDİ doktor gibi İsrailoğullarına yakınlığı ile bilinen bu çıfıtın ne mal olduğu bu tür yazılarla dile getirilmeli ve necip Türk Milleti bu konuda uyarılmalıdır.
28 şubat kadife (!!) devriminin baş mimarlarından olan bu soytarı Çevik Bir adlı emekli Mason olan paşanın dediği gibi ülkede gerçek manada İslami bir din devleti kurmaya çalışmamaktadır.Bu adamın kurmaya çalıştığı devlet Vatikan-Abd-İsrail-Ab dörtlüsünün bize sunduğu ILIMLILAŞTIRILMIŞ (!),EHLİLEŞTİRİLMİŞ (!),HRİSTİYANLIK (!) ÇEVRESİNDE BİRLEŞTİRİLMEYE çalışılan sözde İslami devlettir.
ABD de fbı ajanları tarafından 24 saat boyunca güvenlik içindeki korunan çiftlikte 5000 dolarlık masaj koltuğunda oturup, masonik medyanın Türk Kimlikli Aydın Doğanın Milliyet paçavrası üzerinden cilalanarak Türk Milletine HALİFE olarak yutturulmaya çalışılan Fettullah Gülen artık dönme sinyalleri veriyor.
Kendisinde hastalık var onun için gelmiyor denilen bu Vatikan şarlatanı derhal İslami Kimlikten çıkarılıp PAPAZ kimliği ile dolaşmalıdır.Döndüğünde tırafik sıkışır diye gelmiyor diyen NURCU tayfa çocukların bile güleceği bu sebeple oyalatılan Türk Milleti artık bu ve benzeri gibi DIŞ MİHRAKLARIN yerli taşeronlarını bilmesi anlaması ve uyanması gerekmektedir.
İslamdan,Türklükten fersah fersah uzaktaki bu VATİKANIN İSLAM HALİFESİ nin bizlere ve genç neslimize zerk edeceği ZEHİR in telafisi,panzehiri asla,asla,asla bulunmamaktadır.Onun için her daim Türk Milletine Zaman,Stv,Sızıntı,Aksiyon gibi lağımlarla ulaşmaya çalışan bu sözde halifenin yayınları seyredilmemeli,paçavralarına ilanlar verilmeyerek çöküşünü hazırlamalıyız.Türk Milletine kin ve zehir kusması bu şekilde önlenmelidir.
İşte Fettullah Gülenin gizli kardinal olduğuna dair ip ucu yazısı..

PAPA 2.JOHN PAULUN GİZLİ KARDİNALLERİ
16 Nisan 1995 te Papa 2.John Paul,VATİKAN St.PeterMeydanını dolduran 200.000 kişilik bir kalabalığa,Paskalya mesajını okudu.Papa ilk kez bu paskalya mesajında siyasal haklar edinmek için silahlı mücadele veren örgütleri bizzat dile getirdi.Papa aynen şunları söyledi.
‘’Özellikle Kürtleri,Filistinlileri ve Latin amerikadaki gurupları siyasal haklar elde etmek için silahlı mücadelede bulunmaya son vermeye çağırıyorum.Toplumda karşılıklı kabule ve saygıya dayalı kullanılabilir (equitable) çözümün tek yolu vardır.Diyalog.Ben onları bir an önce diyalog başlatmaya davet ediyorum.’’
Bu Papalık çağrısından sonra ilginç gelişmeler oldu.İlkin Belçikada,sonra da Almanyada ‘’Diyalog’’ gurupları oluştu.Hemen ardından 1995 yılının Eylül ayında ‘’Pkk diyalog istiyor’’ sesleri yükseltilmeye başlandı.Bunları ‘’Türkiye diyalogdan kaçıyor’’ şeklindeki batı basınının manüpile edilmiş haberleri izledi.Türkiye yeniden insan hakları örgütlerinin boy hedefi haline getirildi.
Vatikanın ve onun bürokrasisinin Türkiyedeki siyasi gelişmelerle doğrudan ve açıklanmış iradeyle ilgilenişi işte bu 16 nisan paskalya konuşmasından sonra hız kazandı.Ne hikmetse bu güne değin ‘’Diyalog’’ sözcüğünü telaffuz bile edemeyen bazı çevreler ‘’Din’’ aşkına ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ toplantıları düzenlemeye başladılar.
Papanın ne tür bir diyalog çağrısı yaptığı ise Katolik Kilisesi tarafından yayınlanan resmi belge ve yayınlardan anlaşıldı.Katolik aleminde en ciddi ve en çok izlenen yayın organı olan ‘’THE CATHOLİC WORLD REPORT’’ (Abd tarafından finanse ediliyor) Mayıs 1995 sayısında Türkiyeyi tek taraflı suçlayan bir haber yayınladı (ss.13-14).Haberde Amerikalı Cumhuriyetçi Senatör John Porterin ‘’Türkiyede Kürtlere Jenosist uygulanıyor’’ şeklindeki demeci verildikten sonra Müslüman Türklerin elindeki Ankara Hükümetinin başta Kürtlere,Aramilere,Ermenilere,Süryanilere ve Rumlara baskı yapmakta olduğu vurgulandı.(Aynı senatör bilindiği üzere ABD de Ermeni soykırımı tezini savunur.İki ay önce (1998 yılı) eşiyle gelerek Türkiyedeki bazı Kürt liderleriyle görüşmüştü.Aynı dergi haziran 1995 sayısında ise tam altı sayfalık bir yazıyla Türkiyenin AB ye girmesini engelleyeceğini duyurdu.Papanın diyalog çağrısının böylece kasıtlı bir Anti-Türkiye kampanyasını seslendiren bir ‘’monolog’’ olduğuda anlaşıldı.
Rastlantı buya 1995 ten buyana Türkiyede diyalogla yatıp,hoşgörüyle kalkanlar,ne hikmetse tıpkı VATİKAN ağzıyla konuşarak terörist bir örgütle Türkiye Cumhuriyetini ‘’Diyalog ve Hoşgörü’’ yutturmacasıyla kendi deyimleriyle ‘’Diplomatik’’ görüşmelerde bulunmak üzere eşit taraflar olarak ‘’Diyalog masasına’’ oturtmaya uğraştılar.Hala da uğraşıyorlar…
Vatikan bu gelişmeleri nasıl değerlendirdi bilinmez .Ama ölmeden evvel Papa 2.Jean Paul sessiz sedasız bir atama yapmıştı.21 şubat 1998 de resmiyet kazanarak yürürlüğe giren bu atama olayı ile Kardinaller Kolejine (Vatikanın senatosu) 20 yeni kardinal daha atandı.Böylece bu PAPA nın ölümünden sonra yapılacak olan seçimde oy kullanma hakkına sahip olan kardinal sayısı 122 ye yükseltildi.(Gerçekte 166 kardinal var.Bunlardan 80 yaşının üstündekiler oy kullanamıyorlar.).Yeni kardinallerin ikiside Amerikalıydı.Bunlardan biri Türkiyedeki ‘’Diyalog ve Hoşgörücüleri’’ yakından tanıyan Chicagolu Francis Kardinal George diğeride eski Denver Başpiskoposu James Kardinal Satfford du.
Ancak ilginç olan bu değildi.Papa 2.john paul neredeyse 100 yıldır uygulanmayan bir ‘’Papalık Hakkını’’ da bu atamalarda kullanmıştı.Vatikan terminolojisinde ‘’in pectore’’ diye bilinen bu uygulamaya göre Papa 20 Kardinale ek olarak ikide ‘’in pecture’’ yani GİZLİ kardinal atamıştı.Söz konusu sözcük Latince ‘’Kilisenin bağrına bastığı gizli evladı’’anlamına gelmektedir.
Diğer bir anlatımla ‘’in pecture’’ ile yıllardır Vatikanın ‘’gizli’’ hizmetinde çalışan ve / fakatKENDİ ÜLKESİNDE KİMLİĞİNİ GİZLEYEN BAŞKA DİNE MENSUP iki kişi şu anda Vatikanda kardinal yapılmış bulunuyorlar.

Papanın özel ‘’audiance=görüşme’’ yapmasından sonra kardinalliğe getirmeye uygun gördüğü bu kişilerin kim oldukları şu anda PAPA dahil sadece 7 kişi tarafından biliniyor.Geleneğe göre papanın bu şahısların kimliklerini ölümünden önce açıklaması gerekiyor,yoksa bu kişilerin ‘’in pecture’’ statüleri kimlikleri açıklanmadan sürecek.

Yıllardır vatikanın isteklerini yerine getirerek ‘’gizli katolik’’ olarak çalıştıkları ve bizzat papanın dediğine göre gerçek kimliklerinin açıklanması halinde ihanetleri nedeniyle kendi ülkelerinde ÖLDÜRÜLEBİLECEKLERİ ihtimali bulunan bu iki kişi acaba kimdir?.Bunlardan birinin Çin Halk Cumhuriyetindeki bir din adamı olduğu tahmin ediliyor.Diğeride acaba Orta Doğudan Müslüman bir lider,kral ve / veya bir din adamı mıdır.Soğuk savaş yıllarında CİA adına çalıştığı bilinen Papa 2.John Paulun Vatikandaki mafyası ‘’OPUS DEİ’’nin orta doğuda hangi liderlerle kolkola ve sermayesiyle iç içe olduğu biliniyor.Bir kaç yıl içinde çok hazin bir ‘’ALDANIŞ’’ la karşılaşmasınlar diye orta doğunun Müslümanları bu soruyu kendilerine sorsalar iyi ederler,kanısındayım..
Aytunç Altındal
Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri (sayfa115-116-117)

FOTOĞRAF& DERLEME :A.S.ATEŞ

F. GÜLEN'İN BİLİNMEYEN ÖZELLİKLERİ-1
FETULLAH GÜLEN’in AİLESİ NERELİ?


Yahudilerin Gülen’e karşı bu hassasiyeti esasen ortak kökenden gelmelerinden kaynaklanıyor. Bu hikâyeyi biraz yorumlayalım. Gülen ne anne tarafından ne de baba tarafından Türk değil. Küçük Dünyam isimli kitabının baskısında baba tarafından ‘Kürt olduğunu’ söyler. (Hatta Ermeni kökenli olduğuna dair bir kısım önemli iddialar da var.) Daha sonraki baskılarından bunu değiştirir. Gülen’in ailesi aslen, Van Gölü’nün kuzeyinde bulunan ve Ermenilerle Kürtlerin birlikte yaşadığı Ahlât bölgesindedir. Ailesi, başka bir bölgeden gelmeyip bu bölgenin yerleşiklerindendir. Baba tarafından Kürt veya Ermeni kökenli olmasını güçlendiren önemli iddialardan biri de budur. Kendi anlatımlarında da anlaşılabileceği gibi Türk boyları ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu nedenle, hayatını anlattığı ‘Küçük Dünyam’ isimli kitabın ilk baskısında baba tarafının Kürt kökenli olduğunu söyler. Ailesinin karışmış olduğu bir namus meselesi nedeniyle sürgüne tabi tutulurlar ve gelip Erzurum ili, Pasinler ilçesi, Korucuk köyüne yerleşirler. Kendisi de Korucuk köyünde doğduğu için Erzurumlu olarak tanınır.



Anne tarafı için verdiği bilgiler ise ilginçtir. Gülen’in annesinin ismi Refia’dır. Anneannesi yani nenesi Hatice hanımın Şükrü paşazadelerden geldiğini söyler. “Hatice ninem, annemin annesidir. Herhalde verem olduğundan erken ölmüş. Edirne Şükrü Paşa sülalesinden gelme.” Edirne ilinde bulunan Şükrü Paşazadeler ise, 1492 yılında İspanya’da kovulup ve Trakya’ya gelip yerleşen Safarad Yahudi göçmenleridir. Tarihe ‘İspanyolca konuşan Türk Yahudileri’ olarak geçen bunların ezici bir çoğunluğu, Yahudiliğini gizlemek için Türk olduğunu söyleyen sabetaylardır.



Gülen, annesinin İspanya göçmeni Yahudilerden olduğunu gizlemek için dedesi yani annesinin babası Ahmet’in ve ninesi Hatice’nin Müslümanlığına özel bir vurgu yapar. Yaşamında baba tarafını çok az anlatır, ama anne tarafına dair anlattığı rivayetlerin her satırında hayranlığını vurgular. Dedesini, dayılarını, teyzelerini öyle olağanüstü anlatır ki, hikâyeyi okuyan herkesi hayran bırakır. Anne tarafını bu düzeyde ön planda tutmasının nedeni, onların gerçek kimliğini gizlemeye yöneliktir. Ya da Yahudiliğe duyduğu gizli hayranlıktır. Dikkatle vurgulamalıyız ki, kimin hangi etnik ve dini kökende olduğuyla ilgilenmek doğru olmadığı gibi, insan hakları sözleşmesine de terstir. Kişinin etnik-ulusal kimliği değil, ideolojik görüşleri, politik duruşu esastır. Durduğu konum belirleyicidir. Ancak uluslararası alanda belirgin bir etkinliği olan ve politik dengeleri belirleme gücüne sahip olan Gülen gibi birinin kendi etnik kimliğini gizlemeye çalışması da tesadüfi bir durum değil. Bunun baskı görmekle hiçbir ilişkisi olmadığı da biliniyor. Bu topraklarda Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, hatta zaman zaman Yahudiler de kendi kimliklerini gizlemek zorunda kaldılar. Ancak Gülen’in durumu tamamen bunlardan farklı olup esasen bilinçli politik bir tercihtir. Dahası izlediği stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır.

Gerçek kimliğini gizlemek için de, anne ve baba tarafına ait ‘şecerenin kaybolduğunu’ söyler. Her iki ailenin seyyid olduğuna dair soruya geçiştirmeli bir yanıt verir. ‘Ahmet dedem bu mevzuda bir şey anlatmazdı’ diyor. Ailesinin köken olarak Ahlât’tan geldiğini söyleyen Gülen’in aile tarafının ‘Seyyid’ olduğunu bilmemesi mümkün değildir. Hele Kürtler içerisinde ‘Seyyid’ olmanın manevi olarak önemli bir yer tuttuğu bilindiği halde, dedesinin ve babasının bundan söz etmemesi mümkün olmadığına göre, Gülen esasen gerçek kimliğini gizlemeye çalışmaktadır.

Çok zengin bir ailenin çocuğu

Gülen bütün konuşmalarında ve günlük sohbetlerinde yaşamının ne kadar yoksulluk içinde geçtiğini söyler. Yoksulluk içinde büyüdüğünü vurgular ve özellikle bu noktada insanın duygularını sömürmeye özen gösterir. Kendi anılarını anlatırken, bunun tersini söyler. “Halil Dede’min çocukları buradaki gayri menkulleri 80 bin altına satarlar ve aralarında paylaşırlar… Zira babalarından kalan mirası iki kardeş pay ederken, altınları tas tas paylaşmışlar. Teker teker saymak vakitlerini alacağı için böyle yapmışlar. O devirlerde onların bu mirası bölüşme keyifleri de çok meşhur olmuş bir hadisedir.” 80 bin altını olan bir ailenin o günkü koşullarda sanırım çok zengin olması gerekirdi. Daha sonraki hayatlarında farklı yorumlar yapsa da, gerçek olan şu ki, yoksulluk içinde büyümemiştir. Kendi anlatımlarında ortaya çıktığı gibi, ailesi, ‘altınları, zaman kaybı olmaması için tas tas paylaşacak’ kadar bölgenin zenginleridirler.

Demek ki, hemen her vaazında veya röportajında vurguladığı gibi yoksulluk içinde yetişen biri değildir. Yapmak istediği duygu sömürüsüdür.

Babası Ermeni düşmanıymış!

Gülen ailesindeki ırkçı-şoven duygularının çok olduğunu sık sık vurgular. Örneğin “Şamil Dedem de feveran derecesinde bir Ermeni ve Rus düşmanlığı vardır. Bütün Ermeni ve Rusları doğrasa bu feveran dinmezdi.” Bütün ‘Ermeni ve Rusları kesecek’ kadar kindar olan bir ailenin Erzurum, Van, Muş gibi bölgelerde Ermenilerin katledilmesinde nasıl bir rol oynamıştır. Ayrıca Gülen’in kendisi bu katliamı destekliyor mu? Buna benzeri sorulara Gülen’in yanıt vermesi gerekir.

Dr. Mustafa Peköz


Gülen oturma iznini nasıl almıştı?


Fethullah Gülen'in yeşil pasaportunun iptal edildiği açıklandı. Peki Gülen, ABD'de oturma hakkını nasıl almıştı? 
Sınırdışı edilebilmesi olası mıydı?

Gülen’in ABD ’de uzun süreli oturma talebi tam da 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ile denk gelen dönemde yapıldı. 
Gülen’in o dönemde yaşanan 
367 krizinin büyüyebileceği öngörüsü ve muhtemelen de sonrasında gelecek olan siyasi tutuklamalar nedeniyle 
ABD’de kalmak istemiş olması çok da 
şaşırtıcı değildi. Gülen’in Mayıs 2007’de yaptığı I-140 vizesi başvurusu Kasım 2007’de reddedildi. Bunun üzerine 
ABD’li avukatı aracılığı ile 
Gülen ABD Vatandaşlık ve Göçmen ofisini mahkemeye verdi. I-140 vizesi ABD’de uzun süreli oturmak isteyen ve
 “sıradışı yeteneği veya bilgisi olan” 
kişilere veriliyordu. Gülen’e yakın isimler ABD’de tam anlamıyla seferber oldular. Referans olanlar arasında eski 
YÖK Başkanı, eski Milli Eğitim
 Bakanı Mehmet Sağlam da vardı, şu dönemde Başbakan’ın yakın danışmanı İbrahim Kalın’ın ABD’den yakın
 dostu olan John Esposito da.


Bundan sonrasında ABD makamları Gülen’i kendi aralarında tartıştılar. Savunma yapmak zorunda kalan ABD 
Göçmen Bürosu, Gülen’in akademisyen olmadığını, Türkiye ’deki okullarla doğrudan bağlantısı olmadığını belirtti.
 Gülen’in avukatları ise onun yazdığı kitapları ve çalışmalarını ortaya koydu. Avustralya Radyosu’nda Gülen ile 
ilgili kullanılan “etkili bir neo-Sufi hareketin vaizi” tanımını kullandı. Romanya tarafından verilen 
UNESCO ödülünü dosyaya ekledi. Onlarca makale ve yazı dosyaya girdi. 




2008’in Temmuz ayı boyunca Hakim Steward Dalzell, Gülen’in avukatı H. Ronald Klasko ve ABD Savcısı 
Mary Catherine Frye arasında karşılıklı belge ve bilgi değişimi yaşandı. 16 Temmuz 2008 tarihinde hakim 
kararını açıklarken “Sıradışı yetenekte siyaset ve din bilimcisi” tanımını geniş anlamda yorumladı ve Gülen’in
 oturma iznini onayladı. Kararda Hakim Dalzell şöyle yazıyordu: 




“Gülen çalışmalarının pekçok akademisyene teoloji, siyaset bilimi ve İslami araştırmalar konusunda yol 
gösterdiğini belirtiyor. Hukuken belirtmemiz gerekir ki pekçok Amerikan üniversitesi bu belirtilen dallarda 
diploma vermektedir. Vize makamlarının Gülen’i sadece eğitimci olarak nitelemesi eksik ve yasaya aykırıdır.
 Siyaset ve din bilimcisi sıfatıyla oturma iznine hakkı vardır.” 



Dosyaya bakan ABD Savcısı Frye, Gülen’in özellikle Türkiye’de baskı altında olup olmadığını araştırmıştı. 
Hatta Yargıtay’daki dosyasının akıbetini de Türk basını aracılığıyla takibetmişti. Amerikan makamları kendi aralarında
 Gülen’in ABD’de oturma statüsünü belirlerken Ankara ’nın çok da kayıtsız kaldığını düşünmek doğru olmaz. Ankara, 
Gülen’in o dönemki durumunu çok yakından izliyor ve destek de veriyordu. 
Çünkü önemli bir diplomasi girişimi yapılacaktı.



“BM Güvenlik Konseyi için Kulis yapın” Tam da Gülen’in kararının çıktığı günlerde Dışişleri Bakanı Ali Babacan 
23 Temmuz 2008’a New York’a, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğinin kulisini yapmak için bir ziyaret yaptı. 
Babacan, Türk dernekleri ile bir araya geldi ama Gülen’e yakın Türk Kültür Merkezi’nin o dönemki başkanı Recep 
Özkan’la ayrıca bir görüşme yaptı.
 Bu görüşmenin Türk Kültür Merkezi’nin o yıl organize ettiği Türk Festivali’ne kaynak yaratmak ve sponsor desteği 
için yapıldığını o dönem Gülen Hareketi’ne yakın isimler gazetecilerle paylaşmıştı. Diplomatik kaynaklara göre Bakan 
da Cumhurbaşkanı Gül de Gülen’e yakın derneklerin BM Güvenlik Konseyi üyeliği için aktif kulis yapmasını istemişti. 
Babacan’ın aynı hafta sonu New York’ta kalışını uzatması da 
“Acaba Hocaefendiyi ziyarete mi gitti?” sorularına yol açmış, ama Gülen’e yakın isimler ser verip sır vermemişti.


“Her 24 Nisan öncesi Kongre’ye atak” Gülen Hareketi’nin ABD seçimlerinde para harcadığı, Kongre üyelerine hatta 
Başkan Adaylarına destek kampanyaları yaptığı da bir gerçek. Ama bunu özellikle Ankara istemişti. Başbakan Erdoğan 
yaptığı ziyaretlerde Dışişleri kadrolarının özellikle Yahudi ve Ermeni Lobilerine karşı sınırlı etki yarattığını düşünmüş, 
resmi yollardan yapılamayan bazı şeylerin “gayriresmi ama yasal ve daha 
Amerikanvari yollardan” yapılması için Gülen Hareketi temsilcilerine açık çek vermişti. Gülen Hareketi’nin neredeyse 
Yahudi Lobisi kadar etkili ve güçlü olması, Kongre üyeleri ve Senatörlerin her yıl Türkiye’ye getirmeleri, Köşk’te 
Cumhurbaşkanı Gül tarafından ağırlanmaları da bütün bu genel uzlaşı çerçevesinde yürütülmüştü (Radikal)



Hizmete bak, hizaya gel! "Namaz kılmakta zorlananlar Hıristiyan olsunlar."

Namaz kılmakta zorlananlar Hıristiyan olsunlar."



Bir müddet içinde, bu yazdığım kısa notu paylaşacağımı belirtmiştim. Belki sesimi buradan duyurabilirim.

Vehbi Vakkasoğlu'na...

Kıymetli hocam! Mesaj kutunuz açık olmadığı için buradan yazıyorum size. Sizi hakikaten sever ve sayarım.


Uzun yıllardır da sizi takip eder, tanırım. Bu sebeple bana kulak vereceğinize itimadım var.
Gördüğüm yaşadığım onlarcasından sadece bir tanesini burada zikretmek istiyorum ve lütfen yorumunuzu bekliyorum. Çünkü biz sizleri daha farklı tanıdık lakin şimdilerde daha daha farklı intibalar uyandırmaktasınız bizde...


Kısaca anlatacağım hadise şöyleki:
Güney Afrika'dayım ve bir gün orada Fethullah Hoca efendi grubunun yaptırdığı camiye gittim. Hem cumayı orada eda edelim hem de arkadaşlarla selamlaşırız dedim. Camiyi yaptıran yaşlı aksakallı beyefendi ile beraber namazdan sonra caminin yemekhanesine indik. O şehirdeki kolejin öğretmenleri de oradaydı. Uzunca bir masada 10-12 kişi kadardık. Caminin banisi ile yan yana oturduk. Tam karşıma da 70 li yaşlarda Rizeli bir amca oturdu. İstisnasız herkesin hürmet ettiği bi amcaydı. Yenice Amerika'dan gelmiş. Hoca efendiyle sohbet etmiş. Selamını getirdiğini söyledi. Cemaatin ileri gelen muhterem bir amca imiş. Masadaki doğal hiyerarşi gereği o konuşuyor bir büyük olarak herkes ona soruyor oda cevaplıyordu. Öğretmenlerden birisi yeni nesilde namaza karşı gevşeklik gösterenler olduğunda onları namaza nasıl teşvik edelim diye bir soru yöneltti bu amcaya... Ben de az çok serde hocalık var merak ettim bu mühim suale nasıl bir cevap gelecek diye...


Amca kendinden gayet emin bir şekilde şöyle dedi:
"Bakın hocalar, bu sorunun cevabını Türkiye'de verseydim Türkiye'deki ahmaklar anlayamazdı ama sizin için bir şans ki Hristiyan bir ülkedesiniz. Böyle gençleri gereksiz yere namaza özendirmeye çalışmayın. Onları Hristiyan olmaya yönlendirin. Bu bir kolaylıktır. Çünkü Hristiyanlıkta namaz yok. Bari Hristiyan olsunlar ki namaz borcuyla ahirete gitmesinler..."



Bendeniz şok olmuştum bu sözleri duyunca. Bir misafir olarak genelde bulunduğum mahalde susmayı tercih eden biri olarak "Nasıl nasıl?" diye hayretle sormaktan kendimi alamadım. "Nasıl?" dedim.. "Şakamı yapıyorsunuz?" 

Konuşan bilge(!) amca Karadenizliydi. Bir an şaka yaptığını düşündüm. Gülümsedim. Ama emin olmak için bir daha sordum. "Amca özür dilerim yanlış anlamadım değil mi; namaz kılmakta zorlananlar Hıristiyan mı olsunlar dediniz?" 


Üstüne basarak ve biraz da bana çıkışarak "Evet!" Dedi. Karadeniz şivesiyle "O da Din daa!" dedi. "O da Allah'ın dini değil mi! Ne mahzuru var! Eğer kılamıyorsa namazını geçsin öbür dine en azından namaz borcu olmaz!." 


Ben kulaklarıma inanamadım. Hasbünallah!!
"Amca siz Müslüman mısınız?" Diye sordum kibarca. "Evet" dedi.. Yanımdaki, camiyi yaptıran yaşlı aksakal da beni diziyle dürttü ki konuşmayayım.. Gerçekten şaka gibiydi.. Döndüm öğretmenlere seslendim. "Beyler sesiniz niye çıkmıyor, siz müslüman değil misiniz?" Dedim. Rahatım kaçtı orada. Tansiyonum bir anda yükseldi ve yemeğimi yiyemez hale geldim. "Kusura bakmayın beyler sofranızda oturmak bana helal değil." dedim ve orayı kibarca terk ettim. 


Daha sonra bizi orada misafir eden caminin banileri bu meseleye aklımın ermeyeceğini, bir hikmetinin olduğunu vs vs söylemeğe çalıştılar. 


Kıymetli hocam! Bu yazıyı yazan kardeşiniz ehli ilim olma gayretinde 30 senesini sarf etmiş islam'ı öğreten anlatan bir hoca efendi. İtikadımız olan "ehli sünneti" yeryüzüne yayma davasında olan yüce ve pak ehli sünnet camiasının aciz bir ferdiyiz. (Sizleri de bu ehli sünnet dairesinde olduğunuz kanaatiyle sevdik hep) Yani sözlerimizi avamı nasın sözü gibi telakki etmemenizi Rica ediyorum. 


Şimdi bu ve bunun gibi daha nice hadiseden bizzat hatıralarımı size aktarabilirim. Yaşadıklarımız, gördüklerimiz öylesine etkileyici ve üzücü şeyler ki umuma şamil olabilecek cinsten...


Yurt dışında yaşayan bir kardeşiniz olarak gayri müslimlerle irtibatta olma meselesini gayet rahat anlıyorum. Usulünce onlara yüce dinimizi tebliğ etmeği anlıyor ve tasvib ediyorum. Zaten bizler de bunu yapmaktayız. Ancak "kuttai tarik" olma, müslüman gençleri Hıristiyanlığa yönlendirme meselesini şiddetle kınıyorum. Hatta ekseriyyeti gayri müslimlerden oluşan kolej çocuklarına "Sizin müslüman olmanıza gerek yok, bakın İslam zordur, öğrenmek ve yaşamak kolay değildir, siz kendi hak dininizde devam edin" gibi haince, o körpe beyinleri belki de ebediyen hidayetten uzaklaştıran sözleri bizzat gördükçe hiç tahammül edemiyorum..

Sizlere gelecek olursak; Gerçekten bu manada sizi anlamakta güçlük çekiyorum. Bu kadar optimistik bir yaklaşımda neyin nesi? İslam'ın ana direkleri imha edilmekte, siz aklı başında mütefekkirler buna hüsnü zanla bakmamızı istemektesiniz. Nedir bu gaflet? İnandığınız gibi yaşamadığınızdan mı yaşadığınız gibi düşünmektesiniz? Neden apaçık dalalete taraf oluyorsunuz? Neden alkışlıyorsunuz bu hezeyanları? Sizide mi kaybettik? Bize görünen "muttaki Vehbi hoca" başkası mı idi?


Müslüman kardeşine "Hüsnü zannın, hüsnü şahadetin" yeri ayrıdır.. Korkarım yarın Allahın, Rasülullahın, Kitabullahın davacı olacağı mütefekkirlerden olursunuz. İman davası güttüğünüzü iddia ettiğiniz ma'şer-i islam sizden davacı olur.


Lütfen sizlerden bu konuda cevap istiyoruz. Buna da hakkımız var. Sizlerin kitaplarınızı okuyarak büyüdük. Bizlere kitaplarınızı okutarak büyüdünüz. Bu suali sormaya müslüman olarak hakkımız olsa gerek. 


Telefonum sizde olması lazım. Selamlar hürmetler. 

| Ahmet Kemal Öncü - Afrika
- See more at: http://gercekfethullahgulen.blogspot.de/2013/11/fethullah-gulen-kimdir-hristiyan-olun-kalin-gercek-yuzu-misyonerlik.jpg.html#sthash.JJOUfNbw.dpuf


Sezen Aksu'nun babası, Fethullah Gülen'in hocası

Haklarında Kripto Yahudi oldukları iddiaları bulunan bu ailenin, Fethullah Gülen hareketinin "okullaşma"sında etkili olduğunu görmek, akla çok kötü soru işaretleri getiriyor. Üstelik bu"okullaşma"nın yurt dışına açıldığı ilk dönemlerde 
Katolik misyonerler olan Cizvitler tarafından yardım gördüğünü, çeşitli ülkelerde Fethullahçı kadroların ellerinden Cizvitlerin tutuğunu ve de Gülen'in ABD'de ikamet etmesini CIA ajanı dostlarının sağladığını, oturduğu villanın bile Misyonerlerin yaz kampı olduğunu da göz önünde bulundurursak, hafiften bir mide bulantısı başlıyor. Kim bu eğitimin Yaman Dede'si? Gülen'cilerin kendi yayın organları olan Aksiyon'dan yorumsuz alıntılıyoruz. Siz okudukça, satır aralarını da okuyabileceksiniz...

Eğitimin 'Yaman Dede'si

Yamanlar’ın ilk müdürü, 80 yaşındaki Sami Yıldırım, 59 yıl önce başladığı eğitimcilik maratonunu sürdürüyor. Görev yaptığı bu kurumlardaki öğretmenlerin farkını ise “Hepsi mefkûre insanı” diye özetliyor.

Eğer, sabah arabasını görmüşseniz saat mutlaka 8’e çeyrek vardır. Eğer yemekhanedeyse saat kesinlikle 12.00’dir. Kantindeyse saat 12.33’tür. Eğer koridorlarda dolaşıyorsa saat 12.55’tir. Öğleden sonra arabasına binerse saatinize bakın, kesinlikle 17.05’i gösteriyordur. O, saatin akrep ve yelkovanıdır adeta. Günün her anını aynı titizlik ve istikrar ile değerlendiren birisidir. Şaşmaz prensipleri vardır. Bir lokmayı 28 kez çiğner mesela. Kararlıdır da. Ama onu asıl farklı kılan 59 yıldır eğitime adanmış bir ömrün sahibi olmasıdır. 15 Kasım 1982’de kurulan Yamanlar Eğitim Kurumları’nın da ilk müdürüdür aynı zamanda. 80 yaşındaki Sami Yıldırım’ın bir başka ayrıcalığı da sanatçı Sezen Aksu’nun babası olmaktır.

Yamanlar Eğitim Kurumları, kuruluşunun ardından çeyrek asrı geride bıraktı geçtiğimiz günlerde. Uluslararası arenada Türkiye’nin gözbebeği olan bu liseden kimler geldi kimler geçti… Nice öğrenci nice öğretmen dünyanın dört bir yanına yayıldı bu liseden. Ama lisenin kuruluşundan bugüne değişmeyen tek bir kişi vardı: O da ilk gün müdür olarak kapıdan içeri giren ve bugün hâlâ danışman sıfatıyla burada hizmetlerine devam eden Sami Yıldırım.

Sami hoca 1927 yılında Rize’nin Pazar ilçesinde dünyaya gelir. Babası adliyede memur, annesi ise ev hanımıdır. İlk ve ortaokulu burada okur. Daha sonra yatılı kaldığı Erzurum’da Muhallim Mektebi’ni bitirir. 1946 senesinde İstanbul Eğitim Enstitüsü’nden mezun olur. Öğretmenlikteki ilk görev yeri Trabzon’un Beşikdüzü ilçesidir. Araya askerlik girer. İstanbul-Alemdağ’da yedek subay elbiseleri içindedir. Askerliğinin hemen ardından yolu Denizli’nin Sarayköy ilçesine düşer. Artık ortaokul müdürüdür. Burada tanıştığı Manisa-Alaşehirli fen bilgisi öğretmeni Şehriban Hanım’la dünya evine girer 1953’te. Bu evliliğinden Nihat ve Fatma Sezen dünyaya gelir. Birkaç okul değişikliğinin ardından 1958 yılında İzmir’e tayini çıkar Sami Bey’in. Üçkuyular’daki İnönü Lisesi’nde 2 buçuk sene çalışır. Ardından İzmir İl Milli Eğitim Müdürü muavinidir. Bu görevinde 12 yıl kalır. Bir yıl da il milli eğitim müdür vekilliği yapar. 1979’da, yani 28 yıl önce emekliye ayrılır.

Yamanlar’ın ilk müdürü olması ise milli eğitimde beraber çalıştığı bir dostu vesilesiyle gerçekleşir: “Bir gün beni aradı. ‘Hocam, böyle böyle bir okul açılacak. Oraya müdür arıyorlar. Ben de sizi önerdim’ dedi. ‘Yahu ben bundan sonra tekrar milli eğitime bulaşmak istemiyorum, ben halimden memnunum’ dediysem de dinletemedim. ‘Ben de o zaman içişleri bakanı ile bir konuşayım’ dedim.”


Gizli Yahudilerin her yere koydukları
yedi kollu şamdan (menora)
bu logoda da mevcut.
Sami Bey’in ‘içişleri bakanı’ dediği, eşidir tabii ki. Şehriban Hanım ‘sen çalışmayı seviyorsun’ diyerek onay verince Bozyaka’da 15 Kasım 1982 tarihinde eğitim hayatına atılan Yamanlar’ın ilk müdürü olur. Bu arada müdürlük için tek bir şartı vardır. O da her kafadan bir ses çıkmasındır. “Benim sizden istediğim tek bir şey var dedim. Ben eğitim, öğretim, yönetim ile ilgili bir şeyi yapmak istediğim zaman, yok hocam öyle olmasın da böyle olsun, diyecekseniz ben bu işe hiç girmeyeyim. Hocam olur mu öyle şey dediler. Yanlış anlamayın, ben despot bir insan değilim. İstişareye büyük önem veririm. Ama herkes müdahale ederse de hizmet veremeyiz”




MUSTAFA KEMAL, İLK ÖĞRENCİ…

Okul ilk açıldığında 28 öğrencileri vardır. Okula kayıt olan ilk öğrencinin adı da Mustafa Kemal’dir. Bu 28 öğrenciden bazıları şehir, bazıları okul değiştirir; ama 12’si bu okuldan mezun olur. Daha sonra Yamanlar yeni şubeler açar. Lise Karşıyaka’ya taşınır. Bozyaka bir ara fen lisesi olur, bir ara ilköğretime dönüşür. Derken yıllar yılları kovalar. Sami hoca bu yaşta olmasına rağmen hizmete devam ediyor. “Neden ediyorum? Çünkü ben bu okulların istikbal vaat ettiğine inanıyorum. Çok da güzel öğrenciler yetişti buradan. Olimpiyatlarda olağanüstü başarılar elde edildi. Bir taraftan bayrağını, vatanını, memleketini, milletini seven, manevi dinamikleri ihmal etmeyen, diğer taraftan müspet ilimde zirvelerde dolaşan öğrenciler yetişti. Bu okullardaki öğrencilerin sayısı ne kadar artarsa ben Türkiye’nin geleceğinin o kadar daha sağlam temeller üzerine oturacağına inanıyorum.”

Sami hoca kendi çağında olanların çoğunun öldüğünü, geri kalanların ya kahve köşelerinde ömür tükettiklerini ya da hasta yataklarında gün saydıklarını dile getiriyor. “Biz kahve köşelerinde oturmadık. Bu yolu seçtik. İlk günden beri hareket halindeyim. Halen mevzuat kitaplarını günü gününe takip ederim. Bakın 25 sene az bir zaman değil. 25 sene biz birbirimizi kırmadan, üzmeden aynı çatı altında çalıştık. Madalyalar alındı. Çok büyük gelişmeler oldu. Bu gelişmeleri görünce benim şevk ve heyecanım arttı. Hâlâ derslere ara ara girerim. Yeni hocalara tecrübelerimi aktarırım. Onları sınıfta alkışlattırırım. Öğretmenlerimizi ders anlatırken izlerim. Önce iyi taraflarını söylerim. Varsa eksikliklerini de üslubunca söylemeye gayret ederim.”

Sami hoca bu okullarla adı gündeme gelen Fethullah Gülen Hocaefendi ile ilk Bozyaka’daki okulda görüştüğünü söylüyor. Orada her gün öğrencilere 5-10 dakikalık sabah konuşması yaptığı günler... Hocaefendi bazen kulak misafiri olduğu bu konuşmalardan dolayı çok memnun kalıyordur. Bir gün Sami hocayı yemeğe davet eder. Sami hocanın Gülen’le ilk sohbet etme imkanı bulduğu ortamdır bu. İlerleyen yıllarda Hocaefendi, Sami Bey’e makamında ziyarette bulunur. Kendisine bir takım elbise hediye eder. “Bir gün spor salonunda güzel bir konuşma yaptı. Salon çok kalabalıktı. İçeride 5 bin, dışarıda da bir o kadar kişi vardı. Ben de oradaydım. Kürsüden beni gördü. İltifat etti. ‘Hocam da buradaymış’ dedi. ‘Hocaların hocası’ diye beni oradakilere lanse etti. Büyük bir alkış koptu. Sonra dışarı çıktım. Bahçede etrafıma toplanan gençler elimi öpmeye başladı. Hocaefendi’nin iltifat ettiği birine gösterilen saygıydı bu.”

Sami bey Hocaefendi ile çok az bir araya gelir. Bu ‘az’lardan biri de İstanbul’da yaşanır: “Altunizade’deydik. Salonda Hülya Koçyiğit’in de aralarında bulunduğu tanınmış sanatçılar vardı. Orada bir öğle yemeği yedik. Hocaefendi o zaman da şeker hastasıydı. Bana ‘hocam’ dedi, ‘okullarımızı misafirlerimize anlatabilir misiniz?’ Ben misafirlere yaklaşık 45 dakika okulları anlattım. Hocaefendi ‘bu kadarını bilmiyordum’ dedi. Oradaki sanatçılar da okullarımızın başarıları karşısında hayretlerini gizleyemedi.” Sami hoca, az temasları olmasına rağmen Hocaefendi’yi sevdiğini, Hocaefendi’nin de kendisini sevdiğini dile getiriyor. 




Sezen Aksu'nun babası
Sami Yıldırım
OKULU KAPATMAYA GELMİŞLER, AMA…

Sami Yıldırım’ın Yamanlar ile o kadar çok hatırası var ki. “Bu söylediklerim ta a harfinde” diyor. Öyle boy göstermeyi ya da basına çok konuşmayı sevmediğini dile getiriyor. O konuşmak istemiyor; ama biz bu okullarla ilgili daha çok ayrıntı istiyoruz. Bizim de Karadenizli olmamız onu biraz daha açıyor; ama ‘yazacaklarını önceden görmem lazım’ şartını da öne sürmeyi ihmal etmiyor. Gerekli garantiyi aldıktan sonra İstanbul’da başından geçen bir başka olayı anlatıyor. “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın bir toplantısıydı. O zaman Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı. Bana da yılın eğitimcisi ödülü verdiler. Kürsüye çıktım. Orada okulları anlattım. Salon alkışla inliyordu. Sonra Süleyman Demirel yanındakilere beni sordu, bu kim diye.”

Sami hocadan ilk yıllara dair anekdotlar rica ediyoruz. 1980 ihtilalinden hemen sonra kurulan okul ne gibi zorluklar yaşamıştı? “O zaman Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam Bey idi. 28 öğrenci ile başladık. Mefkureci arkadaşlarımız vardı. İdealist çalışma yapısı vardı. Birinci yılın sonunda müfettişler geldi, bizi denetlemeye. Okul, yurttan dönmeydi. Okulda başlarında sarık, ayaklarında takunya bulunan öğrenciler eğitim yapıyor sanıyorlar. Bana dediler ki, ‘Hocam burayı nasıl bu hale getirdiniz? Biz burayı böyle böyle zannettiğimiz için aslında okulu kapatmaya gelmiştik. Ama gördük ki, burada çok modern, çok gelişmiş, çok mükemmel bir eğitim veriliyor’. Ben de ‘Burası okul. Okul başka türlü olabilir mi’ diye kendilerine sordum. O denetlemede bizim için çok güzel bir rapor yazdılar.”

25 SENE DE SAKLANMAZ Kİ KARDEŞİM!

Velilerin çocuklarını bu okullara verdiği zaman gözlerinin arkada kalmadığını dile getiren Sami hoca bu okullardan rahatsız olanlara da bir anlam veremiyor: “Veliler biliyor ki çocuk burada her bakımdan başarılı olacak, ahlâk sahibi olacak, dürüst olacak, namuslu olacak; bayrağını, vatanını sevecek. Atatürk ve Türk büyüklerine karşı saygılı olacak. Birçok özel okul, öğrenci bulmakta zorluk çeker. Biz hiç zorluk çekmedik. Çünkü vatandaş burada ne yapıldığını yakından görüyor. Sadece öğrencileri değil, velilerimizi de eğitiyoruz biz.” Velilerin en çok kendilerine, ‘hocam çocuğumuz bu okula girdikten sonra çok değişti. Artık yatağını düzeltiyor, elbisesini sağa sola atmıyor, bize saygıda kusur etmiyor. Sizlerden Allah razı olsun’ dediklerini anlatan Sami hoca, bazen de kendisine “Hocam hâlâ orada nasıl çalışıyorsun, şöyle şöyle, böyle böyle…” demelerine çok kızıyor. “Ben de soruyorum onlara; sen bu müesseseleri gördün mü? Görmedim. Gezdin mi? Gezmedim. Kaldın mı? Kalmadım. O zaman niye böyle konuşuyorsun? Bir gel, gör bakayım ondan sonra konuş yahu. Hadi ne diyorsanız; onu benden iki sene sakladılar, 3 sene sakladılar, bu şey her ne ise 25 sene de saklanmaz ki kardeşim.”

OLİMPİYAT BAŞARISI ÖNEMSENMELİ

İnsanların bilmeden kulaktan dolma bilgilerle konuşmalarına üzülen Sami Yıldırım, yurtdışından gelen misafirleriyle ilgili bir anısını da hemen araya serpiştiriyor. “Bir gün Almanya’dan bir eğitimci kadrosu geldi. İçlerinden üç tanesi Türk’tü. Sağdan soldan duydukları bu tür haberler sebebiyle okulumuza karşı önyargı içindeydiler. Bunu da son gün onlarla vedalaşırken öğreniyoruz. Alman müdürleri, ‘hocam’ dedi. Bu üçü var ya, buraya gelmek istemediler. Şimdi burayı gezip gördükten sonra sizden özür diliyorlar.”

Türkiye’ye bilim olimpiyatlarında ilk altın madalyayı da Yamanlar kazandırdı. 1993 yılında Salih Adem fizik dalında bu başarıya ulaşır. Sami hoca o günlerde yakalanan bu büyük başarının yeterli derecede önemsenmemesinden şikayetçi. Ona göre bilim olimpiyatlarında madalya almak herhangi bir spor organizasyonunda madalya almaktan aşağı kalır bir şey değildir. Salih Adem’in çok zeki bir çocuk olduğunu, Bilkent’i de 3 yılda bitirdiğini gururlanarak anlatıyor bize.

Sami hoca 1938 yılında hayata gözlerini yuman Atatürk’ün ölümünü hatırlıyor. O yıl ilkokul 3. sınıfta olduğunu belirtiyor. Atatürk’le ilgili bugüne kadar sayısız kitap okuduğunu ve onun büyük bir devlet adamı olduğunu dile getiriyor. Sami hoca ayrıca Türk insanının kendi tarihini okumamasından da şikayetçi. Bir örnek veriyor. “Bize hep Abdülhamit ‘kızıl sultan’ diye okutuldu. Ben onunla ilgili çeşitli kitaplar okudum. Ne gördüm biliyor musunuz? O mükemmel bir padişahtı. O en çalkantılı günlerde 33 yıl Devlet-i Aliye’yi ayakta tuttu.”

ÇOCUKLARIMLA GURUR DUYUYORUM

Sami Yıldırım’ın oğlu Nihat Bey makine mühendisi. Sezen Aksu’yu ise tanıtmaya hacet yok. İki çocuğuyla da gurur duyuyor Sami hoca. Her iki çocuğundan da birer torun sahibi. Nihat Bey’in bugünlerde ikinci çocuğu dünyaya gelecek. Torunlarını çok seviyor Sami hoca: “Bana hep derlerdi torun sevgisi ayrı diye. Ben de olur mu öyle şey derdim. Evlat evlattır. Ama inanın torunun yeri hakikaten ayrıymış.”

O, eşi Şehriban hanımla 54 yıldır evli. Gençlerin basit bir mevzu yüzünden ayrılmalarına çok üzülüyor: “Evlilik ciddi bir müessesedir. Hiç mi problem olmayacak? Olacak. O biraz yüksekten alınca sen biraz aşağıdan alacaksın. Hoşgörülü olmak lazım. Ailendir, hayat arkadaşındır. Sonra hemşerim Karadeniz’de kolay kolay boşanma olmaz. Bizde emanete hıyanet edilmez. Hanımlarımız bize emanet. Bak 54 yıldır beraberiz.”

SANA-VİTA YAĞLARIYLA BÜYÜDÜNÜZ SİZ!

Sami hoca 1958 yılında yerleştiği İzmir’i çok seviyor. Buraya taşındıktan sonra Karadeniz’e birkaç defa gittiğini belirtiyor. Oradaki akrabaları ile bağını koparmamış. Telefonla da olsa ilgi ve alakasını sürdürüyor. Sağlığına çok dikkat ediyor. Bir lokmayı 28 kere çiğneyerek yiyor. Bu yüzden yemekhanede kendisine eşlik edecek arkadaş bulmakta zorluk çekiyor. Her gece saat 10’da yatıyor. Sabah 5’te kalkıyor. Bu yaşına rağmen her gün 45 dakika kültür-fizik hareketi yapmayı ihmal etmiyor. Onun dışında evdeki pedallı aleti 250 kez çeviriyor. 100 defa da sırt üstü yatıp bisiklet hareketi yapıyor. Yine her gün sahilde 15-20 dakika yürümeye gayret ediyor. Bugün bile merdivenleri çifter çifter çıkıyor. Bu haline şaşıranlara da ‘siz Sana-Vita yağları ile büyüdünüz. Ben ise tereyağıyla’ diyor.

SEZEN, HER KONSERDEN ÖNCE DUA İSTER

Sami Yıldırım’ın önemli bir sağlık problemi yok. Birkaç sene önce safra kesesinden ameliyat oldu, o kadar. Sami hoca bir de sağlam inançlı olduğunu belirtiyor. Yani hep iyi olacağına inanıyor. Bu çok önemli psikolojik bir güç onun için. Duaların faziletine de çok inanıyor. ‘Evvela dualarımı yapar, ondan sonra işe başlarım’ diyor. “Evden çıkarken, yemekte, akşam yatarken mutlaka dua okurum. Hem müspet ilme inanan bir insanım -uzay çağını fethedecek kadar müspet ilim- ama ona elektromotor kuvveti vazifesi sağlayacak manevi güç de lazım. İkisi bir araya gelmeli. Sonra ben hiç ümitsizliğe düşmem. Bir hastalığım olduğu zaman evvela tıbbî tedbir. Sonra bitkisel tedavi. Sonra da dua.” Sami hoca kızı Sezen’in de her konserden önce kendisinden dua istediğini belirtiyor. Sami Yıldırım hoca, yakın zamanda vefat eden bir siyasetçiyle, ölümünden sonra bir gazetede yapılan son röportajlardan birini okuduğunu ve çok üzüldüğünü söylüyor. “O siyasi, orada ‘ölüm çok kötü bir son’ mealinde bir şeyler söyledi. Şimdi tabii bu inanç meselesi. Ama bizim gibi inananlar böyle düşünmüyor. Ölüm herkesin tadacağı bir şey. İnanan bir insan için ölüm demek kompartıman değiştirmek demek.”

MİLLİ EĞİTİM BAKANINI ÇOK BEĞENİYOR

Eğitimin asırlık çınarı, anılarını kitaplaştırmayı düşünmüyor. Dedik ya ön plana çıkma gibi bir gayreti yok. Geçmişte İzmir’de çıkan öğretmenler gazetesinde eğitimle ilgili çok makalesi yayınlanmış. Sami hoca, bugünkü Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’i de çok beğeniyor. Çelik ile birlikte Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Türkiye’de ve özellikle Güneydoğu’da yaptıkları çalışmalar çok hoşuna gitmiş. “Zaten Ak Parti de bu iki bakan sayesinde oradan o kadar oy aldı.” diyor.

BUNDAN DAHA BÜYÜK HİZMET OLUR MU?

Sami hoca bugüne kadar çok öğrenci yetiştirdiğini ve öğrencileri içerisinde kötü durumda olan birine rastlamadığını kaydediyor: “Beşikdüzü’nde, Denizli’de, İzmir’de ve 25 yıldır da Yamanlar’da. Özellikle de buradan mezun olan öğrenciler hangi mesleği seçtiyseler başarılı oldular, dürüst oldular. Biz, bu büyük milletimizin istediği nitelikte insanlar yetiştirdik. Bu insanlardan millete fayda gelir, zarar gelmez. Topluma bak; neler oluyor? Annesini babasını vuranlar var. Daha bir sürü şey. Bizim talebelerimizin hiçbiri bu duruma gelmedi. İnşallah da gelmez. Beni buraya bağlayan bu oldu. Pilav günlerimiz oluyor. Çocuklar geliyor. Hepsi bir yerde başarılı olmuş, itibar kazanmış. Bundan daha büyük hizmet olur mu?”

Sami hocaya 1982’den önce bulunduğu milli eğitim camiasıyla şu an görev yaptığı okullar arasındaki farkı soruyoruz. “Ben 31 sene devlete çalıştım. Orasını gördüm. Aradaki fark şu: Buradaki arkadaşların hepsi mefkûre insanı. 25 yıl düşün, ben bir kez öğretmenler odasında dedikodu işitmedim. Siyaset konuşulduğuna şahit olmadım. Bir öğretmenimizin sigara içtiğini görmedim. Bizim öğretmenler odasında ‘hep bu çocuklara nasıl daha iyi eğitim verebiliriz, onları yarınlara daha iyi nasıl hazırlarız’ diye konuşulurdu. Şimdi böyle bir kurumun başarısız olması mümkün mü?”

İNSAN, ÖLENE KADAR KOŞTURMALI

Sami hocaya en çok ‘ne zaman emekli olacaksın?’ diye soruyorlar. Bu soruya “Hele 2027 yılına (yüz yaşına) bir gelelim, o zaman hep beraber oturup, tamam mı devam mı diye bir karar veririz” diye cevap veriyormuş: “Ben bu işi seviyorum. Arkadaşlar da beni seviyor ve bırakmıyor. Elim ayağım da tutuyor. İnsanın emeklilik yaşı diye bir yaşı olmaz yahu. İnsan ölünceye kadar hizmet edebildiği sürece hizmet edecek. Bayrağı götürebileceği yere kadar götürecek. Bayrağı devrettiklerine de ‘Sami bey gitti bu iş bitti’ dedirtmeyecek. Maksadımız ülkemize ve milletimize hizmet etmektir. Bu millete ne kadar hizmet edersen o kadar iyidir.”


AMATÖR RUH, PROFESYONEL DONANIM

Özel Yamanlar Eğitim Kurumları, kuruluşunun 25. yılında, 8 ayrı kampus ve 12 okulda toplam 3950 öğrenci, 377 öğretmen ile yoluna devam ediyor. Genel Müdür Sebahattin Kasap, kurumun bugünkü bilimsel, kültürel ve sportif alanlardaki erişilmez başarısını ilk günkü amatör ruha bağlıyor. “Profesyonel dünyada amatör kalınamaz; ama asla da ilk günkü amatör ruhu ve heyecanı kaybetmemek gerekir.” diyor ve ekliyor: “İşte bu amatör ruh ve profesyonel donanım ile geleceğe koşuyoruz.” Yahya Kemal’in “Hülyası kalmayınca hayatın ne zevki var” sözünü hatırlatarak heyecanla pek çok yeni projeden bahsediyor Sebahattin hoca:

“Hani derler ya; sandalın bir gücü vardır, bir kişi fazlaysa olmaz. Toplumun da bir gücü vardır, bir kişi eksikse olmaz. Bu kurumun her santimetrekaresinde mutlaka samimi insanların teri, her tuğlanın altında onların bir izi var. Kökü mazide olan âtîyiz. Bilginin efendisi, davranışlarının hâkimi öğrenciler yetiştirmeyi hedefliyoruz. Fen bilimleri ile donanımlı; İngilizce, Almanca ve bir ilave dil bilen, teknoloji ile barışık öğrenciler… Ama kurulduğu ilk günden bu yana görev yapmış onlarca idarecinin, yüzlerce öğretmen ve personelin, binlerce gönül vermiş samimi insanın tıpkı bir bahçıvan gibi gönül pınarlarından sulayarak yetiştirdikleri, solmaması için gece gündüz çalıştıkları asla unutulmamalı.” 

Vehbi Vakkasoğlu'na...

Kıymetli hocam! Mesaj kutunuz açık olmadığı için buradan yazıyorum size. Sizi hakikaten sever ve sayarım.


Uzun yıllardır da sizi takip eder, tanırım. Bu sebeple bana kulak vereceğinize itimadım var.
Gördüğüm yaşadığım onlarcasından sadece bir tanesini burada zikretmek istiyorum ve lütfen yorumunuzu bekliyorum. Çünkü biz sizleri daha farklı tanıdık lakin şimdilerde daha daha farklı intibalar uyandırmaktasınız bizde...

Kısaca anlatacağım hadise şöyleki:
Güney Afrika'dayım ve bir gün orada Fethullah Hoca efendi grubunun yaptırdığı camiye gittim. Hem cumayı orada eda edelim hem de arkadaşlarla selamlaşırız dedim. Camiyi yaptıran yaşlı aksakallı beyefendi ile beraber namazdan sonra caminin yemekhanesine indik. O şehirdeki kolejin öğretmenleri de oradaydı. Uzunca bir masada 10-12 kişi kadardık. Caminin banisi ile yan yana oturduk. Tam karşıma da 70 li yaşlarda Rizeli bir amca oturdu. İstisnasız herkesin hürmet ettiği bi amcaydı. Yenice Amerika'dan gelmiş. Hoca efendiyle sohbet etmiş. Selamını getirdiğini söyledi. Cemaatin ileri gelen muhterem bir amca imiş. Masadaki doğal hiyerarşi gereği o konuşuyor bir büyük olarak herkes ona soruyor oda cevaplıyordu. Öğretmenlerden birisi yeni nesilde namaza karşı gevşeklik gösterenler olduğunda onları namaza nasıl teşvik edelim diye bir soru yöneltti bu amcaya... Ben de az çok serde hocalık var merak ettim bu mühim suale nasıl bir cevap gelecek diye...

Amca kendinden gayet emin bir şekilde şöyle dedi:
"Bakın hocalar, bu sorunun cevabını Türkiye'de verseydim Türkiye'deki ahmaklar anlayamazdı ama sizin için bir şans ki Hristiyan bir ülkedesiniz. Böyle gençleri gereksiz yere namaza özendirmeye çalışmayın. Onları Hristiyan olmaya yönlendirin. Bu bir kolaylıktır. Çünkü Hristiyanlıkta namaz yok. Bari Hristiyan olsunlar ki namaz borcuyla ahirete gitmesinler..."


Bendeniz şok olmuştum bu sözleri duyunca. Bir misafir olarak genelde bulunduğum mahalde susmayı tercih eden biri olarak "Nasıl nasıl?" diye hayretle sormaktan kendimi alamadım. "Nasıl?" dedim.. "Şakamı yapıyorsunuz?" 

Konuşan bilge(!) amca Karadenizliydi. Bir an şaka yaptığını düşündüm. Gülümsedim. Ama emin olmak için bir daha sordum. "Amca özür dilerim yanlış anlamadım değil mi; namaz kılmakta zorlananlar Hıristiyan mı olsunlar dediniz?" 

Üstüne basarak ve biraz da bana çıkışarak "Evet!" Dedi. Karadeniz şivesiyle "O da Din daa!" dedi. "O da Allah'ın dini değil mi! Ne mahzuru var! Eğer kılamıyorsa namazını geçsin öbür dine en azından namaz borcu olmaz!." 


Ben kulaklarıma inanamadım. Hasbünallah!!
"Amca siz Müslüman mısınız?" Diye sordum kibarca. "Evet" dedi.. Yanımdaki, camiyi yaptıran yaşlı aksakal da beni diziyle dürttü ki konuşmayayım.. Gerçekten şaka gibiydi.. Döndüm öğretmenlere seslendim. "Beyler sesiniz niye çıkmıyor, siz müslüman değil misiniz?" Dedim. Rahatım kaçtı orada. Tansiyonum bir anda yükseldi ve yemeğimi yiyemez hale geldim. "Kusura bakmayın beyler sofranızda oturmak bana helal değil." dedim ve orayı kibarca terk ettim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder