Zamanın birinde kötü karakterli bir genç varmış. Babası bir gün ona çivilerle dolu bir torba verip,
"Arkadaşların ile tartışıp her kavga ettiğinde, tahta perdeye bir çivi çak." demiş.
Genç, birinci gün tahta perdeye tam 37 çivi çakmış.
Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası yeniden tahta perdenin önüne götürmüş.
"Bugünden itibaren kavga etmediğin her gün için tahta perdeden bir çivi çıkart." demiş.
Günler geçmiş bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona:
"Aferin iyi davrandın; ama bu tahta perdeye iyi bak. Artık çivi yok; fakat çok delik var. Ne olursa olsun geçmişteki kadar temiz ve güzel olmayacak." demiş.
26 Eylül 2017 Salı
Değerli Taş
Ling, küçük yaşlardan beri hep mücevherci olmak istiyormuş. Ne zaman bir mücevher dükkanına girse incelikli işlemeler başını döndürüyor, taşların parlaklığı onu büyülüyor, renkler kendinden geçiriyormuş. Kendisini bir masada oturmuş, müşterilerinin getirdiği taşları bir uzman gibi incelerken ve bilgili bir şekilde taşlara değer biçerken hayal edebiliyormuş. “Bu taş” diyecekmiş, “Bir kuruş bile etmez. Kesimi güzel ama taşın çakıldan farkı yok!” Taşı getiren kişinin hayal kırıklığına uğramış suratını bile adeta görür gibiymiş. Birilerinin değerli taşlarına çakıl taşı demek ha! Ama kimse onunla tartışmaya cesaret bile edemeyecekmiş; herkes ününü öyle çok duymuş olacakmış ki ikinci bir görüş almaya gerek duymayacaklarmış.
Böylece bir ustaya çıraklık etme zamanı geldiğinde hiç tereddüt etmeden babasına onu şehirdeki en iyi mücevherciye, söz konusu taşlar olduğunda bütün bölgede sözü kanun sayılan yaşlı bir adam olan Yu Usta’ya götürmesini söylemiş. Yu Usta yeni çırağına şöyle bakmış.
“Duyduğuma göre taşları öğrenmek istiyorsun” demiş.
“Evet, taşlarla ilgili her şeyi öğrenmek istiyorum. Onları senin kadar iyi tanımak istiyorum.”
“Tamam öyleyse. Al sana bir yeşim parçası. Onu bir yıl avucunda tut ve sonra beni görmeye gel.”
Ling biraz şaşırmış. Birkaç ay geçmeden artık tezgahın arkasında duracağını ve bütün taşları tanıyor olacağını düşünüyormuş. Sadece bir yeşim mi? Bütün bir yıl. Ve ona verilen görev taşı şekillendirmek bile değilmiş; sadece avucunda tutmakmış. Hiç de beklediği gibi heyecanlı değilmiş verilen iş ama bunun bir sınama olabileceğini düşünmüş. Bu yüzden hayal kırıklığını gizleyip ustanın emirlerine uymaya karar vermiş ve taşı bir yıl boyunca avucunda sımsıkı tutmuş, parmaklarıyla hissetmiş ve uyurken bile elinden bırakmamış.
Bir yıl sonra Yu Usta’nın karşısına çıkmış ve taşı geri vermiş.
“Şimdi ne yapayım?”
Usta ona sadece başka bir taş vermiş ve bunu da bir yıl boyunca avucunda tutmasını söylemiş.
Ling daha fazla dayanamamış.
“Ne zamana kadar vaktimi çakıl taşları tutarak harcayacağım, ne zaman sanatını gerçekten öğretmeye başlayacaksın?” diye sormuş.
Konuşurken bir yandan parmaklarıyla avucundaki yeni taşı hissediyormuş ve kendiliğinden fark etmiş: “Hımm, bu yeşim değil.” ”
Mesaj: Bir şeyi düşünsel olarak anlamakla bedeninin gerçekten onu bilmesi, onun bir parçan olmasına izin vermen arasında fark vardır. İçselleştirerek öğrenmek, bütün varlığıyla öğrenmektir. Hayatına nasıl daha fazla derinlik katabileceğini hiç düşündün mü?
Doğan Novus
Küçük çocuk, deniz kenarında gördüğü yassı bir taşın güzelliğine hayran olmuştu. Mutlaka bir mücevherdi bulduğu. Şekli de bir insan kalbi gibiydi. Üstelik parıl parıl parlamaktaydı.
Çocuk taşı avuçlayıp eve koştu. Ve onu büyük bir heyecanla babasına uzattı. Adam, yavrusunun soğuktan morarmış avucundaki taşın, birbirine sürtüldüğünde kıvılcım çıkaran bir çakmak taşı olduğunu hemen anladı. Fakat bunu ona söylemedi.
Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk, işin kendisine düştüğünü anladığında, tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri, göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle.
Çocuk en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride, dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak:
"Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım." dedi.
Adam taşa uzaktan bir göz atıp:
"O sadece basit bir çakmak taşı. Bütün sahil o taşlarla doludur." dedi.
"Hayır!" diye atıldı küçük çocuk. "İsterseniz ıslatın, ne kadar parladığını göreceksiniz."
Dükkan sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp:
"Tam istediğim şey!" diye gülümsedi. "Onu bana satar mısın?"
Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise, aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra, koşarak uzaklaştı.
Kadın, elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki mücevher gibi taşıyacaktı. Dükkan sahibi, yapmış olduğu ikazı anlamadığı için, kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden:
"Söylemiştim, ama tekrar edeyim! Satın aldığınız şey basit bir taştır."
Kadın, önce pırlanta kolyesine, daha sonra da yüzüğüne bakarak:
"Zannetmiyorum. O taş bence bunlardan daha değerli, çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor" dedi
Küçük çocuk, rüyalarını süsleyen bisiklete kavuşmak için elindeki taşı satmak istiyor ve o paranın bir bölümüyle bir de top alacağına inanıyordu. Fakat babası buna yanaşmıyordu. Çocuk, işin kendisine düştüğünü anladığında, tatilde simit sattığı çarşıya gitti. Kuyumcu vitrinleri, göz kamaştıran ışıkların aydınlattığı altın kolyelerle doluydu. Bir de, elindeki taşın çok daha küçük olanlarıyla süslenen pahalı yüzüklerle.
Çocuk en gösterişli mağazayı gözüne kestirdikten sonra, bir süre vitrin önünde bekledi. İçeride, dükkan sahibi olduğu anlaşılan bir adam vardı. Müşteri olarak da kürk mantolu bir hanım. Küçük çocuk biraz sonra içeri girdi. Ve cebinden çıkardığı taşı dükkan sahibine uzatarak:
"Bu pırlantayı deniz kenarında buldum efendim. Eğer isterseniz size satarım." dedi.
Adam taşa uzaktan bir göz atıp:
"O sadece basit bir çakmak taşı. Bütün sahil o taşlarla doludur." dedi.
"Hayır!" diye atıldı küçük çocuk. "İsterseniz ıslatın, ne kadar parladığını göreceksiniz."
Dükkan sahibi, zengin müşterisini kaçırmaktan korkuyor ve çocuğu kolundan tutup atmayı planlıyordu. Kadın onun niyetini sezmişti. Çocuğun taşına yakından bakıp:
"Tam istediğim şey!" diye gülümsedi. "Onu bana satar mısın?"
Küçük çocuk, taşının gerçek değerini anlayan biriyle karşılaşmış olmaktan son derece mutluydu. Kadının cebine doldurduğu paralar ise, aklını başından almıştı. Defalarca teşekkür ettikten sonra, koşarak uzaklaştı.
Kadın, elindeki taşı kuyumcuya vererek ona bir zincir takmasını istedi. Belli ki mücevher gibi taşıyacaktı. Dükkan sahibi, yapmış olduğu ikazı anlamadığı için, kadının aldandığını düşünüyordu. Bu yüzden:
"Söylemiştim, ama tekrar edeyim! Satın aldığınız şey basit bir taştır."
Kadın, önce pırlanta kolyesine, daha sonra da yüzüğüne bakarak:
"Zannetmiyorum. O taş bence bunlardan daha değerli, çünkü küçük bir çocuğun ümidini taşıyor" dedi
24 Eylül 2017 Pazar
Barzaniler’in isyan belgeleriyle ihanetleri
Barzaniler’in 1800’lerin başından buyana genellikle devlete başkaldırıdan ibaret olan faaliyetleri, aşiret liderlerinin Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ve İran arasında gidip gelmeleri, yabancı diplomatlar ile temasları, diğer aşiretlerle ve askerî birlikler ile girdikleri çatışmalar, tutuklanmalar, cinayetler, baskılar, ihbarlar, vesaire...
“Bağımsızlık” ifadesi bölgede o devirde pek kullanılan bir kavram olmadığı için arşivlerde muhafaza edilen belgelerde sadece “isyan” sözü geçer ve Barzan Aşireti’nin İstanbul’a karşı seneler boyunca devam etmiş olan başkaldırısı ile alâkalı bilgiler yeralır.
Sözünü ettiğim belgelerden 280 küsuru da hiç hoş olmayan bir başka hadise, 1914 Kasım’ında infaz edilen bazı idam kararları hakkındadır...
AŞİRETİN GÜCÜ ARTIYOR
Şimdi kısaca, başkaldırıdan darağacına uzanan bu acı hadiselerden bahsedeyim:
20. yüzyılın ilk senelerinde, Barzan Aşireti’nin başına, Şeyh Abdüsselâm geçti. Abdüsselâm’ın babası Şeyh Muhammed devlete başkaldırdığı gerekçesi ile Sultan Abdülhamid’in emri ile Hamidiye Alayları tarafından ailesi ile beraber bugünkü Kuzey Irak’tan alınıp Bitlis’e sürgün edilmişti, memleketine dönebildiğinde de fazla yaşamamıştı.
Şeyh Muhammed’in Abdüsselâm, Ahmed, Babo, Muhammed Sıddik ve Mustafa isimlerinde beş oğlu vardı. Abdüsselâm’ın liderliğe gelmesi ile beraber Nakşibendî olan Barzan Tekkesi’nin gücü artmaya, aşiretler de daha fazla silâhlanmaya başladılar ve neticede Barzanî ailesinin bugünkü gücü o senelerde başladı.
Abdüsselâm Barzani (soldan ikinci).
RESMÎ DİL TALEBİ
Abdüsselâm diğer aşiretlerin yanısıra siyasî alanda faaliyet gösteren Kürt cemiyetleri ve partileri ile temasa girişti ve 1907’de Bâbıâlî’den Kürtçe’nin bölgede resmî dil kabul edilmesi, mahallî idarecilerde Kürtçe bilme şartının aranması, mahkeme kararlarının şeriat hükümlerine göre verilmesi ve bölgeden toplanan vergilerin yine bölgeye harcanması taleplerinde bulundu.
Bu talepleri silâhlı hareketlerin de takip etmesi üzerine Bâbıâlî bölgeye Dağıstanlı Mehmed Paşa’nın komutasında birlikler sevkedince Abdüsselâm hâkim olduğu toprakları bir seneliğine terketti. Barzan’a giren birlikler Abdüsselâm’ın ailesi ile beraber kardeşi Mustafa’yı da tutuklayarak Musul’a götürdüler.
O sırada üç yaşında olan Mustafa, sonraki senelerde “Molla Mustafa Barzani” diye tanınacaktı...
Molla Mustafa Barzani.
YABANCILARLA TEMASLAR
Abdüsselâm’ın Barzan’a dönmesinin ardından bölgedeki çatışmalar tekrar başladı ama düzeni tekrar sağlamak isteyen Osmanlı Hükümeti ile ayaklanan aşiret arasında anlaşmaya varıldı ve hükümet geçmişte yaşanan tatsızlıkları unutmaya karar verdi. Hattâ, 17 Ağustos 1913’te Sultan Reşad, sonraki senelerin “Talât Paşa”sı olan zamanın İçişleri Bakanı Talât Bey ile Sadrazam Said Halim Paşa’nın talebi ile Abdüsselâm Barzani’ye bir de nişan gönderdi: Dördüncü rütbeden Osmanlı Nişanı...
Sultan Reşad.
Ama, gerginlik Abdüsselâm’a padişah tarafından nişan verilmesi, yani madalya takılması ile de son bulmadı ve Türk Edebiyatı’nın çok önemli isimlerinden birinin, Süleyman Nazif’in Musul Valiliği sırasında çatışmalar yeniden başladı. Süleyman Nazif, İstanbul’a gönderdiği şifreli telgraflarında “isyancılara madalya verilmesinin başkaldırılarından doğan ümitlerini arttırdığını” söylerken kendisini yakalamak için gönderilen birliklerden kaçan Şeyh Abdüsselâm bir ara Ermenistan taraflarına gitti, orada Rus Çarı Nikola’nın temsilcileri ile görüştü, sonra gizlice döndü ama misafir olarak kaldığı bir köyde kendisini ağırlayan evsahibinin ihbarı üzerine tutuklanıp Musul’a götürüldü.
Süleyman Nazif.
‘UNUTTUK, BUNLARI DA ASIN!’
Musul’da 16. Kolordu Askerî Mahkemesi’nde yargılanan Şeyh Abdüsselâm ile adamları 15 Kasım 1914’te idama mahkûm edildiler. Sultan Reşad, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın 24 Kasım’da tasdik için kendisine gönderdiği mahkeme kararını iki gün sonra, 26 Kasım 1914’te onayladı ve Şeyh Abdüsselâm ile adamları Musul’da idam edildiler. Bu idamlardan sonra bir de tuhaflık yaşandı: Harbiye Nezareti’nden Musul’a bir başka yazı gönderilerek “Daha önce yollanan idam kararına bazı isimlerin yazılmasının unutulduğunun farkedildiği” söylendi, birkaç kişinin daha darağacına gönderilmesi talimatı verildi ve emir yerine getirildi...
Musul Askerî Mahkemesi’nin Abdüsselâm Barzani ve adamları hakkında verdiği idam kararının ilk sayfası.
Şeyh Abdüsselâm’ın idamının ardından Barzan Aşireti’nin başına o sırada 18 yaşında olan kardeşi Ahmed geçecek, onun yerini sonraki senelerde Mustafa Barzani alacak ve Mustafa Barzani’nin oğlu Mesud Barzani de babasının ardından Barzan Aşireti’nin lideri olacaktı.
Sultan Reşad’ın Abdüsselâm Barzani ve adamları hakkındaki idam fermanı.
MADALYA YERİNE PASAPORT
Devlet ile Barzan Aşireti arasında bir buçuk asırdan buyana yaşanan tatsızlıkların geçmişi kısaca işte böyle ve gördüğünüz gibi değişen pek birşey yok! Barzanlar’ın liderlerine geçmişte önce madalya takıyor ve ardından idam ediyoruz; seneler sonra da Turgut Özal’ın talimatı ile diplomatik pasaport veriyor ama Mesud Barzani’nin referanduma kalkışması üzerine Meclis’i tezkere için toplantıya çağırıyoruz.,
Abdüsselâm Barzani’ye madalya verilmesi hakkında Sultan Reşad’ın iradesi.
Ve, bütün bu öngörüden yoksun işler arasında tek bir görüş doğru çıkıyor: Süleyman Nazif’in bundan bir asır önce söyledikleri; yani madalya takma, vesaire gibi hareketlerin başkaldırıdan kaynakların ümidleri arttırmaktan başka bir işe yaramadığı...
Mesud Barzani
22 Eylül 2017 Cuma
Hızlı ve Yavaş Düşünme E Kitap
İstediğiniz ve talepleriniz üzerine kişisel gelişim alanında ki en iyi e-kitapları sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Daniel Kahneman günümüzün önemli düşünürlerinden birisidir. Yaptığı çalışmalar ile bir çok alanda katkı sağlamış ve taktir toplamıştır. Hızlı ve Yavaş Düşünme adlı kişisel gelişim kitabı da çıktığı yıl önemli ödüllere layık görülmüştür. Düşüncelerimizi yönetmek belkide günümüzde ki en önemli unsurlardan biridir. Her zaman hızlı düşünmek değil bazen ise yavaş düşünme kurallarına uymak lazım bu hem sağlığımızı hem hayat kalitemizi üst düzeye çıkaracaktır.
Hızlı ve Yavaş Düşünme Hakkında
Rasyonel yargı ve karar alımını sorgulayan ufuk açıcı psikoloji çalışmasıyla 2002 Nobel Ekonomi Ödülü'ne layık görülen Daniel Kahneman, çağımızın en önemli düşünürleri arasında yer alıyor. Fikirleriyle ekonomi, tıp ve siyaset dahil, pek çok alanı etkilemiş olan yazar, bu kitapta yıllardır sürdürdüğü araştırmaların sonuçlarını bir araya getiriyor. Okuyucuyla canlı bir sohbete giren yazar, sezgimize ne zaman güvenip güvenmeyeceğimizi ve yavaş düşünmenin ne zaman daha iyi olacağını öğretiyor. İş ve özel yaşamımızda seçimlerimizi nasıl yaptığımızı ve başımıza sık sık dert açan zihinsel hatalardan korunmanın farklı tekniklerini nasıl kullanacağımızı gösteriyor. Hızlı ve Yavaş Düşünme, düşünmeyle ilgili düşüncelerinizi sonsuza dek değiştirecek.
Hayvanlar Toplantısı pdf
Hayvanlar Toplantısı E Kitap |
Çocukları en çok kim seviyor? İnsanlar, ileride çocukları rahat etsin diye yapıyoruz biz bunları deyip savaşmaya başlayınca hayvanlar şaşıp kalır bu işe. Sonra bir birlerini yok etmeye hevesli insanlara karşı bir araya gelip çocukları nasıl koruyabileceklerini tartışmaya başlarlar. Bunu büyüklere unutamayacakları bir ders vererek yapacaklardır.
Hayvanlar Toplantısı Hakkında
Ünlü Alman yazarı Erich Kaestner'i, Can Yayınları Çocuk Dizisini izleyen küçük okurlarımız çok iyi tanıyor olmalılar. 'Açıkgöz Budalalar', 'Palavracı Baron', 'Uçan Sınıf', 'Küçük Hafiyeler' adlı kitaplarını okuyup da unutmak mümkün değil. Ünlü yazar, Hayvanlar Toplantısı adlı bu güzel kitabında da ilginç bir konuyu işliyor.
Özdemir Asaf in Laviniasi kim?
Şiirlerin ortaya çıkışı, onu yaratan şairlerin yaşamla kurdukları ilişkiyle doğrudan ilişkilidir. Ne yaşamdan ne de onu yaratan insanın varlığından bağımsız olmayan bu eserler, aslında edebiyat metninin yaratımındaki sonsuzluğu perçinleyen, ilerleten, ayakta tutan temel düzlemlerdir. Edebiyatımızda öyle metinler vardır ki yazılma hikayeleri de en az kendileri kadar önemli ve kıymetlidir. Yaşanmışlık taşıyan ve bu yaşanmışlığın etrafında hayat bulan eserler, edebiyat tarihimizin de en kıymetli hatıraları olarak var olmaktadır.
Usta şair Özdemir Asaf‘ın ünlü Lavinia şiirinin de hüzünlü bir hikayesi bulunuyor.
Lavinina, Özdemir Asaf‘ın okul yıllarında aşık olduğu bir kıza yazdığı şiir olarak bilinir. Öyledir de. Karşılıksız bir aşkı anlatır.
Şair, Lavinia şiirini yazdıktan sonra şiir yarışmalarından birine göndermeye karar verir ve şiirinin beğenilmesiyle birlikte yarışmayı birincilikle kazanır.
Sonuçlar açıklandıktan hemen sonra şairden şiirini kürsüde okuması istenir. Özdemir Asaf bu teklifi geri çevirmez. Salondaki misafirler arasında Asaf’ın aşık olduğu kız da vardır ve salonu terk ettiği söylenir.
Özdemir Asaf’ın büyük bir tutkuyla aşık olduğu ve karşılık alamadığı kişi Mevhibe Meziyet Beyat’tır.
Ancak Mevhibe Hanım’ın Özdemir Asaf’a karşı en ufak bir ilgisi yoktur. Asaf’a yıllar sonra dillere destan olacak bir şiir yazdıran bu aşk, karşılıksız ve umutsuzdur.
Mevhibe Hanım’ın gönlünde ise bir başkası; ressam olan hocası Edip Hakkı Köseoğlu vardır.
Ve bir de usta gazeteci İlhan Selçuk. Ancak İlhan Selçuk o yıllarda hareketli bir gençlik yaşamaktadır ve Mevhibe Hanım’a göre biri değildir.
En sonunda Mevhibe Hanım’ın dünya evine girdiği kişi oyuncu Öztürk Serengil olur. Ancak evlilikleri uzun ömürlü olmaz ve ayrılırlar.
Mevhibe Hanım’ın en yakın dostları arasında olan Melda Kaptana, arkadaşına olan bu yoğun ilgi hakkında şunları söylemiştir:
“Korkunç bir sezgi gücü vardı Mevhibe’nin. Yüzünüze bakar bakmaz, sizi tanır, anlar, ruhunuzun en derin köşelerine kadar kavrardı. Küçücük bir bakıştan, mimikten, jestten tüm karakter haritanızı çıkarabilirdi. Özdemir Asaf bu yüzden ona ‘Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı’ demişti. Çok keskin gözleri vardı.”
Ve talih, Özdemir Asaf’la Lavinia’yı hiçbir zaman bir araya getirememiş, yalnızca şiirde ve şairin yüreğinde yaşatmıştır.
Özdemir Asaf, Lavinia
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia
iki satırlık bir telgraf
Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün eğitime verdiği önem dahilinde gençlerin ruh hallerini de ne denli anlayabildiğini kanıtlayan bu duygusal anı ile sizleri başbaşa bırakıyoruz.
Sadi Irmak öğrenci olduğu zamanlarda İstanbul Üniversitesi’ndeyken okulun panosunda bir ilan görür. İlanda “Avrupa’ya talebe yollanacaktır.” yazmaktadır.
Ülke savaştan yeni çıkmış, Lozan yeni imzalanmıştır. Bu durumda Avrupa’ya talebe yollamak lüks gibi gelir herkese. Sadi Irmak da şansını denemek isteyen 150 kişinin içindedir. Sonradan seçilen 11 kişi arasında şanslı bir şekilde kendisine yer bulur.
Atatürk bizzat kendisi Sadi Irmak’ın isminin yanına “Berlin Üniversitesi’ne gitsin” diye not düşer. Fakat gitmek ile gitmemek arasında kafası karışıktır.
Kendisi o zaman yaşadığı bu çıkmazı ve karar verişini şu sözlerle anlatır; “Vakit geldiğinde ise Sirkeci Garı’ndayım; ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı?
Tam gitmemeye karar verdiğim, geri döndüğüm sırada bir posta dağıtıcısı ismimi çağırdı. “Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var.”
“Benim” dedim. Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu: “Sizleri bir kıvılcım olarak yolluyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz. İmza – Mustafa Kemal”
Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. “Şimdi gel de gitme, git de çalışma, dön de bu ülke için canını verme.” dedim.
Düşünün 1923‘te o kadar işinin arasında 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen, ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu ülke için can verilmez mi?
Çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü‘nü kurdum. Kürsü başkanı oldum. Daha sonra ülkemin başbakanlığını yaptım.
Ben kim miyim? Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim adamıyım…
Orhan Veli’den Nahit Hanım’a Aşk Dolu Bir Mektup: Seni Ne Kadar Çok Seviyormuşum
“Nahitçiğim, İstanbul muhakkak ki güzel şehir. Ama benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok.”
“Sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var.”
“Nitekim şu son mektubunda benim Ankara’ya gelmemden bahsederken elbette bir gün geleceksin demişsin.”
“Seni görmek için bir şehre geliyorum, görüyorum ve ömrümün sonuna kadar benim yanımda oluyorsun. Çok acayip ama çok tatlı bir his.”
“Hayatımda birçok sevinçli günlerim olmuştur. Fakat hepsinden güzel, hepsinden sevinçli olabileceğini umduğum bir tek gün daha olabilir.”
“O gün seninle ve hiç ayrılmamacasına yaşayacağıma inanacağım gündür.”
“Sen böyle bir günün gelebileceğini pek tahmin etmezsin. Doğrusu ben de edemiyorum.”
“Ama hayattan da başka hiçbir beklediğim yok. Bugün için sana da bana da bu kadar imkânsız görülen bir saadet günün birinde gerçek olabilirse, bütün ömrüm içindeki kayıplarımdan hiçbirine üzülmeyeceğim.”
“Yalnız o sevinç bana kâfi derecede yaşamış olmak için yetecek.”
“O büyük, o yegâne saadet için Allah’a mı, talihe mi, yahut herhangi başka bir şeye mi, neye inanmak lazımsa inanmak istiyorum.”
“Seni ne kadar çok seviyormuşum. Ne kadar sana bağlı imişim, her şeyim ne kadar senden ibaretmiş meğer.”
“İyi ki seni tanımışım. Seni tanımasaydım, hayatımda böyle bir aşk bulunmasaydı, hayatım ne kadar boş bir hayat olacaktı.”
“O boşluktan yalnız kendi içimdeki sevmek kabiliyetiyle kurtulamazdım. Çünkü hiç kimseyi seni sevdiğim kadar sevemezdim.”
“Beni sevindirecek, mesut edecek haberlerini bekliyorum. Hasretle ağzından, yüzünden, saçlarından, kollarından, her tarafından öperim. Seni unutamıyorum. Sensiz duramıyorum.”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)