Asr-ı Saâdet insanı mutluydu...
Oysa bizim sahip olduklarımızın yüzde birine bile sahip değillerdi...
Selçuklu/Osmanlı insanı da mutluydu...
Onlar da bizim sahip olduklarımızın yüzde birine bile sahip değillerdi.
Söyler misiniz lütfen, mutluluk çok şeye sahip olmakta mı, yoksa sahip olduklarımızın kıymetini bilmekte mi saklı?
Osmanlı Devleti ve Osmanlı insanı üzerine gözlemleriyle meşhur Fransız yazarlardan (1830’larda İstanbul’da dokuz yıl kalmış, hatıralarını “Neuf anne’es a Constantinople” ismiyle kitaplaştırmıştır) A. Brayer diyor ki: “Osmanlı insanının yakındığını hiç görmedim. Hangi halde iseler şükrederler. Bu yüzden de istikbal endişesi taşımazlar.”
Osmanlı’nın torunları (bizler) için bugün aynı şeyleri söylemek sanırım mümkün değil. Şükrün yerini şikâyet aldı. “İstikbal endişesi” ise Allah’ın her güne serpiştirdiği güzellikleri algılamamızı ve yaşamamızı engelliyor...
Durmadan şartlardan yakınıyoruz. Zaaflarımızı, yenilgilerimizi, korkularımızı şartlarla izah etmeye çalışıyoruz...
Bence bu, mağlubiyetimize mazeret uydurma çabasıdır! Çünkü aynı şartları yaşayıp paylaşan başka insanlar pekâlâ şartların esiri olmadan yaşayabilmekte, hedeflerine ulaşıp başarılı olabilmektedirler.
Daha açık ifade etmeye çalışayım...
Eğer Peygamberlerimiz şartlardan yakınıp dursalardı, Hz. Âdem’in ömrü Cennet’ten çıkarıldığı için, Hz. Nuh’un ömrü tufana tutulduğu için, Hz. Yunus’un ömrü denize atıldığı için, Hz. Yusuf’un ömrü kuyuya itildiği için,Hz. İbrahim’in ömrü Nemrut’la, Hz. Musa’nın ömrü (onlara selam olsun)Firavun’la karşı karşıya getirildiği, Hz. Âlişan Efendimiz’in ömrü iseEbucehil gibi bir düşmanla savaşmak zorunda kaldığı için, Hz. Havva’nın ömrü yasak meyveyi yediği için, Hz. Asiye’nin ömrü Firavun’la evlendiği için, Hz. Hacer’in ömrü çölde aç-susuz bırakıldığı için, Hz. Meryem’in ömrü iftiraya uğradığı için yakınmayla geçerdi...
Hâlbuki içlerinde mevcut imanı ve iman eksenli enerjiyi harekete geçirip ortaya atıldılar: “Allah Kerim” diyerek olumsuz şartların üzerine yürüdüler ve şartlar değişti...
Unutmayalım: Hz. İbrahim’i, Nemrud gibi, kendini “tanrı” sanan bir “gurur âbidesi” karşısında galip getiren Kudret, Hz. Musa’yı Firavun’un sarayında büyüten Kudretin tâ kendisidir!
Aynı Kudret, Efendimiz’in üzerine de tecelli edince, Efendimiz, bir süre önce kovulduğu Mekke’ye, muzaffer bir komutan olarak döndürüldü...
Ramazanı bu açıdan da yaşamamız gerekiyor. Ama hayır! Yakınmaya devam ediyoruz. “Bir dokun bin ah işit kâse-i fağfurdan...” (Şair Âli Efendi) modunda yaşıyoruz.
Kiminle konuşsanız dert döküyor... Herkesin bir çözülmezi, bir girifti, bir hallolmazı mutlaka var şu dar-ı dünyada... Kime sorsanız “işler kötü”demeye getiriyor.
Caddeler dolusu araba (en lükslerinden), arabalar dolusu cep telefonu (en akıllısından ve pahalısından), cep telefonlarında envai çeşit ulaşım düzeneği...
Her biri şu kadar aylık masraf...
Evlerimiz tıkış tıkış eşya, bir sürü gereksiz incik-boncuk...
Bilin bakalım: Az mı kazanıyoruz, yoksa çok mu harcıyoruz?
Neyse: Bu hamur çok su götürür, iyisi mi noktayı koyalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder