Sevenleri tarafından büyük İslâm âlimi, modernizmin ve emperyalizme karşı mücadelenin öncüsü; Şark'ı uykusundan uyandıran kimse; muarızları tarafından, asıl hüviyetini gizleyerek Müslümanları aldatan bir şarlatan; bir maceraperest; bir İngiliz ajanı; bir zındık... Avrupa hâkimiyetine karşı güçlü bir İslâm medeniyetinin yeniden canlandırılabileceği sloganıyla son asır İslâm âleminde ciddi tesirleri bulunan Cemâleddin Efgânî (1838-1897) hakkındaki pek az malumat da tezatlarla doludur. İran'da Hemedan'ın Esedâbâd köyünde doğdu. Şiî Azerî bir ailedendir. Bir Esedâbâd da Afganistan'da vardır. Ekseriya Sünnîliğin yaygın olduğu mıntıkalarda faaliyet gösterdiği için, İran ve Şiî menşeini saklamak maksadıyla Efgânî lakabını kullanmıştır. Seyyidlik ve Muhammed ismi ise, mehdiliğine delil olmak üzere sonradan tertiplenmiştir. İran pasaportu ile dolaşırdı. Başına geçirdiği çeşitli serpuşlar gibi, zamana ve zemine göre milliyeti de değişebilmiştir.
İlk tahsilini Necef ve Kerbelâ'da Şiî ulemadan aldı. Hicaz'a; oradan da taht kavgalarının yaşandığı Kâbil'e geçti. Davasını desteklediği Prens Azam Han kazanınca, onun en güvendiği veziri oldu. Bir yabancının kısa zaman zarfında bu mevkiye yükselmesi dikkat çekicidir. Azam Han ile arası iyi olmayan İngilizlere karşı, Ruslardan para ve siyasî destek temin edebilecek bir Rus ajanı olduğu ya da kendisini öyle gösterdiği söylenir. Kardeşi Şir Ali, Azam'ı devirince, Efgânî hudut harici edildi (1868).
Bu defa Ruslar, onu Hindistan'da İngiliz aleyhtarı propaganda ile vazifelendirdi; ama buradan da sınır dışı edilince, Sadrazam Âli Paşa'nın daveti üzerine İstanbul'a geldi. Meclis-i Maârif âzâsı yapıldı. Dârülfünûn [İstanbul Üniversitesi] açılışında verdiği bir konferansta, peygamberliğin sanat olduğunu ve İslâmiyetin ilmî terakkiye mâni teşkil ettiğini söyledi. Bu konuşması infial uyandırdı. Dârülfünûn kapatıldı; Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi ve sair ulema tarafından zındıklıkla suçlanan Efgânî sınır dışı edildi (1871). Bu işin organizatörü, Reşid Paşa yetiştirmelerinden ve Jön Türklerin önde gelenlerinden pozitivist Bektaşî Arnavut milliyetçisi Hoca Tahsin'dir. Efgânî de, o da, bütün "hür düşünceli" insanlar gibi namaz, oruç ritüellerini aşmış! insanlardı.
Efgânî Afganistan'da...
İstanbul'dan kovulan Efgânî, Mısır'a gitti. 1872-1879 arası kaldığı Mısır'da, reformist faaliyetlerde bulundu. Kendisine "hakîmüşşark" [Doğu'nun filozofu] adını takarak, Şarkın uyandırılması yolunda "Kurtarıcı Mehdi" rolüne soyundu. Hedefi "mümin/kâfir" ayrımını, "şarklı/garblı"ya çevirmekti. Gazetelerde yazılar yazdı; taraftar topladı. Gizli teşkilatlar kurdu. Kıptî asıllı başbakan Riyaz Paşa da kendisine destek olup maaş bağladı. İdeallerini daha kolay gerçekleştirebileceği inancıyla, önce İskoç Mason Locası'na girdi. Bir yaratıcıya inanmadığı için buradan atılınca, Fransız Doğu Locası'na bağlı bir mason locası kurdu. Masonluğu, "Çalışma azmi, şeref ve zâlimlere karşı direnme yolunda hayatını hiçe saymak" şeklinde tarif eder; "Masonluk, bir lider otoritesi kurup, onun şahsî emeline hizmet etmekten çok daha üstündür" derdi. Yüzlerce talebesini de o zamanlar daha henüz mahiyeti tam olarak anlaşılamayan bu yola soktu.
Efgânî, Mısır'da Yahudi mahallesinde otururdu. İki Hristiyan, Şamlı Selim Nakkaş ile onun yakın arkadaşı Edib İshak en birinci dostlarıydı. Hususî doktoru Harun da Yahudi idi. Toplantılarına Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler birlikte katılırdı. Halkı tahrik ederek Urabî isyanına yol açtı. Bu tam da İngilizlerin istediği şeydi. Bu vesileyle Mısır işgal edildi. İçyüzünü anlayan hıdiv, kendisini sınır dışı etti. Hindistan'da Haydarâbâd'a; oradan da Paris'e gitti (1883). Tanıştığı bir Fransız kadın şarkıcı ile sık sık kafede buluşarak Fransızcasını geliştirdi. Yanına çağırıp Mason yaptığı talebesi Muhammed Abduh ve arkadaşı Kâhireli zengin bir Yahudi ailesinden Jacob Sanu ile baş başa vererek, el-Urvetü'l-Vüskâ cemiyetini kurdu; aynı isimde bir de mecmua çıkarttı. Mecmua, İngiliz aleyhtarlığı ve İslâm birliği görüntüsü altında, dinde reform misyonu taşıyordu. Ancak bedava dağıtılan mecmua, 8 ay çıktıktan sonra neşriyatını durdurdu. Abduh, Beyrut'a döndü; Efgânî, Paris'te kaldı. Geleni gideni çoktu. Kâhire'den dostu ve dinler üstü bir teşekkül olan Teozofi Cemiyeti'nin kurucusu Rus Madam Helena Blavatsky'nin gönderdiği esrarengiz tipler, kapısından eksik olmazdı.
"DİNİN BAŞINI KESECEĞİZ!"
Paris hayatı, dinî inancını iyice kaybetmesine yol açtı. İsyankâr bir tavır takındı. Dinin, bilim, akıl ve medeniyetin düşmanı olduğuna kanaat getirdi. Ancak faaliyet sahası itibarıyla dindar intibaı vermesi gerekiyordu. Müslüman cemaatten uzak düşmemek için dinî vecibeleri yapar gibi gözükmelerini talebelerine ehemmiyetle tavsiye ederdi. Şia'nın takıyye telâkkisi bunu emreder. Abduh kendisine yazdığı mektupta, "Sen bizim içimizi de, dışımızı da bilirsin. Biz görünüşte ibadetleri yapıyoruz. Ama aslında senin yolundayız. Dinin başını, dinin kılıcıyla keseceğiz" diyor; böylece misyonlarının, görünüşte "saf ideal din" teranesiyle "yozlaşmış" buldukları ananevî dini yok etmek olduğunun işaretini veriyordu, Efgânî, böylece bir Luther rolü oynadı.
İleride beraber faaliyet göstereceği İngiliz istihbaratçı Wilfrid Blunt ile tanıştı. Blunt, İngiltere'nin Mısır'ı işgalini temin eden kişidir. Onunla Londra'ya giderek üç ay kaldı (1885). İngiliz dışişleri bakanı Lord Salisbury ve Lord Churcill, Ortadoğu'ya dair düşünce ve tavsiyelerini alâkayla dinlediler. Osmanlılara karşı kendilerini desteklemek karşılığında o günlerde karmakarışık Sudan'ın sultanlığını teklif ettilerse de, Efgânî kendisini tehlikeye atacak bir tip değildi.
Avrupalılara karşı bir İslâm mücahidi ve düşünürü olduğu hakkındaki efsane, büyük ölçüde Paris hayatına dayanır. Burada tarihçi ve filozof Renan ile İslâmiyet ve ilim üzerine münazaraya girişti. Modernist fikirlerine, Renan bile hayran kaldı. Birçok seyahatlere çıktı. Amerika ve Rusya'ya gitti. İran Şâhı Nâsırüddin'in daveti üzerine İran'a gitti (1889). Fakat maksadı, Şah'ı indirmek için yeraltı faaliyeti yürütmekti. Şah aleyhdarı Bâbîlere yanaştı. Bir yandan da Ruslara çalışmaya devam etti. Şah bunu farkedince, İran'dan da sınır dışı edildi (1892). Basra'ya gidip buradan Şah'a karşı isyan organize etti. Sonra Londra'ya geçti. İran masasında vazifeli istihbaratçı Edward Browne ile tanışarak, açıktan İran aleyhinde faaliyet sürdürdü. Blunt, Mısır meselesini görüşmek üzere kendisini İstanbul'a gönderdi. Ancak Efgânî buradan bir daha çıkamadı.
Solda Kirmanî (tevkif edildikten sonra); sağda Blunt
Sultan Hamid, önce kendisine Irak'taki Şiî Arablar arasında, Osmanlı hilâfetini takviye vazifesini vermeyi düşündü. Ancak İngilizlerle anlaşıp, Irak merkezli bir Arab hilâfeti kurmaya çalıştığına dair bilgilere ulaşınca vazgeçti. Efgânî'nin Blunt ile esrarına vâkıf Louis Sabuncî adında bir Hristiyan Arab, bilahare Sultan Hamid tarafından elde edilmiş ve bildiklerini vesikalarıyla padişaha arzetmişti. Padişah Efgânî'ye konak ve hizmetçiler tahsis etti; hatta evlendirmek istedi. Ama dâvâsıyla evli olduğu ve ayrıca kadın-erkek eşitliğine inandığı gerekçesiyle kabul etmedi. Ömrü boyunca da hiç evlenmedi. Padişaha (İngiltere'nin o asırdaki politikasına uygun olarak) Osmanlı ülkesini federasyona dönüştürmek hususunda tavsiye verdi; dinletemeyince, düşman oldu. O zamanki bütün modernistler gibi meşrutiyet taraftarı idi.
Efgânî, İstanbul'da boş durmadı, Mirza Rıza Han Kirmânî adlı bir müridini İran'a göndererek Nâsıreddin Şah'a suikast tertipledi (1896). Ertesi sene de kanserden öldü ve Maçka'ya gömüldü. Rockefeller'in ortağı ve yıllar sonra M. Kemal'i destekleyerek karşılığında Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesini sağlayan Amerikalı işadamı Charles Crane, Efgânî'nin kabrini yaptırdı. 1944'de Afgan hükümeti, "millî kahraman" saydığı/sandığı Efgânî'nin kemiklerini Kâbil'e nakletti. Ama gerçek "Efgânî Efsânesi" ölümünden sonra doğdu.
Solda Mason kıyafeti içinde Efgânî; sağda Şark Yıldızı Mason Locası'na müracaat istidası
Afganistanlı politikacı ve gazeteci. Asıl adı Muhammed bin Safder el-Hüseynî olup, Cemâleddîn-i Efgânî diye meşhurdur. 1838’de Afganistan’ın Kabil şehrine yakın Esadâbâd kasabasında doğdu. Onun Hemedan’da doğan İranlı bir şiî olduğunu söyleyenler de vardır. 1897’de İstanbul’da öldü.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Tahsîl için Hindistan’a gitti. Bilhassa lisanlara karşı kabiliyetli olan Cemâleddîn; Farsça, Arapça, Fransızca öğrendi. Milliyeti kesin olmayan, Cemaleddîn-i Eganî’nin; Türk, Afganlı, İranlı ve Hindli olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Türklerle konuşurken Türk’üm, Afganlılarla konuşurken Afganlıyım diyen Cemâleddîn-i Efgânî, din bilgisi az olduğundan, doğru yolda olmayanların te’sirinde kalarak Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı ve İslâm âleminde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin önderliğini yaptı! 1857’de hac bahanesiyle Hicaz’a gidip reform fikirlerini anlatma fırsatı buldu. Hicaz’dan Kabil’e dönüp, Dost Muhammed Hân zamanında hükümet ricali arasında bulundu. Hindistan’a, oradan da Mısır’a geçti.
Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından Alî Paşa tarafından 1868’de İstanbul’a davet edilerek, Meclis-i meârif âzâlığı vazifesi verildi. Osmanlı Dâr-ül-fünûnu’nun açılışında verdiği bir konferansta; “İslâmî Abdülazîz Devleti’nin semâsından ziyâde güneşler çıkararak, onların nurları ile bütün âlemi nurlandıran ve kendilerine vükelâ yaparak hilâfet yolunda karar kıldıran Muhammedi Osmanlı saltanatının feleğinden parlak bedirler gösteren ve onların ziyası ile bütün Âdemoğullarını aydınlatan, kendilerini vezirler yaparak adalet mıntıkasında isbat eden Allah’a hamd olsun.
Salât da; yüce akıllara ve zekî nefslere, bâhusus akl-ı külle ve yolları kânunlaştırana (san’atlardan bir san’atı elde eden peygambere) ve O’nun nurlarından iktibas ederek makamların en yükseğine erişenlere olsun…” diyerek, peygamberliğin san’atlardan bir san’at olduğunu, İslâmiyet’in ilmî ilerlemelere mâni olduğunu iddia etti. Cemâleddîn-i Efgânî’nîn bu konuşması, Osmanlı âlimlerince şiddetle tenkîd edildi. Din ve devlet aleyhinde başka konuşmaları da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fesatçılığı ortaya çıkınca, İstanbul’dan kovuldu. Osmanlı şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, onun cahilliğini ve yanlış yolda olduğunu bütün delilleriyle ortaya koydu.
Felsefî ve siyâsî özellikteki fikirlerini din adıyla yaymaya çalışan Cemâleddîn-i Efgânî, 1872’de Mısır’a gitti. Orada da din ve siyâsette ıslâhı kalkınma (dinde reform) fikirlerini yaymaya çalıştı, ilk zamanlar pek dikkati çekmedi. Fakat bu sırada doğu kültürü ile batı kültürü arasında bocalayan Muhammed Abduh’u, kısa zamanda fikirlerinin etkisi altına alıp, hayâtı üzerinde büyük rol oynadı. Muhammed Abduh’dan başka bir kısım kimseler de onun reformcu fikirlerinden etkilendiler. Talebelerinden olan Edîb İshak tarafından çıkartılan Mısır gazetesinde; Mazhar bin Vazzâh, Es-Seyyid Hüseynî veya Es-Seyyid imzalarıyla yazılar yazarak fikirlerinin yayılmasına çalıştı. 1872-1879 seneleri arasında Mısır’da kalan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fikirleri, Mısır’daki Ehl-i sünnet âlimleri tarafından çürütüldü. Fitneci fikirleri sebebiyle Mısır hükümeti tarafından sürgün edilince, önce Hindistan’daki Haydarâbâd’a oradan da Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu sırada talebesi Muhammed Abduh’la baş başa vererek, bütün müslümanları reformcu fikirler etrafında toplamak gayesiyle Urvet-ül-vüskâ adlı bir cemiyet kurup, aynı adlı gazeteyi çıkardı. Bu gazete sekiz ay kadar çıktıktan sonra yayınını durdurdu. Bu başarısızlıktan sonra, açıkça yürütemiyeceği propagandayı, gizlice konferanslar yoluyla yapmaya başladı. Fikirlerini anlatmak için bir çok seyahatlerde bulundu, Bir müddet Rusya’nın Petersburg, sonraları Almanya’nın Münih şehrine gitti. Orada İran şahı Nâsırüddîn ile karşılaştı. Şâh’ın daveti üzerine İran’a giden Cemâleddîn-i Efgânî’ye, İran dar gelmeye başladı. Bir ara kendi hâline köşeye çekilip yedi ay kadar insanlardan uzak kaldı. Şâh ile arası açıldı. İran şahının halka karşı uyguladığı bâzı sevimsiz hareketleri fırsat bilerek, İran’da şiddetini artıran bâbîlik veya bahâîlik hareketlerinin içinde bulundu. Şâh’ın aleyhinde hareket ederek isyâncı ve sûikasdcıların öncüsü ve teşvikçisi oldu. Bu sırada Ruslar tarafından satın alınarak, anavatanı olan Afganistan aleyhinde casusluk yaptı. İran’dan da kaçarak Avrupa’ya gitti. Daha sonra Londra’ya giderek fikirlerini yaydı ve Osmanlı pâdişâhı sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde faaliyetlerde bulundu. Cemâleddîn-i Efgânî’nin İslâmiyet’e verdiği zararları gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, yaptığı zararları ortadan kaldırmak ve te’sirsiz hâle getirmek için kendisini İstanbul’a çağırdı. Sultan, İstanbul’a gelen Cemâleddîn-i Efgânî’yi huzuruna çağırarak, fitneye sebeb olan söz ve hareketlerden kaçınmasını emr etti. Fakat yine boş durmadı.
Sadrâzam Halil Rıfat Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdim ettiği 22 Nisan 1896 tarihli arızaya ilâve ettiği mektubda, Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili şu bilgileri verdi: “Malûmat ve mütâlaât-ı çâkerâneme gelince, Şeyh Cemâleddîn, bâbîlik cemiyeti erkânından ve fesâd erbabından olduğu gibi, hiç bir tarafça hâiz-i îtibâr ve îtimâd olmamış, ehemmiyetsiz bir âdemdir. Ve merkumun mason cemiyeti, ermeni komiteleri ve Jön Türk takımı ile gizli bir muhâberât ve münâsebâtı vardır. Kendisini efendimize mensûb bildirerek, esasen hiç olduğu hâlde, bu şeref-i mensubiyetten dolayı kendisini ve mâhiyetini ve hakikatini bilmeyen bir takım âdemleri celb ve iğfal ederek, yavaş yavaş cemiyetini çoğaltmaya çalışıyor. Bâbîlik mezheb-i habîsi esasen dürzîlik mezhebine müşabih (benzer) olduğundan, merkum Cemâleddîn, Suriye ve Lübnan’dan buraya gelen dürzî gençlerin ahlâksız ve müfsid güruhunu kendisine celb ile tevsî-i mefâsid ediyor (bozgunculuğunu yayıyor) ve Mısırlılar dahî ekseriyetle mesleksiz ve ahlâkı bozuk oldukları için, onlardan da bir çok tarafdâr peyda etmeye uğraşıyor. Bu cümleden olarak, geçenlerde Dersaâdet’den (İstanbul’dan) uzaklaştırılması lüzumu arz edilen Mısırlı Abdullah Nadim adlı müfsîd dahî, Cemâleddîn’in mezhep ve meslekine tâbiiyyetle eski kıyafetini değiştirip, bu günlerde bâbî kıyafetine girdiği istihbar kılınmıştır.”
Sultan İkinci Abdülhamîd Han da, hatıratında Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek, İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyor ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn-i Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı… Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.”
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bir çok yıkıcı faaliyetler yapmak istediyse de engellendi. Bir ara Mısır hidivi Abbâs Hilmi Paşa’yla münâsebette bulunduğu anlaşılınca, sultan İkinci Abdülhamîd Han onu sert bir şekilde azarlayarak; “Abbâs Hilmi Paşa adına bir devlet mi kurdurmak istiyorsunuz?” dedi. Dışarıda daha çok zararlı olacağını farkeden Abdülhamîd Han, Cemâleddîn-i Efgânî’nin İstanbul’dan çıkışını yasakladı, ölünceye kadar göz altında tuttu.
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bâzı yazar ve şâirler üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa Türkçülük ve İslamcılık düşünceleri ile hareket edenler, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul etmişlerdir. Bu da cemiyette ayrılıklara yol açmıştır. Cemâleddîn-i Efgânî’nin asıl gayesi de budur. Hayâtına bakılınca, gidip gezdiği yerlerde dâima tefrikadan yana olmuş ve fitneler çıkarmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada hastalanan Cemâleddîn-i Efgânî, 1897’de öldü. Maçka’ya defnedildi ve kabri bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. 1944 yılında, kemikleri, memleketi olan Kabil’e nakledildi.
Tahsîle gittiği Hindistan’da, din düşmanlarının etkisinde kalarak, Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve ilmi az olduğu hâlde hayâtı boyunca, kendini ilim ve din adamı gösteren Cemâleddîn-i Efgânî, İslâmiyet’in aslının bozulmuş olduğunu ve reform yapmak gerektiğini iddia etti ve asırlardır yetişmiş ve İslâmiyet’in yayılmasına çalışmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarını reddetti. Urvet-ül-vüskâ adlı gazetesinde ve verdiği konferanslarda İslâmiyet ve müslümanlar hakkında küçültücü yazılar yazıp çeşitli sözler sarfetti. Onun İslâmiyet hakkındaki düşünceleri, Fransız yazarı Renan’a, 18 Mayıs 1883 tarihli Le Journal Des Debats gazetesi aracılığıyla verdiği cevabdan çok iyi anlaşılmaktadır. Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda şöyle diyor:
“Efendim! Değerli gazetenizin 29 Mart 1883 tarihli nüshasında, M. Renan’ın bir nutku var. Şöhreti bütün batıyı tutan, doğunun en ücra köşelerine kadar uzanan ünlü filozof bu nutukda, dikkate değer müşahedeler, yeni görüşler serdetmiş. Ne yazık ki bendeniz, nutkun ancak, çok az sâdık tercümesini görebildim. Fransızcasını görebilseydim o büyük filozofun fikirlerini daha iyi kavrardım. Renan’ın nutku iki noktayı kucaklıyor.
1- İslâm dîni, mâhiyeti îcâbı, ilmin gelişmesine mânidir.
2- Arap kavmi, tabiatı icâbı, metafizik ilimleri de, felsefeyi de sevmez.
İyi ama, acaba ilimlerin gelişmesini önleyen bu mâniler; dînin kendisinden mi geliyor, yoksa bu dîni kabul eden kavimlerin hususiyetlerinden mi? Renan bu noktaları aydınlatmıyor. Ama teşhis yerindedir. Hastalığın sebeblerini tâyin etmek güç. Hastalığa çâre bulmak ise, büsbütün zor. Başlangıçta hiç bir millet, sırf aklın rehberliği ile yetinemez. Korkuların pençesindedir. Hayrı şerden ayıramaz. Ne sebeblere yükselebilir, ne neticeleri fark edebilir. Tedirgin şuurunun dinlenebileceği bir vaha arar. O zaman mürebbîler (peygamberler) çıkar ortaya. Bilirler ki onu aklın emrettiği yola sürüklemek imkânsızdır. Hayâlini okşar, ümidlerini kanatlandırır, önünde geniş ufuklar açarlar, insanoğlu ilk devirlerde gözleri önünde cereyan eden hâdiselerin sebeplerini ve eşyanın esrarını bilmediğinden, mürebbîlerinin emirlerine ve öğütlerine uymak zorundadır. Mürebbîler (peygamberler) ona; itaat edeceksin diyorlardı. Mutlak varlık (yani Allah) böyle emrediyor. Şüphe yok ki bu, beşeriyet için boyundurukların en ağırı, en küçültücüsü idi. Fakat müslüman, hıristiyan, putperest, bütün milletlerin barbarlıktan bu dînî terbiye sayesinde çıktıkları ve daha ileri bir medeniyete doğru yürüdükleri de inkâr edilemez.”
Cemâleddîn-i Efgânî, dinlerin insanlık târihinde büsbütün lüzumsuz birer müessese olmadıklarını beyân ettikten sonra, İslâmiyet’le putperestliği aynı kefeye koyuyor ve devamla; “Bu konuda İslâmiyet’in başka dinlerden ne gibi farkı vardır? Dinlerin hepsi de müsâmahasız değil mi?… Hıristiyan toplumları, işaret ettiğim Terakkî ve ilim yolunda dev adımlarla ilerlemektedirler. İslâm cemiyeti ise dînin vesayetinden kurtulamamıştır… Burada Mösyö Renan’ın huzurunda İslâm dîninin müdâfaasını yapıyorum. Bu ümîd (müslümanlıktan kurtulma ümidi) gerçekleşmezse, barbarlık ve cehalet içinde mahvolurlar. Filhakika İslâm dîni, ilmi boğmaya ve terakkîyi durdurmaya gayret etmiştir. Ama hıristiyanlık da aynı şeye teşebbüs etmedi mi? Katolik kilisesinin muhterem reîsleri, bildiğime göre, bugün bile mücâdeleden vazgeçmiş değillerdir… Biliyorum müslümanların, Avrupa ile aynı medeniyet seviyesine yüselmeleri çok güçtür. Felsefî ve ilmî usûllerle hakikate vusul (ulaşmak) onlara yasaktır. Gerçek bir mü’min, konusu ilmî hakikat olan her çeşit araştırmalardan kaçınmalıdır. Oysa bâzı Avrupalılara göre her hakikat, ilme dayanmak zorundadır. Kölesi olduğu nass’a (Kur’ân-ı kerîm ve sünnete), sabana bağlanan bir öküz misâli bağlanan mü’min, ilânihâye (sonsuz olarak) şeriat tefsircileri (islâm âlimleri) tarafından çizilen yolda yürümeye mahkûmdur. Hakikatin zâten bütününe sâhib. Aramasına ne lüzum var. Îmânını kaybederse daha mı bahtiyar olacak? Böyle olunca da ilmi küçümsemesi tabiî değil mi?”
Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda İslâmiyet’in Terakkîye (ilerlemeye) mâni olduğunu, Renan’dan daha büyük bir kabul ile belirttikten sonra, Arab kavmini müdâfaa ederek şöyle diyor: “Ancak fetihlerindeki hızla mukayese edilebilecek fikrî bir yükseliş, bir asır, bütün bir Yunan ve Acem ilminin elde edilişi, hazmedilişi… Arablar başlangıçta ne kadar barbar ve câhil olurlarsa olsunlar, medenî milletlerin yüz üstü bıraktıklarına dört elle sarıldılar. Sönen ilimleri canlandırdılar, geliştirdiler ve o zamana kadar ulaşamadıkları bir ihtişama kavuştular. Bu da ilme karşı besledikleri sevginin işareti ve isbâtı değil midir?” diyerek başka müslüman milletlerin, bilhassa müslüman-Türklerin ilme olan hizmetlerini inkâr ettikten sonra da; “Pekî denecek, Arab medeniyeti bu kadar parlak olduktan sonra nasıl birden sönüverdi? Meş’ale o zamandan beri neden tutuşmadı tekrar? Arab dünyâsı uzun zamandan beri niçin karanlıklarda bocalıyor? Nâmık Kemâl buna sebep olarak haçlı orduları ile Tatar müşriklerini gösteriyor. Burada İslâm dîninin bütün sorumluluğu ortaya çıkıyor. Şurası âşikâr; bu din nerede yerleşmişse ilmi boğmuştur. Bu uğurda istibdâdla el ele vermekte tereddüd etmemiştir. Hıristiyan dîninin mazisinde de buna benzer vak’alar bulabilirim. Dinler, isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmalarına, anlaşmalarına imkân yoktur. Felsefe onu îtikâdlardan kısmen veya tamamen kurtarır. Nasıl anlaşabilirler?.. İnsanlık yaşadıkça, nass (dînin delilleri) ile serbest tenkid, dinle felsefe arasındaki kavga sona ermeyecektir. Kıyasıya bir savaş bu. Ve korkarım ki bu savaşta zafer, hür düşünceye nasîb olmayacaktır” diyerek, Allahü teâlânın bildirdiği din ile insan kafasının mahsûlü olan felsefenin, savaş hâlinde olduğunu söylemekte ve felsefenin gâlib gelmesini istemektedir. Daha da ileri giderek; “Aklın dersleri üç-beş büyük zekâya hitâb eder. İlim ne kadar güzel olursa olsun ideâle susuz olan insanlığı doyurâmaz. İnsanlık, filozofların ve âlimlerin göremedikleri ve giremedikleri karanlık ve uzak bölgelerde kanat açmaktan hoşlanır” diyerek de, din üzerine gâlib gelmesini istediği felsefenin ilimden de üstün olduğunu iddia etmektedir.
Fransız yazarı Renan da, bu yazısından dolayı Cemâleddîn-i Efgânî’yi şöyle medh ediyor: “İki ay kadar önce sevgili meslekdaşım Ganem (hıristiyan Halil Ganem) vâsıtası ile Şeyh’i (yâni Cemâleddîn-i Efgânî’yi) tanımıştım. Üzerimde pek az kimse bu kadar derin te’sir yapmıştır. Sorbon’daki konferansımın konusunu (ilmî zihniyet ile İslâmiyet’in münâsebetlerini) bana o ilham etti. Şeyh Cemlâleddîn, İslâm’ın peşin hükümlerinden sıyrılmış bir Afganlıdır. Cemâleddîn, zinde bir kavmin çocuğudur. Afganistan’da Arya ruhu, resmî İslâmiyet’in sığ tabakası altında bütün zindeliği ile yaşamaktadır. Dinlerin değerini tâyin eden, onlara inanan kavimlerdir. Afganlı bu müteârefenin en güzel delili. Düşünceleri öylesine bağımsız, seciyesi o kadar asîl ve dürüst idi ki, onunla konuşurken İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi eski âşinâlardan birinin, dirildiğini sanıyordum.”
Cemâleddîn-i Efgânî’nin şahsı ile ilgili önemli hususlardan biri de masonluğudur. Hattâ yalnız kendisi mason olmakla kalmayıp, Mısır’da bir çok kimsenin de bu teşkilâta girmesine sebeb olmuştur. Afşar İreç ve Usgar Mehdevînin Farsça te’lif ettikleri Mecmûa-i isnâd ve Medârik adlı eserde, onun mason locasına kaydolmak üzere verdiği dilekçenin mâhiyeti ve şarkın yıldızı locasının 1355 Kâhire-Mısır 7. 1878/5878 sayı ile locaya kayd olduğuna ve locaya ihtiram reisi seçildiğine dâir cevâbı vardır. Ayrıca Hannâ Ebî Râşid, masonluğu Arab memleketlerine Cemâleddîn-i Efgânî ile Muhammed Abduh’un yaydığını yazmaktadır.
Cumhuriyet devri başbakanlarından Şemseddîn Günaltay’ın; “Şeyh, peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona îtirâz edenler, Ebû Cehl kadar lânete müstehâktır. Çünkü peygamberlerin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriftmeye kalkışmıştır” diyerek medh ettiği, dünyâda bir kaç zümre arasında meşhur edilen Cemâfeddîn-i Efgânî’nin, küçücük bir Afgan târihi ile maddeciliği tenkid etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyâde, siyâsî bir hiciv özelliğini taşıyan Red aled-Dehriyyîn adlı eseri vardır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılmış makaleleri vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder