Reşad Ekrem Koçu'nun kaleminden, Osmanlı İmparatorluğu'nda idam görevini üstlenen cellatlar... Dikkat! Yazı 18 yaşından küçükler için uygun değildir!
1826 tarihine kadar Osmanlı devletinin, askeri disiplinle yetiştirilen ve cellatbaşının nezareti altında devlet cellatları bulunmuştur. Cellatların İstanbul'daki kışla-koğuşları da Topkapısı Saray-ı hümayununda «Hamlacılar Ocağı» denilen saray kayıkçılarının koğuşları yanındaydı.
«Cellat ocağı», sarayın en büyük zabitlerinden ve doğrudan padişaha bağlı bostancıbaşı ağanın emrindeydi; çok geniş ve mühim bir teşkilat olan bostancı ocaklarından biri sayılırdı.
Tarih kaynaklarımızda idam hükümlerinin infazı sahneleri anlatılırken bazen, «cellat» tabiri kullanılmadan, sadece ve mesela: «Bostancılar kemend atıp kârını tamam etti» gibi cümlelerle belirtilen bir idam hükmünü infaz edenler daima cellat ocağındaki bostancılar olmuştur; çok geniş olan bostancılar teşkilatının diğer ocaklarındaki bostancı neferlerinin de cellatlık görevinde kullanıldığı asla düşünülmemelidir.
Cellatbaşının «Yamak» unvanı altında bir muavini vardı, eğer idam hükmünü bizzat cellatbaşı infaz edecekse, yanına yardımcı olarak muhakkak yamağını alırdı. Cellatbaşılar ancak pek mühim kimselerin idam hükümlerini infaz ederlerdi, idam mahkumları arasında yalnız yeniçeri neferleri, yine kendileri tarafından öldürülürdü.
Cellatbaşı dahil, cellat ocağının bütün efradı istisnasız Hırvat dönmesi veya Kıpti idi. idam fermanı bostancı ağaya verilir; mahkum, mühim bir şahsiyet değilse infazda bostancıbaşı bulunmazdı. Cellatlar, idam hükümlerinin infazından başka, tevkif edilmiş bir sanığın söyletilmesi için işkence işi ile de görevliydiler. Cellat ocağında tüyler ürpertici işkence aletleri vardı.
İŞKENCE ÇEŞİTLERİ
İdam hükümleri, ya adiyen infaz, yahut işkence ile infaz şekillerinde verilirdi. İdam işkenceli ise, işkencenin şekli de fermanda zikredilirdi.
Adiyen infazın üç şekli vardı: Siyasi mahkumlar sarayda, kendi evinde veya zindanda, bazen yakalandığı herhangi bir yerde yağlı kementle boğulurdu; yeniçerilerden veya diğer asker ocaklarına mensup suçlulara fiilen askeri birliklerin başında bulunan kumandanların cellat satırı ile boyunları vurulurdu.
Hırsızlar, serseriler, caniler (cinayetlerinin cezası işkenceli değilse) şehrin kalabalık bir çarşı boyunda, İstanbul'da ekseriya bugünkü Çarşıkapı dediğimiz, eskiden de Parmakkapısı denilen yerde, bazen suç yerinde, mesela hırsızın soymak için girdiği dükkanın kapısında, asılarak idam olunurlardı.
İşkence ile idamın şekilleri ise ayrı ayrı korkunçtu: Elleri, ayakları kesildikten ve kulakları, burnu kesildikten sonra başını vurmak; göğsünün ve sırtının derisi yüzüldükten sonra başını vurmak; kazığa oturtmak; çengele asmak, çarmıha yüzükoyun bağladıktan sonra, kıç kaba etlerini ve omuz başlarını bıçakla oyarak buralara büyük mumlar dikerek şehirde bir deve üstünde dolaştırarak halka teşhirden sonra başını vurmak.
Siyasi mahkumların kement ile boğulduktan sonra bazan başları gövdelerinden alınarak Bab-ı Hümayun önündeki ibret taşının üstüne konulur ve halka teşhir edilirdi.
Cellatların, suçluları söyletmek için tatbik ettikleri bazı işkence şekilleri de şunlardı: Saçlarını ustara ile kazıdıktan sonra başına, ateşle kızıl hale gelmiş demir tas geçirmek; deri yüzmek, cımbızla sinir çekmek; kaynar suya daldırdıktan sonra soğuk suya sokmak, oradan çıkarıp tekrar kaynar suya daldırmak, çıplak vücudu demir tel kese ile keselemek; tırnak, diş sökmek.
TAŞRAYA CELLAT GÖNDERİLİRDİ
Bir devlet adamı idama mahkum olunca, ferman kendisine bostancıbaşı tarafından eteği öpülerek hürmetle gösterilir, teselli yollu sözler söylenir ve abdest alıp iki rekat namaz kılmasına müsaade olunurdu; bu tebliğ ekseriya da, metanetle karşılanırdı.
Mesela Viyana bozgunundan sonra Belgrad'ta idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, namazından sonra «vücudum toprağa düşsün» diyerek odanın kilimlerini toplatmış, uzun sakalını kendi eliyle kaldırarak celladın kemendi geçirmesine yardım etmiş ve cellada «Sanatını maharetle yap!..» demişti.
Taşrada, cellat gönderilip idam edilen siyasi mahkumların hükmün infazından sonra başı kesilir, yolda bozulmaması için bal doldurulmuş bir kıl torba içinde cellat tarafından İstanbul'a getirilir ve Payitaht'ta yıkandıktan sonra teşhir ve defnedilirdi.
Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, XVII. asırda Cellatbaşı Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali'den sonra başcellat olan Süleyman'dır.
CELLAT ÇEŞMESİ
Topkapı Sarayı'nda, Bab-ı Hümayun ile Babüsselam (Orta Kapı) arasındaki Birinci Avlu denilen meydanda, Babüsselam'a yaklaşırken sağ taraftaki duvar önünde görülen çeşmedir. Bu çeşmenin önünde sütunumsu bir taş vardır, onun da adı «İbret Taşı» dır; çeşmenin de, bu taşın da hatıraları çok kanlıdır.
Kafası cellat satırı ile uçurulan veya boynuna dolanan cellat kemendi ile boğulduktan sonra başı gövdesinden ayrılan binlerce bedbaht insanın kelleleri bu ibret taşının üstünde teşhir edilirdi ve cellatlar satır, bıçak ve usturalarındaki insan kanlarını bu çeşmede yıkayıp akıtırlardı.
CELLAT MEZATI
Bir mahkum cellada verildi mi, esvabıyla beraber üzerinden çıkan her şey cellatların olurdu; bu eşyalar toplanır ve senede bir veya iki defa büyük bir mezat ile satılır, tutar bedelleri cellatlar arasında taksim edilirdi. Buna «Cellat mezatı» denilirdi. Cellat mezatlarında ekseriya çok kıymetli eşya bulunurdu ve sahipleri cellat elinde can verdiklerinden, bir uğursuzluğa yorularak hakiki değerinden çok ucuza satılırdı, fakat cellat mezatından bir şey satın almak da her kişinin yapabileceği şey değildi.
Bazı devlet adamları, zenginler, celladın pençesi yakalarına yapışmadan, üzerlerinde bulunan kıymetli kürkleri, yüzükleri, saatleri, keselerini çıkarırlar, orada bulunanlara «Beni anar, bir Fatiha okursunuz!» diye hediye ederlerdi. Müverrih Peçevili İbrahim Efendi, cellat mezadı ve uğursuz eşya üzerine fevkalade şayan-ı dikkat bir fıkra naklediyor...
İstanbul'da Atatürk Bulvarı üzerinde Bozdoğan Kemeri'nin hemen yanıbaşında Belediye Müzesi yapılmış güzel medresenin banisi, XVI. asır sonu saray ricalinden kapı ağası Gazanfer Ağa'dır. Padişah III. Murat üzerindeki sonsuz nüfuzu ile rüşvet yolundan büyük bir servet yapmıştı. O zamanlar İstanbul'da Rasim Ağa isminde namlı bir saatçi ve kuyumcu vardı. Hakikaten büyük sanatkardı. Gazanfer Ağa, bu zata fevkalade kıymetli elmaslarla müzeyyen altın bir koyun saati yaptırmıştı (cep saatinin daha büyüğü, kişilerin koynunda muhafaza edilen saat), saatin cevahirini de kendisi vermişti. Kapı Ağası Gazanfer Ağa, bir askeri ihtilalde cellada verilince, ağanın meşhur murassa altın saati koynundan çıkmış, cellat eline düşmüştü. Cellatlar başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati cellat mezatından Tırnakçı Hasan Paşa satın almıştı. Kısa süre sonra Hasan Paşa da idam olundu, saat yine cellat mezadına düştü.
DENiZiN DİBİNDE PARLAYAN SAAT
Bu sefer de bu harikulade güzel saati pek ucuz bir bedel mukabili Kasım Paşa satın aldı. Bir, iki ay geçti geçmedi, Kasım Paşa da cellada verildi. Saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü defa cellat mezadına düştü. Bu sefer de Gazanfer Ağanın meş'um saatini Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve küçük kardeşine hediye etti. Tarih kaynaklan, bu zatın ismini bilmiyorlar, pek genç yaşında, yani tüysüz bir delikanlı iken sadrazamın himayesiyle Eğriboz sancak beyliğine tayin edildiği için «Civan Bey» lakabı takılmış ve adı unutulmuştur.
Müverrih Peçevili ibrahim Efendi, Civan Bey'le Eğriboz'da bey konağının deniz üstüne kurulmuş salaş taraçasında sohbet ediyorlarmış. Söz saatten açılmış, İbrahim Efendi saat meraklısı imiş, Civan Bey koynundan murassa' bir saat çıkararak müverrihe göstermiş. İbrahim Efendi «ömrümde bu kadar güzel saat görmedim!» deyince. Civan Bey de o güzel ve kıymetli saatin başından geçenleri anlatmış. Peçevili, elindeki saati hemen bırakarak: «Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez... Paşa nasıl olmuş da size hediye etmiş...» demiş. Bu söz Civan Bey'e tesir etmiş, hemen hançeriyle saatin elmaslarını çıkarmış ve bir çekiç ile de çarklarını kırarak denize atmış.
Denizin dibinde saatin parıltısı görülüyormuş; Civan Bey'le İbrahim Efendi taraçada oturmaya devam ederken, bir atlı gelmiş, Civan Bey'e vazifesinden azledildiğini tebliğ etmiş. Civan Bey şaşırmış: «Azlimi mucip bir şeyimiz yok idi...» demiş. Gelen adam: «Beyim... Beyim!... Derviş Paşa idam olundu... Sizin dahi idamınız için ferman çıkıp, bostancılarla gönderildi... Sonra şefaatçileriniz himmet ettiler... ikinci bir ferman ile ben gönderildim ve idamınıza memur olanlara, yarım saat evvel yetişebildim!» cevabını vermiş.
CELLAT MEZARLIĞI
Eyüp'te, Karyağdı Bayırı'nın arkalarında münferide ve zamanımızda metruk bir mezarlık idi. Dört köşe köfeki taşından ve hemen hepsi gayet iri, 1,70-1,90 metre boyunda kabir şahidelerinin hepsi yazısızdır.
Bu mezarlık, toplum ahlakının en asil örneklerinden biri olarak son derece şayan-ı dikkattir; cana kıymış bir caniyi, idam ile ölümünden sonra, cesedini mezarlığa kabul eden cemiyetimiz, resmi bir görev de olsa, bir ücret karşılığı adam boğan veya kesen celladın ölüsünü mezarlıklanna kabul etmemiş, onlara ayrı bir mezarlık yapmıştır.
1950'den sonra bu cellat mezarlığına gitmek imkanı bulunamadı. O tarihten bu yana, istanbul'da şehir dışında alabildiğine geniş iskan faaliyeti olmuş, yeni yeni isimlerle adeta köyler, kasabalar kurulmuştur.
«Cellat ocağı», sarayın en büyük zabitlerinden ve doğrudan padişaha bağlı bostancıbaşı ağanın emrindeydi; çok geniş ve mühim bir teşkilat olan bostancı ocaklarından biri sayılırdı.
Tarih kaynaklarımızda idam hükümlerinin infazı sahneleri anlatılırken bazen, «cellat» tabiri kullanılmadan, sadece ve mesela: «Bostancılar kemend atıp kârını tamam etti» gibi cümlelerle belirtilen bir idam hükmünü infaz edenler daima cellat ocağındaki bostancılar olmuştur; çok geniş olan bostancılar teşkilatının diğer ocaklarındaki bostancı neferlerinin de cellatlık görevinde kullanıldığı asla düşünülmemelidir.
Cellatbaşının «Yamak» unvanı altında bir muavini vardı, eğer idam hükmünü bizzat cellatbaşı infaz edecekse, yanına yardımcı olarak muhakkak yamağını alırdı. Cellatbaşılar ancak pek mühim kimselerin idam hükümlerini infaz ederlerdi, idam mahkumları arasında yalnız yeniçeri neferleri, yine kendileri tarafından öldürülürdü.
Cellatbaşı dahil, cellat ocağının bütün efradı istisnasız Hırvat dönmesi veya Kıpti idi. idam fermanı bostancı ağaya verilir; mahkum, mühim bir şahsiyet değilse infazda bostancıbaşı bulunmazdı. Cellatlar, idam hükümlerinin infazından başka, tevkif edilmiş bir sanığın söyletilmesi için işkence işi ile de görevliydiler. Cellat ocağında tüyler ürpertici işkence aletleri vardı.
İŞKENCE ÇEŞİTLERİ
İdam hükümleri, ya adiyen infaz, yahut işkence ile infaz şekillerinde verilirdi. İdam işkenceli ise, işkencenin şekli de fermanda zikredilirdi.
Adiyen infazın üç şekli vardı: Siyasi mahkumlar sarayda, kendi evinde veya zindanda, bazen yakalandığı herhangi bir yerde yağlı kementle boğulurdu; yeniçerilerden veya diğer asker ocaklarına mensup suçlulara fiilen askeri birliklerin başında bulunan kumandanların cellat satırı ile boyunları vurulurdu.
Hırsızlar, serseriler, caniler (cinayetlerinin cezası işkenceli değilse) şehrin kalabalık bir çarşı boyunda, İstanbul'da ekseriya bugünkü Çarşıkapı dediğimiz, eskiden de Parmakkapısı denilen yerde, bazen suç yerinde, mesela hırsızın soymak için girdiği dükkanın kapısında, asılarak idam olunurlardı.
İşkence ile idamın şekilleri ise ayrı ayrı korkunçtu: Elleri, ayakları kesildikten ve kulakları, burnu kesildikten sonra başını vurmak; göğsünün ve sırtının derisi yüzüldükten sonra başını vurmak; kazığa oturtmak; çengele asmak, çarmıha yüzükoyun bağladıktan sonra, kıç kaba etlerini ve omuz başlarını bıçakla oyarak buralara büyük mumlar dikerek şehirde bir deve üstünde dolaştırarak halka teşhirden sonra başını vurmak.
Siyasi mahkumların kement ile boğulduktan sonra bazan başları gövdelerinden alınarak Bab-ı Hümayun önündeki ibret taşının üstüne konulur ve halka teşhir edilirdi.
Cellatların, suçluları söyletmek için tatbik ettikleri bazı işkence şekilleri de şunlardı: Saçlarını ustara ile kazıdıktan sonra başına, ateşle kızıl hale gelmiş demir tas geçirmek; deri yüzmek, cımbızla sinir çekmek; kaynar suya daldırdıktan sonra soğuk suya sokmak, oradan çıkarıp tekrar kaynar suya daldırmak, çıplak vücudu demir tel kese ile keselemek; tırnak, diş sökmek.
TAŞRAYA CELLAT GÖNDERİLİRDİ
Bir devlet adamı idama mahkum olunca, ferman kendisine bostancıbaşı tarafından eteği öpülerek hürmetle gösterilir, teselli yollu sözler söylenir ve abdest alıp iki rekat namaz kılmasına müsaade olunurdu; bu tebliğ ekseriya da, metanetle karşılanırdı.
Mesela Viyana bozgunundan sonra Belgrad'ta idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, namazından sonra «vücudum toprağa düşsün» diyerek odanın kilimlerini toplatmış, uzun sakalını kendi eliyle kaldırarak celladın kemendi geçirmesine yardım etmiş ve cellada «Sanatını maharetle yap!..» demişti.
Taşrada, cellat gönderilip idam edilen siyasi mahkumların hükmün infazından sonra başı kesilir, yolda bozulmaması için bal doldurulmuş bir kıl torba içinde cellat tarafından İstanbul'a getirilir ve Payitaht'ta yıkandıktan sonra teşhir ve defnedilirdi.
Osmanlı tarihinde en namlı cellatlar, XVII. asırda Cellatbaşı Kara Ali, onun yamağı Hammal Ali ve Kara Ali'den sonra başcellat olan Süleyman'dır.
CELLAT ÇEŞMESİ
Topkapı Sarayı'nda, Bab-ı Hümayun ile Babüsselam (Orta Kapı) arasındaki Birinci Avlu denilen meydanda, Babüsselam'a yaklaşırken sağ taraftaki duvar önünde görülen çeşmedir. Bu çeşmenin önünde sütunumsu bir taş vardır, onun da adı «İbret Taşı» dır; çeşmenin de, bu taşın da hatıraları çok kanlıdır.
Kafası cellat satırı ile uçurulan veya boynuna dolanan cellat kemendi ile boğulduktan sonra başı gövdesinden ayrılan binlerce bedbaht insanın kelleleri bu ibret taşının üstünde teşhir edilirdi ve cellatlar satır, bıçak ve usturalarındaki insan kanlarını bu çeşmede yıkayıp akıtırlardı.
CELLAT MEZATI
Bir mahkum cellada verildi mi, esvabıyla beraber üzerinden çıkan her şey cellatların olurdu; bu eşyalar toplanır ve senede bir veya iki defa büyük bir mezat ile satılır, tutar bedelleri cellatlar arasında taksim edilirdi. Buna «Cellat mezatı» denilirdi. Cellat mezatlarında ekseriya çok kıymetli eşya bulunurdu ve sahipleri cellat elinde can verdiklerinden, bir uğursuzluğa yorularak hakiki değerinden çok ucuza satılırdı, fakat cellat mezatından bir şey satın almak da her kişinin yapabileceği şey değildi.
Bazı devlet adamları, zenginler, celladın pençesi yakalarına yapışmadan, üzerlerinde bulunan kıymetli kürkleri, yüzükleri, saatleri, keselerini çıkarırlar, orada bulunanlara «Beni anar, bir Fatiha okursunuz!» diye hediye ederlerdi. Müverrih Peçevili İbrahim Efendi, cellat mezadı ve uğursuz eşya üzerine fevkalade şayan-ı dikkat bir fıkra naklediyor...
İstanbul'da Atatürk Bulvarı üzerinde Bozdoğan Kemeri'nin hemen yanıbaşında Belediye Müzesi yapılmış güzel medresenin banisi, XVI. asır sonu saray ricalinden kapı ağası Gazanfer Ağa'dır. Padişah III. Murat üzerindeki sonsuz nüfuzu ile rüşvet yolundan büyük bir servet yapmıştı. O zamanlar İstanbul'da Rasim Ağa isminde namlı bir saatçi ve kuyumcu vardı. Hakikaten büyük sanatkardı. Gazanfer Ağa, bu zata fevkalade kıymetli elmaslarla müzeyyen altın bir koyun saati yaptırmıştı (cep saatinin daha büyüğü, kişilerin koynunda muhafaza edilen saat), saatin cevahirini de kendisi vermişti. Kapı Ağası Gazanfer Ağa, bir askeri ihtilalde cellada verilince, ağanın meşhur murassa altın saati koynundan çıkmış, cellat eline düşmüştü. Cellatlar başlı başına bir servet olan bu saat için bir mezat yaptılar. Saati cellat mezatından Tırnakçı Hasan Paşa satın almıştı. Kısa süre sonra Hasan Paşa da idam olundu, saat yine cellat mezadına düştü.
DENiZiN DİBİNDE PARLAYAN SAAT
Bu sefer de bu harikulade güzel saati pek ucuz bir bedel mukabili Kasım Paşa satın aldı. Bir, iki ay geçti geçmedi, Kasım Paşa da cellada verildi. Saat onun da koynundan çıktı ve üçüncü defa cellat mezadına düştü. Bu sefer de Gazanfer Ağanın meş'um saatini Sadrazam Derviş Paşa satın aldı ve küçük kardeşine hediye etti. Tarih kaynaklan, bu zatın ismini bilmiyorlar, pek genç yaşında, yani tüysüz bir delikanlı iken sadrazamın himayesiyle Eğriboz sancak beyliğine tayin edildiği için «Civan Bey» lakabı takılmış ve adı unutulmuştur.
Müverrih Peçevili ibrahim Efendi, Civan Bey'le Eğriboz'da bey konağının deniz üstüne kurulmuş salaş taraçasında sohbet ediyorlarmış. Söz saatten açılmış, İbrahim Efendi saat meraklısı imiş, Civan Bey koynundan murassa' bir saat çıkararak müverrihe göstermiş. İbrahim Efendi «ömrümde bu kadar güzel saat görmedim!» deyince. Civan Bey de o güzel ve kıymetli saatin başından geçenleri anlatmış. Peçevili, elindeki saati hemen bırakarak: «Böyle uğursuz saati insan düşmanına vermez... Paşa nasıl olmuş da size hediye etmiş...» demiş. Bu söz Civan Bey'e tesir etmiş, hemen hançeriyle saatin elmaslarını çıkarmış ve bir çekiç ile de çarklarını kırarak denize atmış.
Denizin dibinde saatin parıltısı görülüyormuş; Civan Bey'le İbrahim Efendi taraçada oturmaya devam ederken, bir atlı gelmiş, Civan Bey'e vazifesinden azledildiğini tebliğ etmiş. Civan Bey şaşırmış: «Azlimi mucip bir şeyimiz yok idi...» demiş. Gelen adam: «Beyim... Beyim!... Derviş Paşa idam olundu... Sizin dahi idamınız için ferman çıkıp, bostancılarla gönderildi... Sonra şefaatçileriniz himmet ettiler... ikinci bir ferman ile ben gönderildim ve idamınıza memur olanlara, yarım saat evvel yetişebildim!» cevabını vermiş.
CELLAT MEZARLIĞI
Eyüp'te, Karyağdı Bayırı'nın arkalarında münferide ve zamanımızda metruk bir mezarlık idi. Dört köşe köfeki taşından ve hemen hepsi gayet iri, 1,70-1,90 metre boyunda kabir şahidelerinin hepsi yazısızdır.
Bu mezarlık, toplum ahlakının en asil örneklerinden biri olarak son derece şayan-ı dikkattir; cana kıymış bir caniyi, idam ile ölümünden sonra, cesedini mezarlığa kabul eden cemiyetimiz, resmi bir görev de olsa, bir ücret karşılığı adam boğan veya kesen celladın ölüsünü mezarlıklanna kabul etmemiş, onlara ayrı bir mezarlık yapmıştır.
1950'den sonra bu cellat mezarlığına gitmek imkanı bulunamadı. O tarihten bu yana, istanbul'da şehir dışında alabildiğine geniş iskan faaliyeti olmuş, yeni yeni isimlerle adeta köyler, kasabalar kurulmuştur.
Eyüp Mezarlığı'ndaki, Pierre Loti kahvesinin çevresinde yer alan ve başlarında dikdörtgen taşlar bulunan bu mezarlık dünyada tek cellat mezarlığı olma özelliğini taşıyor.İşte Osmanlı'daki şehzadeleri vs öldüren cellatlar buralarda yatıyor.Zamanla yok olan mezarların yerinde bir kaç tane cellat mezarı kalmış.Buralarda yüzlerce cellatın mezarı bulunuyormuş.Halk cellatları kendi mezarlıklarında istemezmiş.
Peki Osmanlı'da cellatlar nasıl seçilirmiş? Peki insanlar neden cellat olurlarmış ? Onlar neden böyle bir mesleği seçerlermiş ? Yaşar Karaduman'ın araştırmasında bulabilmek mümkün.Sarayda her zaman cellatlar bulundurulurmuş ve infazlar Topkapı Sarayı'nın bahçesinde gerçekleştirilirmiş.Cellatlar infazdan sonra kanlı baltalarını ve ellerini burada yıkarlarmış.
Cellat çeşmesi veya siyaset çeşmesi denilen bu yer, herkes tarafından bilinirmiş.Yedikule zindanlarında yapılan infazları da unutmamak gerekir.
Osmanlı'da İnfaz şekilleri, yani öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça göre değişirmiş. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri olan Şamanizm’den geldiği için böyle uygulanmış.
Şehzade Mustafa'da bu yüzden boğularak öldürülmüş.
Şehzade Mustafa'da bu yüzden boğularak öldürülmüş.
İnfaz edilecek halktan biri ise, kelle kesme şekli uygulanırdı. İstanbul dışında, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının öldürüldüklerini ispat etmek için, kesilen başları meşin bir kırbaya (torba) konur, torba balla doldurulur, İstanbul’a getirilir, gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü.
Bu nedenle, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur.. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul’daki sultana gönderilen ve sonrada denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idi.
Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna göre parayla satardı.
Osmanlıda cellatlar dilsiz ve sağır olurlardı, bu iş için seçilen kişilerin dilleri kesilirdi. Osmanlı tarihinde en hazin boğarak öldürme olayı 28 Ocak 1595 te cereyen etmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in imparatorluğun devamlılığını sağlamak amacıyla çıkardığı, “Nizamı Alem” fermanı gereğince, fermanın metni şöyledir:( Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola (nasip ola) karındaşlarını nizamı alem için katletmek münasiptir.) Üçüncü Mehmed, 19 çocuk ve yetişkin şehzade kardeşlerini bir gecede dilsiz cellatlara boğdurmuştu. Ertesi günü Divanı Hümayun avlusuna üzeri kıymetli örtüler, kıymetli taşlarla bezenmiş sorguçlar ve kavuklar bulunan 19 şehzade tabutu konmuştu.
Osmanlı’da halk, İslam dininin adam öldürmeyi yasaklaması, can alan bu kişilere toplum tarafından hoş bakılmaması nedeniyle, bir çok insani duygu ve özelliklerden yoksun olan, acıma, merhamet, sevgi hisleri bulunmayan cellatları mezarlıklarına almamış, kendi aralarına gömülmelerini istememiştir.
” Toplum, din ve ahlak anlayışımızın en güzel örneklerinden biri olarak, cana kıyan, kesen veya boğan celladın ölüsünü halkın, mezarlıklarına kabul etmemesi son derece takdire şayandır.” demiştir. Bu nedenle, Osmanlı cellatlar için İstanbul’un en ücra yerinde mezarlık yapmış ve cellatlar halktan ayrı olarak buraya gömülmüştür.
Osmanlı Mezartaşlarından kimin ne iş yaptığı anlaşılırmış !
Osmanlı mezarlıkları, taş işçiliğinin en güzel örnekleri ile yapılmış mezar taşları ile doludur, burada gömülü insanların dünyada iken ne iş yaptıklarını mezar taşlarına bakarak anlamak mümkündür, vezir mi, denizci mi, subay mı yeniçeri mi ,ulema mı, kadı mı? hepsi mezar taşlarından anlaşılır.
Osmanlı mezarlıkları, taş işçiliğinin en güzel örnekleri ile yapılmış mezar taşları ile doludur, burada gömülü insanların dünyada iken ne iş yaptıklarını mezar taşlarına bakarak anlamak mümkündür, vezir mi, denizci mi, subay mı yeniçeri mi ,ulema mı, kadı mı? hepsi mezar taşlarından anlaşılır.
Cellat mezar taşlarının üzerinde ise, isim, doğum tarihi, ölüm tarihi gibi hiçbir yazı ve işaret yoktur. Bu taşlar iki metre yüksekliğinde 40-50 cm. genişliğinde dikdörtgen şeklindedir. Mezar taşlarında hiçbir yazı ve işaret bulunmaması ise anlaşılır bir durumdur. Bu, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, bunları mezar taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme eş ve çocuklarına kötülük veya başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmamaları için alınan bir koruma önlemi olsa gerektir. Böylece en azından, cellat baba seçmeme şansı olmayan günahsız çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası, akrabaları bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır.
Şehzade Mustafa'nın cellatları da muhtemelen böyle bir mezarda yatıyorlar.Hiç kimse onların kim olduğunu bilmiyor ama onlar Şehzade Mustafa'nın öldürülürken "Baba yerin cehennem olacak!" diyip demediğini biliyor olmalılar. Her ne kadar dilsiz ve sağır olsalarda.
Bu arada cellatların bu meslekleri yüzünden öbür dünyadaki hayatları nasıl olacak diye merak ediyor insan .Ama onların meslekleri bu.Zaten yaptıkları her iş için fetva aldıkları da biliniyor. Allah bilir tabi ama cellatların, öbür tarafa götürecekleri bir suç yok gibi görünüyor.Fetvayı veren din adamları düşünecek gerisini.
Bu arada cellatların bu meslekleri yüzünden öbür dünyadaki hayatları nasıl olacak diye merak ediyor insan .Ama onların meslekleri bu.Zaten yaptıkları her iş için fetva aldıkları da biliniyor. Allah bilir tabi ama cellatların, öbür tarafa götürecekleri bir suç yok gibi görünüyor.Fetvayı veren din adamları düşünecek gerisini.
Yazı: Reşad Ekrem Koçu - Hayat Tarih Dergisi - 1971 - Haziran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder