Terkos Gölü'nden İstanbul'a su verme hakkını elinde tutan Fransız şirketinden her ay aldığı rüşvet kesilince sahibi olduğu Málûmat dergisinde ''Göle domuz düştü'' diye yazmış, rüşveti yenilenince de ''Domuz vurulmuş ama göle düşmemiş, hemen sahilde gebermiş'' demişti.
Türk basınını şantajcılıkla tanıştıran Mehmed Tahir Bey bu kadarla da yetinmedi ve İstanbul'a sahte belge ve madalya imal eden İtalyan ustalar getirtti. Bu ustalara yaptırttığı sahte nişanları Avrupa'daki asalet meraklılarına satınca zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid 'artık yeter' deyip Baba Tahir'i Libya'ya sürgün etti. Tahir Bey sürgünden sonra sadece iki sene yaşayabildi ve 1909'da öldü.
Nedendir bilmem ama son günlerde aklıma bundan tam doksan sene ölmüş bir gazetecinin maceraları takılıverdi: O devir insanlarının ''Baba Tahir'' yahut ''Málûmatçı Tahir'' dedikleri Mehmed Tahir Bey...
Tahir Bey 1864'te İstanbul'da doğdu ve yirmili yaşlarından itibaren zamanının önde gelen gazetecilerinden kabul edildi. 1895'te ''Málûmat'' adında haftalık bir dergi yayınlamaya başladı. Málûmat sekiz yıl boyunca çıktı, sadece İstanbul'da değil imparatorluğun hemen her köşesinde aranılır oldu ve Türk basın tarihinde önemli yer edindi. Ahmed Rasim, Rıza Tevfik, Faik Ali ve Ali Kemal gibi o dönemin en ünlü kalem sahipleri dergide hemen her hafta yazıyorlardı.
Zamanının en seçkini
Dergide sanat, aktüalite ve magazin içiçeydi. Tıptan hukuka, tarihten tarıma ve Avrupa'nın edebiyatıyla müziğine kadar hemen her konudan bahsedilir, hatta kadın ve çocuk iláveleri verilirdi.
Málûmat, böyle önemli bir dergiydi ama sahibi Tahir Bey tarihlere sadece yayıncılığıyla değil, bir başka özelliğiyle de geçti: Dillere destan şantajcılığıyla...
Dergisinin imparatorluk sınırları içerisinde son derece parlak bir yer edinmiş olmasıyla yetinmedi ve Málûmat'ı şantaj vasıtası haline getirdi. Aleyhlerine yazmak tehdidiyle çok kişiden para sızdırdı, sızdıramadıklarını da yerden yere vurdu. Marifetleri zamanın hükümdarı Abdühamid'in kulağına anında gidiyordu ama iktidarına hiçbir şekilde muhalefet etmeyen ve hemen her sayıya hükümdarın áfiyeti için mutlaka en az bir dua koyan böyle sadık bir yayıncıyı cezalandırmaya da eli varmıyordu. Zaten Tahir Bey'i saraya bağlılığından dolayı ödüllendirip ''aferin'' aylığı bile bağlamıştı.
Tahir Bey Türk basınında şantaj modasını işte böyle başlattı ve dillere destan olan ''Terkos suyu'' olayı da o günlerde yaşandı:
İstanbul'la çevresinin içme suyunun getirildiği Terkos Gölü'ndeki arıtma tesislerini o senelerde bir Fransız şirketi işletmekteydi. Şirket, arada bir kendileriyle ilgili hoş haberler yazması için daha başka birçok şirket gibi Tahir Bey'i örtülü bir aylığa bağlamıştı.
Domuz suya düştü mü?
Gün geldi, şirketin Tahir Bey'e aylık veren Fransız müdürü memleketine döndü ve Paris'ten gönderilen yeni müdür ''Hiç kimseye bana ilişmesin diye aylık ödeyemem'' deyip Baba Tahir'in maaşını kesiverdi. Kesti ve bu işi yapmakla hata ettiğini Málûmat'ın birkaç gün sonra çıkan yeni sayısından öğrendi: Tahir Bey ''Avcıların yaraladığı bir domuz Terkos Gölü'ne düştü ve boğuldu'' diye yazıyordu. İstanbul birbirine girdi, halk hınzır ve haram hayvanın sebep olduğu ''maddi ve manevi'' pisliğin boyutlarını öğrenebilmek için şirket binasına akın edince Tahir Bey'in kesilen aylığı hemen o gün yeniden bağlandı. Hadise, Málûmat'ın bir sonraki sayısında ''Aldığımız son istihbarata göre domuz hakikaten vurulmuş ama göle düşmemiş, sahilin gerisinde gebermiş ve leşi de bulunmuş'' diye noktalanacaktı.
Terkos macerası, Málûmatçı Baba Tahir'e daha da bir şevk verdi. 1907'de İstanbul'a sahte belge ve madalya imal eden İtalyan ustalar getirtti, bu ustalara hazırlattığı sahte nişanlarla beratları Avrupalı asalet meraklılarına bir güzel sattı. Nişanları gerçek zannederek alanlar ''Osmanlı Sultanı bana unvan verdi'' diye kasım kasım kasılmaya başlayınca saray ''Artık yeter!'' dedi. Tahir Bey tevkif edildi, Libya'ya sürgüne yollandı, bir yıl sonra İkinci Meşrutiyet'in ilánıyla beraber çıkan afla beraber İstanbul'a döndü. Ama Trablus sağlığını berbad etmişti ve sadece birkaç ay yaşayabildi.
Tahir Bey'in yolundun gidenler
Baba Tahir'in başlattığı şantaj ve menfaat modasına sonraki yıllarda sayıları az olmakla beraber başka gazeteciler de uydu. Meselá İstanbul basınının 1940'lardaki çok önemli bir başyazarı da yeni taşındığı eve zamanın Sular İdaresi su borusu döşemekte gecikince Terkos siláhına sarılıp ''Pis bir öküz Terkos Gölü'ne düşüp boğuldu'' diye yazacak, ortalık birbirine girecek, evine hemen o gün su getirilen yazar bir sonraki gün ''gölde öküz zannettiğimiz karaltı meğerse kuru bir ağaç gövdesiymiş'' diyecekti. İstanbul dışında çiftliği olan bir başka yazar ise 1950'li senelerde belediyenin sattığı süte fazla miktarda su karıştırıldığını diline dolayınca belediyeden çiftliğine hediye olarak iki adet inek yollanacak ve okuyucular hemen ertesi gün ''sütlere artık su karıştırılmadığını'' öğreneceklerdi.
Yüz küsur sene önceki bu basın şantaj hadisesisinin aklıma durup dururken neden takıldığını bir bulabilsem...
''Şantaj yapmıyoruz bari rüşvet yiyelim''
Geçen yüzyıldan kalma bu mühürlü belge, basınımız için tam bir ibret vesikası.
Belge Türk basınının öncülerinden olan ve 1913'te ölen Ebüzziya Tevfik'e ait ve Sultan İkinci Abdülhamid'e gönderilmiş.
Hükümdara muhalefet ettiği için bir ara sürgüne yollanan gazeteci Ebüzziya Tevfik affedilip İstanbul'a dönmesine izin verilmesinden sonra sarayla iyi geçinmeye başlamış ve o kadar uslu olmuş olmuş ki, Abdülhamid'den ''cici çocuk'' aylığı almaya bile hak kazanmış. Aylık miktarı 2 bin 800 kuruş ve 1881 tarihli bu belgede iki aylığını birden almış olmaktan duyduğu şükranı Abdülhamid'e ifade edebilecek kelime bulmakta zorlanıyor.
İşte yüz yıl öncesinden bugünlere gelen bir başka çeşit gazeteciliğin belgeli öyküsü...
Paşazade ikizler deprem için Münih'te çalıyor
Münih'te yarın çok önemli bir konser var. Yüzyılın son çeyreğinin en önde gelen orkestra şefi Zubin Mehta'yla beraber dünyanın en seçkin opera sanatçıları tek kuruş almadan İzmit depremzedeleri için bir konser verecekler. Konsere Türkiye'den sadece Güher ve Süher Pekinel kardeşler katılacak.
Dünyanın önde gelen çok sayıda opera sanatçısı Münih'te yarın büyük bir konser veriyor. Yüzyılın son çeyreğinin en seçkin orkestra şeflerinden sayılan Zubin Mehta'nın idaresinde sahneye çıkacak olan Ruggero Raimondi, Matti Salminen, Angela Maria Blasi, Vesselina Kasarova, Edita Gruberova ve Peter Seiffert gibi operanın dev isimleri İzmit depremzedeleri için müzik yapacaklar. 1800 kişi tarafından izlenecek olan konsere Türkiye'den sadece Güher ve Süher Pekinel kardeşler katılacak.
Konserin ayrıntılarını hafta içinde Süher Pekinel'den, beraberce bir sabah kahvesi içtiğimizde öğrendim. Konserde yeralacak olanlar dünyanın en pahalı sanatçılarından sayılıyorlardı ama başta Zubin Mehta'yla Pekineller olmak üzere hiçkimse tek kuruş istememişti ve biletlerin hasılatı olduğu gibi depremzedelere gönderilecekti. Süher Pekinel böyle bir konsere kardeşi Güher'le beraber solist olarak katılacağı için son derece mutlu olduğunu saklamıyordu. Ama mutluluğunun arkasında bana göre yıllar önce sorulmuş garip bir soruya gene yıllar süren uzun bir çabayla cevap verebilmiş olmanın hazzı yatıyordu: Almanya'nın en yüksek tirajlı gazetelerinden olan Die Zeit ile bundan 18 yıl önce yaptıkları ilk mülákatın hemen başında gazetenin sanat yazarı ''Türkiye'de piyano var mı?'' diye sormuştu ve Pekinel kardeşler böyle bir sorunun cevabını yıllar boyunca en unutulmayacak şekilde vermişlerdi.
Pekineller'i ilk dinlediğim zaman vardığım kanaat bugüne kadar hiç değişmedi: Bana göre tuşu en temiz ve yorumu en hassas olan Türk piyanistleri onlardı. İngiltere'nin önde gelen müzik şirketi Chandos'tan daha birkaç hafta önce çıkan ve piyasaya 14 Ekim'de verilecek olan iki piyano için yazılmış üç ayrı konçertonun, Mozart, Bruch ve Mendel-ssohn'un eserlerinin yeraldığı son CD'lerini dinlerken onlarla ilgili olarak böyle düşünmekte ne kadar haklı olduğumu bir defa daha farkettim.
Ege'nin en eski ailelerinden olan Bedestanîzadeler'le Vefkîzadeler'in soyundan gelen ve Arasta Kethüdasızade Salih Paşa'nın torunu olan Pekineller hakkında ileriki haftalarda yeniden yazacağım. Meselá Süher Pekinel'in asırlar öncesinin son derece değişik bir hayat şekli olan ''Kalenderîlik''le olan bağlantısının sizlerin de ilgisini çekeceğinden eminim ama şimdilik sadece Münih'teki konserleri için başarılar dilemekle yetiniyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder